Sunday, June 24, 2012

Denize düşmüştüm sana sarıldım


Denize düşmüştüm sana sarıldım
 Öykü
Beni anlamak için kendisini hiç zorlamadı. Herhangi bir uyarımı ‘yakınma’ olarak niteledi, alay konusu haline getirdi; kulaklarını tıkadı; konuyu değiştirdi. Ona en çok ihtiyaç duyabileceğim anda yanımda olmadı. Dışarıda, ‘mutlu’ aile tablosu çizmeyi ihmal etmiyordu. İkiyüzlü davranmayı sürdürdü. Yirmi sene, silik bir gölge gibi yaşadım peşisıra. Hiçbir değer taşımıyordu görüşlerim, beğenilerim, arzularım. Herşey, onun istemleri doğrultusunda yerine getiriliyordu. Kendime bir iç çamaşır bile alamıyordum. Rengine kadar karışıyordu.
Narçiçeğini ne kadar severdim kızken!
Artık, kırmızıya kaçan her renge gıcık oluyorum. Onun beğenmediği, benim kokusuna hasret kaldığım yemekleri bile pişiremiyordum. Kemikli mercümek çorbasına hasret kaldım. Eve, sucuk, pastırma, turşu, helva girmiyordu. Midesi kokuyu kaldıramıyormuş. Ülseri tepreşiyormuş. Her çarşı çıkışı sonrası, kavga ederek dönüyorduk eve. O, araba sürerken ses çıkarmamamız gerekiyordu. Onun istediği yemeklikleri almalıydım önce. Pırasa, lahana, bamya, biber dolması, yaprak sarması, börek yemekten bıkmıştı çocuklar. Kıymalı makarna, mantar yemek yasaktı. Hamsiye hasret kalmıştım. Bayramlarda iki tepsi baklava yapıyordum. Bir tepsi baklavayı üç günde temizliyordu. Sonra midesi üzerine kalınca bir yastığı bastırıp, sızıp gidiyordu.
İşten gelince, duj bile almadan misafir odasına, televizyonun karşısına yayılıyor, bir elinde birası tüm kül tabaklarını kirletletmekten sadisce zevk alıyordu. İzmarit bastırılmış kül tabaklarını oğmak için mi dünyaya gelmiştim!?
“Bütün gün oturuyorsun, telefonda arkadaşlarınla dedikodudan fırsat bulup, bir kaç kül tablası oğdunsa ne olmuş sanki ?
Halime baksana, fabrikanın tüm pis işlerini omuzuma yüklemişler gık bile diyemiyorum. Ekmek parası kazanmak kolay mı hanımefendi!?”
diyerek azarlanmakta cabasıydı. Evde çalışıp didinmemin mükafaatını görüyordum. Bu ülkeye geldiğim senesi hamile kalmamalıydım. Bütçe açığını kapamak için çalışan arkadaşların çocuklarına bakmamalıydım.
Bir gün olsun çocuk altı temizlemedi. “Ortalığı bok götürüyor” diye bağırıp, misafir odasına kaçtı hep.
Türkiye’de, o’nu henüz tanımadan evvel içkiden nefret ediyordum. O, içkiye öylesine düşkündü ki; masa arkadaşı olmam için öylesine ısrar etti ki; ‘belki bir gün vazgeçirebilirim’ düşüncesiyle, ben de içkiye başladım. Rakının kokusuna tahammül edemediğimi bildiği için, bana votka alıyordu. Bu alışkanlık buraya geldikten sonra da sürdü. Biradan nefret ediyordu. Her akşam ‘çilingir sofrasını’ hazırlamaktan bıkmıştım. Evde içmesine razı olmak zorundaydım. Dışarıda içmesi, yamalı bohçaya dönüşen bütçemizin eski bir çarık gibi dikiş tutamaz hale gelmesine neden olabilirdi. İçtikçe neşeleniyor, neşelendikçe benimde neşelenmem, gülmem gerektiği konusunda uzun vaazlar veriyordu. İçki ile gelen neşe, içki ayarının kaçırılmasıyla bir daha geri dönmemek üzere bir bilinmeyen yere gidiyordu. Aybaşıları kulüp, ay sonuna doğru yeni rakı içiyordu. İkimiz çalıştığımız halde, içki ve sigaranın açtığı bütçe açığını kapatamıyorduk. Sigara dumanından boğulacakmış gibi olan ben, bir iki tane tüttürünce bir şey olmaz derken, sigaraya da başladım. O, seneler sonra ülser olup, içki ve sigarayı boşlamasına rağmen, ben ikisini de bırakamadım. Astım krizleri sonrası bile sigara tütürmeyi sürdürdüm. Ne zaman ki kalbim sıkışmaya başladı, en yakın dostumu sigarayı bırakmak zorunda kaldım. Belki de bırakmakta gecikmiştim. Sigara tutkusu, bir alev gibi her öksürüşte dudaklarıma kadar gelip dayanıyor. Tekrar başlamak korkusu var içimde. Onu da bırakırken yine zorlandım. Sigara tiryakiliğine benziyordu evliliğimiz. Alışkanlık haline gelmişti; mutad, monoton. ‘Böyle gelmiş, böyle gitmez’ demeyi öğretmemişlerdi. Öğrensem bile hep lafta kalmıştı.
O kötü alışkanlıklarımı peşine takıp götürünceye kadar neler çektim bilemezsiniz.
Yalnızım ama, özgürüm. Onun gölgesi altında kişiliksiz yaşamaktansa, kendi yalnızlığımın ağırlığıyla ezilirim daha iyi.
Zamanla bilim o kadar ilerleyecek ki, erkeğe gereksinim tamamen ortadan kalkacak. Buna inanıyorum.Artık ‘inanıyorum’ diyebiliyorum, rahatça. O’nun birlikteyken hep ‘düşünüyorum’ dememi isterdi. Dinsel inanca karşıydı. Ama, kendisi yobazca politik inanca kapılmış, farkında değidi. ‘Düşünüyorum’ la noktaladığı cümlelerinin altında ‘kızıl’ bir inanç yatıyordu. Solculuğu teoriden ezberlediği bir dizi sözcükten ibaretti. Altmışsekiz kuşağından geldiğini gerinerek belirtmekten zevk alırdı. Önceleri, erkeklerden nefret ettiğim izlenimi bırakacak bir söz ve harekette bulunmaktan sakınırdım. ‘Feminist’ damgası yememek için çaba sarfederdim. Feminizin ne ifade ettiğini bilmeyenlerin, ağız alışkanlıklarına muhatap olmaktan çekinmenin ne boş bir korku olduğunu yeni yeni anlayabiliyorum.
‘Sosyalist Feminizm’ konusunda Clara ve Rosa’nın örnek alınmasını istiyordu. Ama, ne Rosa’yı ne de Clara Zetkin’i okuyup tanıyabilmişti. Bebel’in ‘Kadın ve Sosyalizm’ adlı yapıtını benden sonra okumuştu. Ama, yoldan mal bulmuş bezirgan bir tüccar gibi ‘Al oku bak neler yazmış, yüz sene evvelini deği sanki bugünü anlatmış’ diyerek burnuma dayıyor. Aynı şeyleri sakız haline getirmekten zevk alıyordu. Oysaki, feminist düşüncenin herhangi bir izm’e bağlı olmadan var olamayacağına iman etmişti.
