Wednesday, January 30, 2013

Zelda Nilgün Marmara



Nilgün Marmara, (d. 13 Şubat 1958 – ö. 13 Ekim 1987)

1958 yılında İstanbul’da doğdu. Ortaokul ve liseyi Kadıköy Maarif Koleji’nde okudu. Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde lisans öğrenimi tamamladı ve Sylvia Plath üzerine incelemeler yaptı. Plath’ın yaşamı, düşünceleri, özellikle bireyin yalnızlığına ve varoluş sorununa bakışından etkiledi. Sylvia Plath sevgisi, Marmara’yı ölümde de sevdiği şairin yazgısıyla birleştirdi. 13 Ekim 1987 tarihinde, 29 yaşındayken ‘bekleme salonu’ olarak gördüğü yeryüzünü terk etmeye karar verdi ve evinin balkonundan atlayarak kendi isteği ile yaşamını sonlandırdı.
Düşle gerçek arasında gidip gelen, kırılgan bir izlekle yazdığı şiirleri çeşitli dergilerde yayımlandı. Şiirleriyle sadece kendi kuşağının şairlerini değil, Ece Ayhan gibi eski ve güçlü şairleri de etkiledi. 77-87 Yılları arasında yazdığı şiirler ‘Daktiloya Çekilmiş Şiirler’ adıyla yayımlandı; Günlükleri ve sağa sola yazdığı notlar Gülseli İnal tarafından bir araya getirilerek ‘Kırmızı Kahverengi Defter’ adıyla bir kitapta toplandı. Mezuniyet tezi Dost Körpe tarafından dilimize çevrildi ve ‘Sylvia Plath’ın Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi’ adıyla Everest Yayınları tarafından kitaplaştırıldı.

Çeşitli dergilerde şiirleri yayımlandı. Küçük İskender, Lale Müldür, Orhan Alkaya, Cezmi Ersöz, Ece Ayhan, Gülseli İnal, Onur Göknil ve Serdar Aydın gibi şairleri derinden etkiledi.
Sylvia Plath sevgisi, Marmara’yı ölümde de sevdiği şairin yazgısıyla birleştirdi. 13 Ekim 1987′de henüz 29 yaşındayken “yaşama karşı ölüm” dedi ve intihar etti. Kırmızı Kahverengi Defter adıyla yayınlanan günlüğünde “hayatın neresinden dönülse kârdır” ifadesi yer almaktadır.
Eserleri
Şiir : Daktiloya Çekilmiş Şiirler (1988) / Metinler(1990)
Günlük : Kırmızı Kahverengi Defter (Gülseli İnal tarafından hazırlandı, 1993)
İnceleme : Sylvia Plath’ın Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi (1985, Dost Körpe tarafından 20 yıl sonra Türkçe’ye çevrildi)

Ne zamandır ertelediğim her acı,
Çıt çıkarıyor
artık, başlıyor yeni bir ezgi,
-bu şiir -
Sendelerken yaşamım ve bilinmez
yönlerim,
Dost kalmak zorunda bana
ve sizlere!
 Tükenirdi monolog
kaçarken içine düştüğüm kara toplum
‘big bang’ sonrası büyük yalnızlık bilinmeyeni
saçlarında titreyen iblisler karartırken güneşi
üst üste gömülürken
saydam yaşamlar
bir yankı duyulurdu hiç’likten..
Bütün yalnızlıklarınızın ilenci
korusun çoğulluklarınızı
cinnet koyun erdemin adını
maskelerinizi kuşanıp yalanlarınızı çoğaltın
hepiniz mezarısınız kendinizin!.

Kış uykusunda bir melek
- Birilerin beni çağırıyor!
- Buraya gel..