Kadın hakları ile ilgili her türlü söz ve eyleminin bir gösterinin sınırını aşmamış olmasını açıklamaktan yoksundu.
Doğal analıktan gelen bir tür sorumluluk duygusu omuzlarıma çöküyor, altında ezildikce, küçüldükce küçüldüğümü hissediyordum. Onu terketme cesaretini bulamıyordum. Yalnız kalmak korkusu, toplumsal geleneklerin baskısı mı? nedendir bilmiyorum. Konuşma ve hareketlerimi ona uydurmak zorunluluğu, tarifi imkansız duvarlar örüyordu kişiliksel gelişmemin etrafına. Herşeyden herkesten çekinir hale gelmiştim.
Şimdi ise, kimseden çekinmiyor; kimseye karşı sorumluluk duymuyorum. İstediğim eserleri okuyor, istediğim radyo televizyon programlarını izleyebiliyor; istediğim zaman yatıyor kalkıyorum.
İstediğim zaman, istediğimi yiyip içebiliyorum. Artık, eskisi gibi her gün ‘taze’ yemek yapmıyorum.
Yalnızlık çektiğimi saklayacak değilim. Bir kaç ‘geçici’ dostumun olması duyduğum yalnızlığı etkilemiyor. Artık, ‘gün’ düzenlemek, havadan sudan konuşmak, dedikodu yapmaktan da hoşlanmıyorum. Buradaki ‘dostlukların’ sahici olmadığına inanıyorum.
Buraya geldikten uzun bir süre sonra Türkiye’ye tatile gidebildim. Orada da dostlukların karşılıklı menfaat ilişileriyle sınırlandırılmış olduğuna şahit oldum. Üzüldüm tabii.
Akrabalar bile kendi kabuğuna çekilmiş.
Burada da aynı. Herkes öbek öbek, akraba, hemşeri, aşiret ilişkisine gömülmüş.
Eskiden, solcu dernekler birşeyler üretirdi. Ne bileyim; bir tiyatro, bir folklor, müzik gösterisi gibi. Şimdi, sesleri solukları kısılmış. Şehitleri anma gecesi ve yılsonu tatili türü şeylerler dışında etkinlikleri var mı bilmiyorum. Bir Mayıslarda çiğer kavurması satıyorlarmış. Sağcılar, camiciler, tekkeciler ne yapar bilmem. Bilmekte istemem doğrusu. Belki, cenazemi kaldırmak onlara düşecek. Ben öldükten sonra, kim ne yapmak isterse onu yapsın, umurumda mı?

“Beni dinlemiyor gibi görünmenize rağmen, neden durmadan not tutuyorsunuz? Eliniz, parmaklarınız yorulmuyor mu? Sesimi teybe alsaydınız bari.. Bende dinlerdim, kopyalayıp verseydiniz.”

Ne diyordum?
Yaşlandıkça, sulu gözlü mü oldum bilmem ki!? Kalbimdeki granitler lüle taşına dönüştü. Gözyaşlarım yastığıma sinmiş, ter kokuma karışmış, sarı oval lekeler kaplamış yastık yüzünü.
Ne kadar yıkasam çıkmıyor. Her gün çamaşır yıkanır mı? Ben yıkıyorum. Amonyak karıştırdım çamaşır suyuna. Şu ellerime bakın. Parmaklarım sıcak suda kalmış plastik eldivenler gibi içine göçmüş susuz gölcüklerden oluşmuş gibi. Bakın bakın. Çamaşır makinesine atmadan evvel çitilemezsem içim rahat etmiyor. Sanki mikroplar hemen çoğalacakmış, her yeri kaplayacakmış, kar gibi örtecekmiş sanıyorum.
Annem çamaşırları kaynatırdı pekmez kazanlarında, fokur fokur. O zamanlar çivit vardı, masmavi yapardı çarşafları, yastık yüzlerini. Annem dantelli kaneviçeli yastık yüzlerini, yatak örtülerini, kırlentleri ayrı yerde kaynatırdı. Çamaşır yıkarken kazanın içine küllü su dökerdi. Meşe, çam ağacının külü mis gibi kokuturdu iç çamaşırları. Sırları dökülmüş turşu küpünün içine koyduğu küle, sıcak su ilave ederdi, her çamaşır sonrası. Benim görevim, kaynayan çamaşırı uzun bir kargıyla karıştırmak ve su taşarsa anneme haber vermekle sınırlıydı. Pazartesi günleri çamaşır günüydü. Pazar öğle yemeğinde ailecek yuvarlak sofranın etrafında diz çöker; çökelek, pırasa böreği yerdik. Bayramları baklava açılırdı evimizde. Sütün içine kırk yumurta kırıp ‘süt tatlıları’ yapılırdı. Ekmek tatlıları, kaymaklı revaniler yapılırdı. Manda kaymağının kokusunu özledim. Ev ekmeğinin tadını unutamam. Gaz tenekesinden yapılmış ‘maltız’ denilen bir tür ocağımız vardı. Yemeği, ekmeği, tatlıyı onun üzerinde pişirirdi annem. Ekmek tepsisinin üzerine örtecek büyüklükte ve cami kubbesi şeklinde kalın bakır çinko karışımından yapılmış bir sac bulunurdu. Maltızın altına düşen kızgın küller bu sacın üstüne yayılırdı. Ekmeğin üzerine çörekotu, susam serperdi annem. O zamanlar, koca şehirde iki fırın bulunuyordu. Birisi ‘asri fırın’ francala ekmek pişirirdi. Zenginler hep francala yerdi. İkincisi ise pide börek. İkisi de evimize uzaktı. Göçmen mahallesi ile yerli halkın oturduğu mahallenin ortasında eski bir karakol vardı. Bizim evimiz, karakolun dibinde olmasına rağmen göçmen mahallesinin dışında kalmıştı. Öteki mahallede akrabalarımız vardı. Ama, babam karakolun karşısındaki camiye gitmediği için, bize ‘yerli’ gözüyle bakardı göçmen mahallesinde oturanlar. Babam, eve hep sarhoş gelirdi. Annem, şıh kızı olduğu için, babamın evde içmesine müsaade etmez, saklı getirdiği rakıyı, arar bulur ve helanın kuburuna dökerdi. Babam anneme ‘Timurlenk dölü’ derdi. O zamanlar ne anlama geldiğini bilmiyor, kıs kıs gülüyordum, ta ki annem ağzımın ortasına tokatı patlatıncaya kadar.
Babam beni çok severdi ‘ sarı tilki’ diye çağırırdı hep. Bana, hep sütlü çukulata alırdı, boynuna sarılır öper öperdim.
Abim kıskanırmıydı ne. Elimden kapar kaçardı çukulataları.
Babam artık çukulata getirmez olmuştu. Canı sıkkın pencere önünde saatlarca dışarıya bakar, kırlangıçları izlerdi.
Dükkana da gitmiyordu artık. İflas etmenin ne demek olduğunu o zamanlar bilmiyordum. Eve sallana sallana gelirdi. Annem çok kızar, bağırırdı. ‘Ne bileziğim, ne gerdanlığım kaldı, hepisini yedin içtin orospularla!’ ‘Orospu’ nun ne demek olduğunu da bilmiyordum. Kötü bir şey olduğunu seziyor, fakat babama sormağa çekiniyordum. Annem, babamı hiç sevmiyordu artık, ayrı yataklarda yatıyorlardı. Babam sabahlara kadar öksürüyordu. Sırtına tentürdüyot sürüyordu annem. Kupa çekmesini öğrenmiştim. Mavi ispirtoya banılmış pamuk yumaklarını çay bardağının dibine güzelce yapıştırıp, çakacaksınız kibriti. Çay bardağını ters çevirip sırta yapıştıracaksınız. Pamukla birlikte yanan oksijenden kalan boşluğa sırt derisi doldurunca, bir rahatlık çökerdi kupa vurulan kişiye. ‘hadi sarı tilki, iki kupa çek sırtıma’ derdi babam. Babamın öksürmesinden kupalar yapışmaz yere düşerdi. Annem, ‘Evi yakacaksınız’ diye azarlardı.
Soğuk bir kış günü iki gözlü bir gecekonduya taşındık, şehir dışında, yeni bir mahalleye. Gecekondular birbiri içine geçmiş, sarmaşdolaş olmuş, eften püften yapılardı. Keçiyolları bağlardı ana caddeye. Her sabah onlarca baş çıkıyordu herbirinden. Çocukların yüzleri irin gibi sapsarıydı. Akşam çöker çökmez etraf sakinleşir, tarhana mercümek kokuları sarardı tepe başlarını. Gecekondumuzun son bulduğu bahçenin kenarından şehirler arası şose yol geçiyordu. Sabahadek kamyon seslerinden uyuyamıyordum. Eski evimizi, arkadaşlarımı hep aradım. Eşyalarımızın çoğunu satmıştı annem, ihtiyar bir eskici gelip almıştı. Ben ağlamıştım giden yün yorganım için, uzun uzun ulumuştum, aç kurtlar gibi. Ağbim şehirde kalmıştı. Bir kaynakçıda çalışıyordu o zamanlar. Atölyede yatıp kalkıyormuş.
Annemle babamın yattığı odada, sedir üzerinde yatıyordum. Babam sabaha kadar sayıklıyor, inliyordu. Annem kulaklarına pamuk tıkamıştı. Uyumak zorundaydı. İlkokul üçe gidiyordum. Gaz lambasının altında ders çalışıyordum. Otobüs çalışmıyordu o zamanlar, dolmuşlar da yoktu. Okul, yürüyerek bir saat çekiyordu. Komşu kızlarıyla gidip gelirken vaktin nasıl geçtiğine şaşarım. Annem benden evvel evden çıkıyordu. Temizlikçilik yapıyordu, eski zengin dostlarımızın evlerinde.

Helamız bahçenin köşesindeydi; bir çukurun üstüne oturtulmuş üç tarafı tahta ile kaplı önü kalın muşamba perdeli bir yer. Ben geceleri helaya gitmeğe korkardım. Annem benim için lazımlık almıştı. Babam hastalanınca, aynı lazımlığı kullanır olduk. O işi bitince kapının dibine koyardı. Babamın çişi çok keskin kokuyordu. Rengi çok koyuydu. Portakal rengi.

Babam gecekondumuzun arka duvarına bitişik kocaman bir kafes yapmıştı. Güvercin beslemeğe başlamıştık. Babam hastalanınca güvercinleri ben bakmağa, beslemeğe başlamıştım. Sabah okula gitmeden evvel, kafesin kapısını açıyordum. Güvercinler birbiri ardından telaşla havalanıp uçuyorlar; önce evimizin tepesinde huni gibi birbiri ardına süzülüp, sonra gözden kayboluyorlardı. Okuldan gelince, babam bana güvercinleri nasıl kafese sokacağımı öğretmişti. Uzunca bir kargının ucuna bir bez parçası bağlamıştı. Ben kargıyı havada daire çizerek sallayıp güvercinlerin dikkatini çekiyordum. Güvercinlerin bir lideri vardı. Babam onun adını ‘Benekli’ koymuştu. Önce, Benekli kanatlarını çırparak damın üzerine konuyor, etrafı kolluyordu. Sonra kafesin üzerinde bir tur yapıp, kapıdan içeriye giriyor ve ardından diğerleri onu takipediyordu. Hergün sularını tazeliyor, yemlerini veriyordum. Arpa, buğday kalmazsa ekmek kırıklarıyla idare ediyorlardı. Annem güvercinleri ‘uğursuz’ olduğu için hiç sevmiyordu. Babama, ‘Sal git şu başbelalarını, kendimize ekmek bulamıyoruz, onlara arpa mı alacağım ben hep’ diye kızıyordu. Güvercinler azalacağına çoğalıyordu. Bizim Benekli, başka mahallelerden kandırdığı güvercinleri peşisıra bizim kafese getiriyordu.
Babam, ‘allah yarattığı boğazı doyurur be karı, sen taslanma’ diye alttan alıyordu.

Annem eve eli dolu geliyordu her zaman. Babama ilaçlar yapıyordu.
Bir tanesini hiç unutmam:
Önce, sürahiye üç dört limon sıkıyor ve on yumurta atıyordu içine. İki gün sonra yumurta kabukları erimiş, olgun kayısılara benzer sarılar kalıyordu.. Yumurta sarısı üzerindeki zarı bir çatalla delip, sürahiden çıkarıyor, içine beş kaşık bal karıştırıyordu. Sürahini boş kalan kısmına yarım litre kadar süt ilave edip, babama bardak bardak içiriyordu.
Babam, ‘ ince’ hastalığa yakalandığı için kiprit çöpü gibi incelmişti altı ay içinde. Artık, sırtına kupa çekmem için beni çağırmaz olmuştu. Bir bayram günü, babamın zengin akrabaları geldi başka şehirlerden. Babamı, Kadillak marka güzel bir arabaya bindirdiler. Mahallenin tüm çocukları arabanın etrafını sarmış, sevinçten bağrışıyorlardı. Amcam olduğunu öğrendiğim adam bir avuç dolusu bozuk parayı havaya fırtlatınca; çocuklar aç tavuklar gibi atıldılar, beşer onar kuruşların üzerine.
Babam bana sıkıca sarıldı, ağlamaklı baktı yüzüme, ‘Tedavi olup geleceğim sarı tilkim, annene iyi bak’ dedi. Öpmedi beni, öpemedi, kaçırdı dudaklarını suçlular gibi. Ezik bakışlarını gizledi gür kaşlarının altında, minik kestane rengi lekeler sinmiş elini uzattı anneme ‘Hakkını ödeyemem, öbür dünyada bile’ dedi. Araba köşeyi dönmeden annem hızla eve koştu, ben içeriye girince gözyaşlarını siliyordu yanaklarından süzülen. Koşup sarılmak istedim, sarılamadım. Annemi suçluyordum. Babamı o hasta etmişti, ben öyle sanıyordum.
Babam evden gittiğinin ertesi günü, annem evde ne varsa kazanda kaynatıp yıkamıştı üç gün. Havluya sarılıp bekledim çamaşırlar kuruyuncaya kadar.
Şimdi, ben de iki günde bir evde ne varsa yıkar, temizler oldum. Bereket ki, kurutma makinamız var.