Nilgün MARMARA “Kuğuların ölüm öncesi ezgileri şiirlerini bırakarak 13 Ekim 1987 de bekleme salonunu terk etti. Ne beklenmeyen ne de garip bir varoluştu bu. Zaten 29 yılını, hayatını, şiirlerini ve rüyalarını ölümün kıyılarında yaşadı.
”Yerleşik yabancılığının acısını” hissetti daima.
Tutunamadı Zelda. Anlayamadı, anlamlandıramadı, alışamadı, varolamadı, katlanamadı. Uğraştı yazmaya çalıştı. Sayfalara kustu 29 yıllık kısa yolculuğunun günlüklerini. Kayıp bir yolculuğun hiç anlamsız, trajik dizeleri kaldı geriye. Hissedebilenlerin hiçte yabancı olmadıkları kelimelerle dolu şiirler, metinler ve bir de kırmızı-kahverengi bir defter…
yitiriş, tiksinti, kayboluş, kopuş, ölüm!
“Azımsanamayacak kadar ölmüşüm / Azımsanamayacak denli ölüyüm… Geliyorlar bu evde doğan yeni bir ölümü görmeye; koşarak düşe kalka yuvarlanarak sürünerek… Nasıl olursa olsun; görmek için bu eski dostlarının yeni cesetlerini ve göstermek için kendi dirimlerinin kıvılcımlarını geliyorlar. Ölüm sessizliği toz ve küf kokan evden ayrıldıktan  sonra seviniyorlar canlıyız diye.”
Hiçbir anlamı yok hakkında konuşmanın yada çözmeye çalışmanın.
İçine düştüğü bu yaşamı sahiplenemeyen bir küçük kızın varoluş çığlıklarıyla tünellerde yiten yaşamının dingin melodileri sadece..
Zorunlu Tünel
Meyvelerin çocukları arı varlıklar baktırmaya
işaretliyorlar belleğini insanlığın
ki o unutmuştur kendi oluşumunu,
görmez ne olgun kokular
renk ve tatlar
taşınır her ilmeğinde çıplaklığın.
Perdeler çekilidir bakışına belleğin
çok öncelerden beri,
büyüyen ağaçlarına özgür çocukların,
vurur baltasını sinsi körlüğüyle tarih!
Ve şimdi yollarında yaşamın
çığlık tünelleri kazmak
ve susmak’ı
yazmak
kalmıştır
işaretleyenlere
-bu, hepsi, belki-
Sunu *
Nedir bu kovmaya çalıştığınız tüm kıvrımları arasından beynin densiz aralarla saatten çıkan bir kuş deşen kuytuları diken gözlerini bilince anın ana düşmanlığı o ağulu gerçek..
-ÖLÜM/SEVİ- Kasım, 1979
“Hayat hep yüzünle seviştik.. Tersinin hatırı kaldı..”
“Ölürken kahkahamı ona bırakacağım.”
“Ey tiksinç aydınlık! Kusuluyor senin için, bil!”
“Sonra sözcüklerin kumda bıraktığı izlerin içine yerleştim.”
 “Benden sonra kuşlara iyi bakın”
“Ben babamın yuvarladığı çığın altında kaldım.”


“Nilgün ölmüş.Beşinci kattaki evinin penceresinden kendini aşağı atarak canına kıymış. Ece Ayhan söyledi. Çok değişik bir insandı Zelda. Akşamları belli saatten sonra kişilik hatta beden değiştiriyor gibi gelirdi bana. Yüzü alarır bakışlarına çok güzel ama ürkütücü bir parıltı eklenirdi. Çok da gençti. Sanırım otuzuna değmemişti daha. Ece ile gergedan için yaptığımız aylık söyleşide ondan söyle söz ettim: bu dünyayı başka bir hayatın bekleme salonu ya da vakit geçirme yeri olarak görüyordu. Dönüp baktığımda bir acı da buluyorum Nilgün’ün yüzünde. O zamanlar  görememişim. Bugün ortaya çıkıyor.” Cemal Süreya
.
Kan Atlası
Emel’e
“Ben babamın yuvarladığı
çığın altında kaldım.”
Çolak mırıltılarla dövmelenen çocuk
her gün her gece eğer adasında,
Gözü ağzı elinden alınmış, yosunlar
sarmış bedenini çığlıklarken bunu
su içinde…
Karada, hançer suratlı abinin rüzgarında
uçar adımları.
Geçmiş ilmeğinde saklıdır arzusu
İçinden karanlık, tekrar ve ilenç
sızdıran hayret taşında.
Soruyor hatırasında, “sırtımda ve
sırtında gezinen bu ürperti kim,
bir damla süt yerine bu ağu kim?”
ay gözüyle bakmayan kavruk akıllara
-boy atmış da salgıları,
cücelmiş sezgileri-
bir yanılgı rehavetinde debelenenlere…
Ey, yüzleri
bir babakuş gölgesine
çakılmış olanlar,
Üzgün adım, ileri marş!
Aralık, 86
Kış uykusundaki bir melek Zelda. ‘nasıl da düzdür ve düz bir tümcede intihar edecektir şair’.
Ve 13 Ekim 1987′de evinin balkonundan yavaş adımlarla  terk edecektir bekleme salonunu. Daha 29 yaşında. ölüm egemen olmuştur. Muhteşem bir ölüm, kalan sağların kabul edemeyecekleri  kadar kusursuzdur bu son.
Bir akşam vakti, yirmi dokuz yaşında; o dokunulmaz güzelliği ve ağzının kenarında ışıldayan o masum kanla kendisini boşluğa  bıraktı..
“Tanıklar söylüyor, yere düşerken hiç çığlık  atmamış.”
Nilgün MARMARA bu dünyaya terkedildi, mahkum edildi. ‘İçine düştüğü kara toplumda ‘süreç yok ediciydi’, anlamsızdı. ‘savruk parçalarıyla yayılan anlam ölümcüldü.’ ne o kabul edebildi ne de onlar kabul ettiler  varlığını..
‘Sanki varoluş beni cezalandırmak ister gibi; yoğunluğundan bana düşen payını benden geri alarak bu yoğunluğa, olur olmadık herkese ve her şeye fazlasıyla katlayarak sunuyor. Ülkem yok, cinsim yok, soyum yok, ırkım yok; ve bunlara mal ettirici biricik güç, inancım yok. Hiçlik  tanrısının kayrasıyla kutsanmış ben yalnızca buna inanabilirim, ben.’
‘Zamansız bir yitiriş’ oldu daima yaşam anlatılan öyküler yalan, yaşanan rüyalar sahteydi..