Ağbim hafta sonları eve gelir oldu. Çamaşırlarını getiriyordu, sefer tasını doldurup gidiyordu. Bana ‘Okula bakkala giderken, yolda salaklar gibi sağına soluna bakmadan yürü’ ‘Yanlış bir şey yaparsan kargalar bana haber verir, unutma’ diye tembih ediyordu. O nedenle mi bilmem, kargaları hiç sevmedim; kırlangıçları, bülbüllerden kanaryalardan fazla sevdim. Daha özgür ve daha hızlı uçuyorlardı. Yuvalarını, erişilemiyecek yerlere, çamurları yapıştırarak çok ustaca yapıyorlardı; su ve soğuk girmiyordu içeri. Bizim çatının altında üç dört çift kırlangıç yuva yapmıştı. Babam gibi bende onları izliyordum, kendimi yalnız hissettiğim anlar, onlarla konuşuyordum. Tekrar dirildiğimde kırlangıç olarak doğmak isterim.
Gecekondumuz ilk numara verildiği gün, postacı bir telgrafla gözükmüştü kapıda. Annem çalıştığı için telgrafı ben aldım. İlk defa imza atmıştım, telgraf alıntı kağıdına.
“Başımız sağolsun Stop.
Geçen perşembe sabahı kardeşimizi kaybettik Stop
Cuma günü Karacaahmete defnettik Stop
Ölenle ölünmez Stop
Allah rahmet eylesin Stop
Tavsilatlı mektup postada Stop
Kayınbiraderiniz Stop”
Damın köşesindeki yuvadaki ana kırlangıç başımın üzerinden hızla uçtu, havada taklalar atarak gözden kayboldu. Kendimi öksüz bir kırlangıç yavrusu gibi hissettim. Sığınabileceğim kanatlardan biri uçup gitmişti.
Güvercin kafesinin kapısını açtım. Güvercinlerin hepini dışarıya uçurttum. Kapıyı sıkıca kapadım. Güvercin toplatan ucu bezli kargıyı satırla parça parça ettim! Benekli, evimizin üzerinde oval çizgiler çizerek, sürüyü peşinde topladı ve yavaş yavaş uzaklara doğru, günbatımına doğru uçtu uçtu. Ve gözden kayboluncaya kadar baktım, hava morarıyordu.
Güvercinler babama doğru uçuyorlardı, telaşsız ve dingin. Bulutların arasında bir el sarıp sarmaladı onları.
Ağlayamadım, boğazımda bir şeyler düğümlenmiş sesim kısılmıştı. Babamın en son uzandığı sedire çöktüm, onun ter kokusunu aradım, ‘kıtık yastıklara sinmiş mi’ diye. Bulamadım. Duvarda terden oluşmuş koca bir leke vardı. Annem sıcak sularla silmessine rağmen terin izi kaybolmamış, daha da koyulaşmıştı. Sırtımı duvara dayadım, gözlerimi uzaklara gönderdim babamı bulması için. Havada güneşin ışıkları kızıl yollar çizerek, menekşelendi.
İkimiz birbirimizden habersizdik. Böyle çaresiz kaldığım anlar Allah’ı çok yakınımda hisseder; gökyüzüne dalıp, bildiğim duaları okur, ona yalvarırdım. Dualarınmın çoğu kabul olmamıştı. Ondan korkmama rağmen, ilk defa ona kızdım, babamı zamansız almıştı yanına. Babam sağlığına kavuşup eve dönememişti. Komşu gelini Zehra’nın, minik çocuğunu da koparıp almıştı koynundan; boğmacaya yakalanmış dediler, üç aylık nur yüzlü bebek! Zehra ablanın çığlıkları saklı kulaklarımda. Ben ölümlerde ağlayamıyordum. Kaskatı kesilmişti yüreğim. Ayrılıklarda gözyaşım dinmiyordu kavuşuncayadek.
Babamın duvara asılı resmini aldım; tozlarını sildim itinayla; ona sarıldım, sedire uzandım, uyumuşum.
Telgrafı masanın üzerine bırakmıştım. Uyandığımda yerinde değildi. Annemin kavurduğu soğan kokusu yayılmıştı iki gözlü evimize. Babamın çok sevdiği barbunya fasulyesini pişirmişti, ilk defa o sanatoryuma gitti gideli. Gözleri kan çanağı gibiydi. Sessizce kaşıkladık barbunyayı. Yemekten sonra, başına yemenisini geçirerek duvarda asılı duran türkçe Kur’anı aldı ve içinden bazı sureler okudu. Yüzü, yorgunluk ve üzüntüden arınmıştı sanki; bir nur inmişti zamansız kıvrılan kırışıklara, gümüşce ışıldıyordu. Kırkına yeni basmıştı ama, tüm komşu kadınlar gibi o da yaşlı gösteriyordu.
Annem, babam öldükten sonra hep siyahlar giyindi. Dulluk ona yakışıyor muydu; yoksa, o dulluğa mı gömülmüştü.? Evlenmeyi aklına getirse bile, tüm isteyenleri kapıdan çevirdi. Sanki babamla birlikte o da ölmüştü, ruhen. Benim için ayakta kalmak zorunda olduğunu hissetiriyordu her yorgun günün ardından.

Annemin geç geleceğini bildiğimiz akşamlar, komşu kızı Emine abla geliyordu evimize, bana yoldaşlık yapmak için. Emine abla, açık seçik giyiniyordu; bana, önü dantelli sütyenini göstermişti bir defasında. Ben utanıyordum bakarken. “Birkaç seneye kalmaz, sende takacaksın kız. Lastiklisinden alma sakın. Bak böyle zıplar, tüm erkekler sana bakar yolda sonra” diyordu. Bana, kenarları işli sütyenini çıkarıp göğüslerini gösterdiğinde öyle utandım ki, ayrıca korktum. Göğüsleri kocaman kocamandı. “Gel kız kaçma, göğsümün başları çatlamış ağrıyor, zeytinyağıyla biraz oğuversene” diyordu. Babamın sırtını oğmuştum sakız ağacı özüyle. Annem hiç bir yerine dokundurmak istemezdi. Ben anneme benzemişim. Büyüyünce bile sütyen takmak istemiyordum. Çok cılızdım o zamanlar. Erkek gibiydi vucudum, dümdüz. Boy aynamızı bile satmıştı annem gecekonduya taşınmadan evvel. Babam öldükten sonra kapının arkasındaki çatlak aynaya hiç bakmadı. Yenisini alacak paramız da yoktu.
Emine abla, bir keresinde ince kendir ipliğini maharetle parmaklarına doladı; üçgen yaparak, çekip uzatarak, bacaklarındaki kılları aldı. Şaşkın bakışlarla onu izliyordum. “Merak etme sende alacaksın bacağının kılını, hele ondördüne bas” diyordu. Kaş almasını da öğretti bana cımbızla. Liseyi bitirinceye kadar ne bacağımın ne de kollarımın kıllarını aldırdım, nede ağdalattım. “Kıllar aldırıldıkça daha gür gelir, ama başka caren yok ki” diyordu Emine abla. “Erkekler kıllı kadınlardan hoşlanmazmış” “ Gerdek gecesinden evvel yumurta gibi olunmalıymış” “Erkek elini şöyle bir sürünce, hiç bir pürüzle karşılaşmamalıymış” Tüm bu tür hikayeleri dinlerken utanıyordum, ilgimi çekmiş olduğu gerçeğini kendimden bile saklamalıydım. Gece yatarken yorganın altında ellerim boş durmuyordu; vücudumda bir erkeğin eli geziniyor sandığım geceler, garip rüyalar görerek, korku içinde aniden uyanmağa başladım.
Sancılar içinde kıvrandığım bir sabaha karşı yatağımdan çıkamayacak kadar halsizdim, başım dönüyordu. Çarşaf üzerinde kurumuş kan lekelerini gören annem‘Ay hali’ olmuşşsun kız ! diye bağırdı. Bana ‘boy abdesti’ nasıl alınır, nasıl dua ediliri bir çırpıda öğretmeğe kalktı. Hiçbiri aklımda kalmadı. Ona göre ‘evlenecek çağa’ basmıştım. Tülbentten yapılmış bir kuşak verdi. Büyümeğe başlayan göğüslerimi onunla sarmağa başladım. Göğüslerim lastik top gibi zıplamayacaktı artık. Göğüslerimdeki derim yırtılıyormuş gibi sızlıyordu. Zeytin yağıyla oğuyordum. Tülbent sargıyı, liseyi bitirinceye kadar kullandım. Bulunduğumuz şehirde halka açık bir yüzme havuzu bile yoktu.
Zengin evlerinin arka bahçelerinde varmış, ben hiç görmemiştim.
Deniz, erişilmez bir uzaklıktaydı benim için.
Liseyi bitirdiğim gün, ağbim askerden yeni terhis olmuştu. Altı ay birlikte zor oturduk. Annemin, ‘kazık gibi oldun evlen artık, akıllı uslu gelin getir şu eve de, evlat mürüvveti görelim’ türünden ısrarlarına, dırdırlarına dayanamadı, Almanya’ya gitti, ‘vasıfsız’ bir işçi olarak.
Dil-tarihi kazanmıştım; öğretmen olmak isterdim küçüklüğümden beri, öğretmek isterdim bildiklerimi karşılıksız. Çalışıp okumayı denemek istedim. Bütün kış iş aradım, ayakkabılarımın altı delindi, kar suları girmeğe başladı. Bürokrat yakınlarımız, bize uzaktı. İçerden torpil işlemeyince, aslanın ağzındaki ekmekten bir dilim olsun nasiplenmek zordu.
Eve görücü kadınlar gelmeğe başladı. Mahalleli, sanki liseyi bitirmemi bekliyormuş gibi, beni istemek için kuyruğa girmişti. Güzel sayılırdım. Annemle birlikte, bayramda ‘zengin’ akrabaların gönderdiği elbiseleri söker bozar, vucudumuza göre bir şekil vererek diker, ancak bayramdan sonra giyerdik. Çalışmağa başlarsam, ilk maaşımla bir çift ayakkabı ve etek buluz almayı planladım. Üniversiteye başladım ama, kitap alacak parayı denkleştiremedik bir türlü.
Kurban bayramıydı, yine saygın akrabaların gönderdiği etleri kavurmuş, tuzlayıp küpeçlere bastırmıştı annem. Yaptığı kavurmayı yerken, ansızın zengin akrabamızın arabasının kornası çaldı, gecekondumuzu sokağa bağlayan keçi yolunun bittiği köşede ve çocuk sesleri, bağrışmalar. Bayram gösterisi başlamıştı gene. Akrabalar, kavurma kokan iki göz gecekondumuza girmeden bahçedeki sedire iliştiler. Annem, ‘hadi kız, bize orta şekerli birer kahve yap’ diye azarlarmışcasına emir buyurdu. Saygın akrabaların ellerini öpüp içeriye koştum. Beni alacaklarmış gibi, kaş altından süzmelerinin gerekçesini, annem onlar gidince dizinin dibine oturtup, saçımı tarayarak anlatmağa başladı. Zengin akrabamızın ‘saf’ oğluyla evlenirsem, ‘turnayı gözünden vurmuş’ olacakmışım. “Nasıl olur anne, adam alığın teki, en az otuz kırk yaşında.” Diye yükselttiğim itirazlar fayda etmedi. Annem kafasına koymuştu. Düne kadar, ‘aklından zorlu eşşek kafalı’ olduğunu söylediği adam, şimdi küheylana dönüşmüştü. “Çok beğeniyorsan, kendin evlen onunla” demeğe kalmadan, maşayı sırtımın ortasına hızla vurdu! Soluğum kesilmişti bir an, gözüm karardı, yüzükoyun yere kapaklandım. Midemden bayram kavurmalarıyla karışık acı sular geldi, küfür gibi döküldü ağzımdan. “Onunla evleneceğime komşunun ‘Furuko’suna kaçarım daha iyi!” Diye bağırdım ağlamaklı.
Komşumuzun oğlu, yeni toplum polisi çıkmıştı. Boyu upuzun, elleri dizlerine kadar gelip, boşlukta sallanıyordu. Melül melül bakan kuru üzüm gözleri vardı. Tas gibi şapkasını başına geçirince, vişneli frukoya dönüyordu! Ama, gençti ve beni ‘deli gibi sevdiğini’ söylüyordu! Senin için ‘frukoluktan’ bile vazgeçerim, yeterki ‘he’ de diyordu, her görüşünde, sokak başında beni beklerken. ‘Üniversiteli oldun ya, artık kimseyi takmazsın!’ diye sitem edip, kahroluyordu. Oysaki ona umut verebilecek en küçük bir davranışta bulunmamış; türkü söylemeğe başladığı zamanlar hemen içeriye kaçmış; dikkatimi başka şeylere vermeğe çalışmıştım. ‘Küçük adamların, büyük gururu olur’ derler. Frukonun gururuyla oynayıp taşırmağa hiçde niyetli değildim. O ‘kendi kendine gelin güvey oluyordu’ ama, farkında değildi. Kızkardeşini bir kaşık tuz almak için bizim eve yollayıp, ‘Abim senin için deli oluyo abla’ diye mesaj göndermeyi sürdürdü. ‘Hele bir üniversiteyi bitireyim, sonra düşünürüz’ diye başımdan savdım kızcağızı. ‘Sonra düşünürüz’ sözcüğünüm neresinde ‘umut’ ışığı buldu furukom, bir türlü anlayamadım. Yine, yanık yanık türkü çığırmayı sürdürdü, her sabah işine gitmeden evvel.
Ağbim, “gider gitmez size ‘harçlık’ gönderirim, merak etmeyin” demişti. Bir sene geçmesine rağmen, bir dolar olsun yollamamış, yollayamamıştı. Frukolar, üç gözlü gecekondularına telefon çektirtmişlerdi ve bir de televizyon anteni taktırmışlardı çatıya. Bir gece ağbim oradan bizi aratmış, annem ve ben heyecanla koştuk. Annem ağlamaktan, para istemekten bana fırsat bırakmadı. Oysaki, ağbimi öylesine özlemiştim ki!
Onunla bir dakika bile konuşamadım, ‘beni oraya aldır ağbi’ diye hıçkırdım.
Sonra eve koştum, uzunca ağladım, kurtlar gibi uluyarak.
Derslere girmez olmuştum, kantinde oturup ‘ajitasyon dinliyordum, solcu öğrencilerden’
Üniversite kaynamağa başlamıştı, yanardağı gibi ne zaman patlayacağı belli olmamasına rağmen, kükürtlü dumanlar püskürtüyordu varoşlara doğru! ‘Proleteryayı, burjuvaziyi, emek ve sermayeyi, faşizmi, sosyalizmi ve anarşizmi’ öğrenmeğe başladım. Marks’tan Bakunin’e bir dizi ‘ustalar’ girmeğe başladı rüyalarıma. Kendime bir örnek seçmeliymişim gibi bir duyguya kapıldım ve kütüpanelere kapandım. Çeviriler sayı ve kalite olarak yetersizdi veya bana öyle geliyordu. Yasaklara karşı duyduğum ilgi, beni araştırmaya yöneltti.
Neyi nereden araştıracaktım ki?! Kütüpaneler, arşivler devletin ‘olurunu’ almış yazarların yapıtlarıyla süslenmiş, tozlanmaya terkedilmişti.
Bizim mahalleden bir kız arkadaşımla birlikte evlerde yapılan toplantılara katılmağa başladık. Doğru dürüst ne ayakkabım, nede elbisem vardı. Utanıyordum, zengin çocuklarının arasına karışmağa. Doğum günü partilerine çağrıldım, ama gidemedim, bir türlü atamadım sırtımdaki “güven” kamburunu. Bizde ‘doğum günü’ kutlamak adetten değildi.
Bir gece afişleme pullama için gelip aldılar evden gece yarısı. Annem horluyordu, duymadı gittiğimi. Güneş ortalığı ağartıncayadek sokak sokak dolaştık, ayaklarımda yeni nasırlar oluştu o gece. Polis, gece bekçileriyle saklambaç oynar gibi tüm afişleri yapıştırdık. Ellerime, tutkallı fırça kullanmaktan yeni bir deri kapladı. Eve geldiğimde annem tuvalet için yeni kalmış beni yatağımda görmeyince, ‘Bu deli kızı furuko kaçırmasın’ diye dışarıya fırlamıştı ki, beni kapıda görünce, şaşkın ‘nerde sürttün sabahlara kadar?’ diye bağırdı. Tüm mahalleyi uyandıracaktı az kalsın! ‘Uykum kaçtı bahçede dolaşıyordum’ türü ‘yalanlarıma’ kanmayacak denli ‘kaçın kurrasıydı’.
Ellerimi görünce, önce şaşırdı, sonra acıyarak beni içeriye aldı.
Annem Halk partiliydi. Mahallede bir biz vardık Halk partisinden. Diğerleri ya Adalet, ya da Selametciydi. CHP, Selametle koalisyona girmiş; Milliyetçi Cepheler kurulmuş “kadayifin altını kızartıyorlardı” hep bereber! Ben oyumu kullanmamıştım ama, anneme bakılırsa, bende halkçıydım. Gözlerimi araladığımda, mutfak, banyo gibi kullandığımız ikinci gözden nefis bir tarhana çorbası kokusu burnuma kalk emri verdi. Annemin böyle anlayışlı davrandığı, bana çorba hazırladığı zamanlar hep kötü bir şeyler olacakmış, ‘boktan’ bir haber alacakmışım gibi korkarım. Hele beni dizinin dibine oturtup, küçük bir kızmışım gibi saçlarımı okşamağa, taramağa başladı mı, mutlaka bir felaket haberi dökülür ağzından.
Onun gözünde hiç büyümemiştim ki zaten!
‘Bana bak kızım, yirmisine bastın, artık aklı başında delikanlı kız oldun. Ellerimin romatizmalarını görüyorsun. Doktor ilaç parası oluyor aldığım üç beş. Ağbine kalırsa açlıktan öldük. Akrabalardan dilenmekten bıktım. Sen okuyasın diye katlandım, saçımı süpürge yaptım. Ama, artık eskisi gibi dinç değilim. Mezarında kıvrım kıvrım dönesi herif, orospularla yedi bitirdi; miras yerine borç bırakıp gitti!’
‘Kısa kez anne’ dememe kalmadan, yüzümün hatlarını okuyarak;
‘Amcan gelsin, bizim restorantta kasada çalışsın, dolgun haftalık veririm, yeme içme de bedava’ diyor.
‘O salak oğluna ne olmuş?’
‘Ona güvenemiyormuş, sana güveni varmış’
‘Mutlaka bir çıkarı vardır o çakal suratlı adamın’
‘Aman kızım, ne biçim laf o, kimse duymasın, şu sırtımızdakileri kim aldı sanıyorsun?’
Aklıma, Cemil’in ‘Proleterya’ tanımlaması geldi birden. Neden olmasın? dedim içimden ve annemin maviş gözlerine bakarak. ‘Olur anne, senin hatırın için deneyeceğim’
Annem seviçten havalara uçtu. İlk kez bana sarıldı. Şaşırdım. O da şaşırmıştı, sevincine yenilmiş gibi geriledi birden. ‘Hem ana hem baba’ olmuştu bana uzun yıllar. Şimdi baba rolüne soyunmuştu, yarı ciddi, yapmacık mı yapmacık! Öpmek istedi, tahta kaşığı uzattım buruşuk dudaklarına doğru, ‘Eline sağlık tarhana epey hora geçti bak, istediğini yapacağım’ diyerek ondan uzaklaştım.

Cemil kim mi dediniz? Sorunuzu anlayamadım. Tamam tamam, siz not tutmağa devam edin. Zaten bir şey gelmiyor elinizden bu kaçıncı gelişim.

Cemil’in başka bir yeri var anılarımda. Herkesten herşeyden üstün bir yer orası. Belki, babamdan, ağbimden bile.
Cemil’le tanıştığımda o akedeminin son sınıf öğrencisiydi. Tepenin ardındaki tümen komutanın biricik oğlu. Bu gerçeği herkesten saklamağa çalışmış uzun zaman.
Bana kendisini anlatıyordu bir gece, tartışmalı geçen bir toplantı sonrası eve dönerken yolboyunca; belki toplantıda bir tek ben onu desteklediğim için, kendisine yakın hissetmiş olmalı; yanakları kızararak; mahçup, gözlerini gözlerimden kaçırarak: “Ben, Atatürkçü bir generalin oğluyum. Benimle arkadaş olmaya karar verdiğin için açıklıyorum bunu” diyerek, sanki inledi. “ Babamı sevemedim, onu ne tanımağa nede sevmeğe fırsatım oldu. Güneydoğuda bulunduk uzun süre. Komuta ettiği tümenin mutlak otoritesi, eve keldiğinde kül kedisine dönüşüyordu. Evde otorite anneme aitti.”” Ben iki otoriteye de karşı geldim. Biri devleti, diğeri hükümeti temsil ediyordu benim için. Zaten, dini bir otorite olarak kabul etmiyordum.”
Şaşırmadım, anlayışla mı karşılamam gerektiğine karar veremedim, açık sözlülüğü beni kendisine dahada yakınlaştırdı. Titreyen ellerini avuçlarım arasına almağa çalıştım. Yaralı bir kartal pençeleri gibiydi parmakları. Yüreğimin çırpınışları dalga dalga terleyen avuçlarıma doğru hızla yayıldı. Yüreğimi soludu ellerim. “Yüreğine hakim olmalısın, yoldaş!” diyecek diye çekindim. Yüz hatlarını çok ciddi buluyordum. Birden gevşedi, gülümsemesi kucakladı havaya uçan heyecanımı.
Birden ürperdim. Sevmek bu muydu? Aşık olmak ne demekti?
“Yoldaşlık” ilişkilerinin dışına çıkma cesaretini bulabilecek miydik?
Bizden evvelkilere ‘örnek’ olma kıskacı altında duygularımızı zincire mi vuracaktık!
Bu muydu “Özgürlük Dünyası” ? ‘Kadınların kurtuluşunun devrim sonrasına bırakılmasının’ altında ‘erkeklerin’ kaybetmekten korktukları otorite mi gizliydi.? August Bebel’i okuyuncayadek bu sorularıma kendimce yanıtlar bulabilmiş olduğuma şimdi şaşıyor ama, bir yandan da kendime olan saygınlığımı tazeliyorum.

Cemil:“Biz yetmişsekizliler, altmışsekizlilerin muhteşem anılarının küllerinden kendimizi varettik!
Onların saygınlıklarının altında ezilerek başımızı dik tutmağa çalıştık.
Onlar hakkında çok şeyler yazıldı. Toplumsal bir baskı oluştu çevremizde. Onlara ölünceyedek borçluymuşuz gibi bir yükümlülük yüklendi cılız omuzlarımıza. Bu yükün gönüllü hamallığına soyunacak mıyız? Yoksa yarı yolda sırtımızdan atacak mıyız? Hedefe ulaştırabilecek gücü kendimizde buluyor muyuz? Bence hayır!”
diye kendi gerçeğini teslim ediyordu, anfide yapılan bir toplantıda!
Onu, tanıdığım diğer ‘solcu’ arkadaşlardan ayıran önemli bir yan vardı.
Her türlü otoriteyi, tabuyu reddetmiş olduğunu söylüyordu. ‘Aşık’ olmak tabusu dışında! Bunu açıklayacak medeni cesarete sahip olması, isyankarlığı onu yalnızlaştırıyordu da. Varolan politik örgüt ve partilerin kısa bir süre sonra bürokratik çember içine girmiş olmalarından yakınıyor, ‘devletleşmenin’ basamağı olarak gördüğü bu yozlaşmayı reddediyordu. Bazan uzun uzun dalar, sonra ‘gelecektekiler bizden daha mutlu olacaklar’ diyerek teselli bulurdu. Babası, onu ‘ miras hakkından mahrum ederim’ diye tehdit etmiş, sonra da beylik tabancasını çaldığını öğrenince‘evlatlıktan’ çıkarmıştı.
Bana, babasının beylik tabancasını gösterince, önce irkildim, korktum. Sonra namluyu temizlemek için söküp, gözünü dayayınca, mor çeliğin oval ışınlarında birleşti gözlerimiz. Mermiye hız ve doğru hedef kazandıran yiv ve setleri gösterdi. Sessizlik kulelerine çıkan basamaklar gibiydi, ölüm kokuyordu. Bu tabanca laz yapımı bir tabancaymış meğer. Bir torna ve eğeden ibaret atölyelerde yapılmış saklı gizli. Kimi nerede ölüme gönderecek bir silaha dönüşmeden demir, çeliği barındırırmış atomlarında.. Sevginin aşka dönüşmesi gibi bir şey mi bu?
Cemil aniden ortadan kayboluyor, bir iki hafta görünmüyordu. Nereye niçin gittiğini sormayı kırk kez düşündüm, hesapladım ama, bir türlü sormağa cesaret edemedim. Yorucu bekleyişler sonucu geri dönüşünü kutsuyordum. O yokken hiçbirşey gülmüyordu. Nar çiçekleri pembeden mora dönüşüyordu. Sevdiğim kırlangıçları bile gözüm görmüyordu.
İşte o zamanlar başladım suluboya resim çalişmalarıma.
Hafta sonları amcamın lokantasında çalışıyordum. Garson, ahçı veya bulaşıkçı hastalandığında onların yerine çalışmam isteniyordu. ‘Aldığım parayı hakketmeliymişim’
Cemil, ‘görevden’ döndüğünde lokantaya uğrar, bir yabancı gibi en kuytu masaya yerleşir, gözlerimizle konuşurduk. Amcam bizi gözler dururdu. Oğlu Hikmet efendi de sırıtarak gelir takılırdı, ‘mercümeği fırına verdiniz mi kız?’ diye sorardı. Eliyle işaret ederek, ‘mercümeği fırınladınız mı?’ diye güler, mutfağa kaçardı sapık herif.
Mahalleler, yollar, sokaklar sağcı solcu militanlarca parsellenmişti. Dolmuşumuzun önü kesiliyor, kimlik taraması yapıyordu faşistler. Ve sorular: ‘nerede okuyorsun, nerede oturuyorsun, koltuğunun altındaki kitapları uzat bakalım, yanındaki kim? Al şu broşürleri iyi oku!’ ‘fazla konuşma, gomunist kahpe’ ‘Çık dışarıya, üstünü arayacağız’ ‘Gomunistinki altından da, bizimki bakırdan mı kahpenin dölü’
Cemil beni evime kadar getirmek istedi, hep reddettim. Alışmıştım dolmuşta itilip kakılmağa, aşağılanmaya. O sabırsızdı, ataktı. Başına bir hal gelse, kendimi ölünceyedek affedemezdim. Annemle tanışmak istediğini söyledi.
“Bu imkansız Cemil, annemle tanışsan, tanıdığına pişman eder insanı! Cenesinden evde bir lahza bile duramam sonra. Beni amcamın oğlu Hikmetle evlendirmek istiyor Cemil! Anlıyor musun!? Hikmetle! Parası için tabii ki Cemil!”
diyemedim, söyleyemedim düşüncelerimi, açamadım damarlarımdaki delice kendini dağlara vuran dalgaların nedenini. Açamadım duygularımı derinlemesine, sevdiğimi söyleyemeyecek denli gücümü yitiriyordum, onu dinlerken!
Bir akşam üzeri, ilk kez beni telefonla aradı lokantadan. Hikmet sırıtarak, ‘Seninki arıyor, mercümeği fırınlayacakmış’ dedi. Önceleri acıdığım bu sapıktan nefret etmeğe başladım.
Cemille ilk kez bir pastanede buluşacaktık. İlk kez bu denli heyecanlanmıştım; önemli bir şey olmasa beni pastaneye çağırır mıydı? Yoldaşlık, devrimci arkadaşlık sınırları içinde bir buluşma olacaksa, neden heyecanlanmıştım bu kadar?
Bu kez içimde ne varsa ona açmalıydım, bembeyaz bir çarşaf gibi rüzgarın kollarına bırakmalıydım duygularımı. Hiçbir gizli yan kalmamalıydı, kızgın ütüden geçmiş kolalı ince perdeler gibi, ışığı emdikçe renkler cümbüşüne dönmeliydi. Rüyalarımı, düşlerimi onunla paylaşmalıydım.
‘Seni seviyorum Cemil! Yoldaşca bir sevginin ötesinde; bir duygu yumağı sarmalamış yüreğimle, elini uzatsan sökülüp gidecek. Gübreli bir toprağa ekilmiş kabak çiçeği gibi, uzayıp gökyüzünü öpecek!
‘Seni seviyorum Cemil. Bir yoldaş gibi mi? Hayır, Cemil seni yoldaş gibi sevemem artık. Kendime ihanet edemem!
İlk kez karşılaştığım bir duyguya saygımı yitirsem, geriye ne kalır Cemil?’ demeliydim, haykırmalıydım yüzüne, suçlular gibi!
Düşüncenin eylem aşamasında donup kalması. O duygularını gizlemeyi iyi beceriyordu.
Ben ise hep açık vermeyi sürdürecekmiydim. ? Bilmiyorum.
Kasayı Hikmet’e teslim edip, lokantadan fırladım.
Delişmen, nedensiz, savruk ve coşkulu bir sanrının peşisıra koştum.
Pastaneye ondan evvel gelmek, heyecanımı yenmek istiyordum. Önce tuvalete gidip rahatladım, aynaya yansıyan yüzümün şeklini hiç beğenmemiştim, makyaj yapmağa alışık değildim. Kaşlarımı bile almıyordum, gözlüklerimin çerçeveleri yeterli kalkan görevi görüyordu gözlerime. Duygularımı ele vermekten korkuyordum. Pencere kenarındaki bodur bir limon ağacının yanındaki masaya yerleştim. Avcısını bekleyen bir ceylan gibi huzursuzdum.
Cemil randevu verdiği saatta kapıda göründü. Üzerinde her zamanki yeşil parkası, ayaklarında da botları vardı. Omuzlarının bu kadar geniş olduğunu ilk kez farkettim. Oraya başımı dayayıp uyanmamacısına uyumak isterdim.
Gülümseyerek yaklaştı, yanaklarımdan öperken, sakalının sertliğini ve soluğunu hissetmiştim; yakıcı çöl rüzgarı gibiydi, vahaların korkulu rüyası. Tokalaşan elim avucunda eriyip gitti. Yine açık vermeğe başlamıştım, toparlanmak için çaba harcamıyordu yüreğim. Dudaklarım boyluboyunca yayılmıştı! Benim avcım mı, yoksa kurtarıcım mıydı? Bilmiyorum.
Oturduk. Uzun bir yolculuğa çıkmadan evvel vedalaşmağa gelen eski bir dostun ‘özlem’ çağrıştıran ağırlığı ile, ilk karşılaştığımız andan başlayarak bugüne getirdi dayadı konuyu.
Susmuş onu dinliyordum, ellerim avuçlarında sabırlı ve sakin; evde kalmış kızların ağıtlı yemenisini işliyordu. İçtiğim ikinci kahvemiydi beni bu kadar sakinleştiren. Yoksa avcısna aşık olmuş kekliğin doygunluğu mu?
“Yoldaşlar beni Dükalığa çağırıyor. Bana ihtiyaçları varmış. Bu kez uzun sürebilir ayrılığımız.”
“Ne kadar uzun sürecek!?” diyemedim.
“Belki oradan güneydoğuya uzanırım, bilmiyorum”
“Beni de yanında götür, sana yük olmam” diyemedim.
“Sana gitmeden evvel önemli bir şey açıklama gereği duydum”
“Beni sevdiğini mi söyleyeceksin” diyemedim. ‘kadınlar ilk hareketin erkekten gelmesini bekler’ demişti annem.
Elini cebine götürdü.
“Bir nişan yüzüğü çıkarıp parmağıma takacak” sandım heyecanla.
Cebinden çıkardığı küçük bir anahtarı uzattı.
“Bu yurttaki dolabımın iç bölmesinin anahtarı. Eğer onbeşgün içinde geri dönemezsem, içindeki notları, belgeleri yak” dedi.
“İstersen önce oku.!” Diye ekledi.
Sustum, gözlerinde kaybolmuş bir takanın şaşkınlığı ile.
“Sen nasıl istersen” diyebildim. Teslim olmuşcasına dalgalara.
“Kalkalım mı? “dedi, telaşsız.
Hava serinlemişti, kaldırımlar akşam oltasına teslim etmişti başlarını.
Kızılayda apoletliler her zamankinden daha sık geziniyordu, “Biz buradayız her zaman, unutmayın ha!’ dercesine ağır bir yeşile, maviye bürünmüştü yollar.
Pastanenin yanındaki karanlık noktaya çekildik, parkasına sardı beni. Ayrılmamacasına sarıldım, ayaklarımın bağı çözülmüştü, aç bir it gibi titreme sallamağa başladı dizlerimden aşağıya beni. Gözlüklerim buğulanmıştı. Kuvvetli kollarıyla sıktı sarmaladı beni, ayaklarım yerden kesildi, uçmağa yönelmiş bir uçak gibiydim sanki. Kaldırıma parketmiş bir arabanın kornasıyla kabuslu bir rüyadan uyanmışcasına sıçradım. Kenetlenmiş ellerim belinden çözülürken, kayışının arkasına sıkıştırdığı beylik tabancaya takıldı parmaklarım. Tabancayı çekip, önce onu sonra kendimi vurabilme duygusu bir ışık hızıyla sildi geçti usumu!
Gitme Cemil! diye haykırdım, bırakma beni böyle … !
Cemil dudaklarını dayadı, kor gibi yandı dudaklarım. İlk kez öpüşmenin tadımıydı bu. Aman allahım! Bir girdap gibi yuttu beni..Başım dönüyordu, nefesiyle birleşen soluğumun vucuduma dalga dalga yayılmasını nasıl engelleyebilir, nasıl kopabilirdim bir çift kiraz gibi umarsız!
Birden kopru benden, ardına bakmadan hızla uzaklaştı kapkara bir arabaya girdi, kayboldu.
Duvarın kenarına bir çuval çakıl taşı gibi yığıldım. Karanlık doldu içerime naletli bir heykel gibi betonlaştım. “
 ***
Tamam tamam bakma saatına ikidebir! Üç kez esnedin, dikkatin dağıldı belkide. Bak not bile tutmuyorsun artık.
Niye anlattırdın ki bana bunları!? Neden neden deştin kurumağa yüztutmuş asırlık yaralarımı!?
Tamam görevin bu anladık, meslek edinmişsin ölü balık gözlerini takıp hastalarını dinlemeyi!
Duygusuz, sorgusuz bakışlarınla ‘Hadi git’ mi demek istiyorsun?
Haftaya, dolu dizgin geleceğimi biliyorsun!
Bu, kendimle hesaplaşmam ne kadar sürer bilememem ama, seni karşımda aç gözlü bir muhasebeci gibi görmek midemi bulandırıyor!!
Tüm erkeklere küfretmek istiyorum senin şahsında! Hepiniz aynı kumaşdan dokunmuşsunuz, desenleriniz ayrı olsada, aynı otoritenin saçayağısınız!
Şimdi, bu kadın yine sapıttı diyeceksin değil mi! Al şu prozak recetesini deyip başından savamazsın artık beni.
 Çünkü sen, benimle bütünleştin; beni dinleyerek benim kalıplarıma döküldün, boyluboyunca bir sedir halısı olduk seninle!

Volkan Kemal
Aralık 2002