oysa onun ‘zaman dışı boşluklarda sallanan düşsel uçurtmaları’, rüyaları gerçekti.
‘ölü bir kirpi oluyordum, dikenleri yıldızlar ve yalnızlıkla kıvrılan’ cümlelerde, rüyalarda varolmaya çalışan ben..
‘Bir sabah bedenimin tüm hücrelerini ele geçirmiş bir acıyla uyanıyorum, bundan böyle, nereye baktığı bilinmeyen gözlerinizle her karşılaştığımda katlanacak bir acıyla’
Hiçbir zaman kabul edemedi bu yaşamı ve düzeni. Daima çocukluğun o saf akışını özledi..
‘Çocukluğun kendini saf bir biçimde akışa bırakması ne güzeldi! Yiten bu işte!’
Buralarda kalmaya dayanabildiği zaman içinde ‘kuğuların ölüm öncesi ezgisi şiirlerim, yalpalayan hayatımın kara çarşaflı bekçi gizleri’ni yazdı çığlıklarla eksikliğinin günlüklerini..
 “Hayatın neresinden dönülse kârdır.”
.
.
‘anlamın ötelendiği an’larda
kendini bulmaya çalışan ben kaç kere
bir intiharın ellerinden tutmaya çalışacaktı
hantal akşamların saadet öyküleri nasıl da
yabancısı olduğumuz şeylerdi..’

ve Nilgün MARMARA evinin balkonundan boşluğa bıraktı kendini… sonunda terk edişiyle kırbaç acısıyla gerçekleştirdi varoluşunu ‘kalan sağlara’.. o asla sığamadığı düzeni intiharıyla sarstı.. bizi titretti.. içinden kahkahalarla baktı bize giderken… ‘ölürken kahkahamı bırakacağım..’ içimizi bir öfke kapladı, kabul edilemezdi bu cürreti ve ithamları.
‘Bir eskiciden satın alınmış bu teraziyi bir gün başka bir eskiciye vereceğim, o gün, tozanlarım her bir yana dağılıp toprağın suyun ölümsüzlüğüne eklemlenecekler ve ben özgürleşeceğim.’
Yeni bir yolculuğa sızdı Zelda damla damla… ‘Sonra buradan giderim bir hiç için…’
Ölüm Buraya Kadar!
(1) Cemal Süreya, 841. Gün /  (2) Cezmi Ersöz, İyiler Erken Ölür

Tuesday, January 29, 2013

kalabalık / özge dirik


“ipek böceği attım
eşarp düştü içime...”

uyandım
rüyamda kanamış dilim
belki kıtlama jiletle bağırılan
yaşam öyküleri anlatmışımdır çocuklara.
çocuklar dedim de
onlar da kanadılar
kanınca bana.

kalktım
bir eşkıya rica etti yüklerimi
güzel de bir kadın
çocuğunu öleceği yaşa büyütemeden giden
bir anneyi uğurlamış olsa da
onyedi kalp kriziyle

yürüdüm
adımlarım nasıl da uyarılıyor
kapıyı çalan biri olduğunda
isterse bir hırsız olsun
kapıyı çalmaya yeltenen
  
öldüm
  
ve yarın üşüştüler başıma; yaşlar, ayaklar, gözler
ve yarı yaşam yakınmaları sürdü adıma
ve yar uzun saçlı bir adamla geldi mezarlığa
ve ya bir kadınla...

ve
gömdüler beni,
öldürdükleri gibi
özenle.
........................... 
 26 yaşındaki Özge Dirik, oturduğu apartmanın 10’uncu katındaki dairesinden atlayarak yaşamına son verdi. Dirik’in ‘Vasiyetimdir’ diye başladığı mektubunda daha önce yazdığı 30 şiirin başlıklarını sıralayıp bunların bir kitapta toplanmasını ve kitabın bir nüshasının mezarına gömülmesini istediği belirtildi. "
(29 Ağustos 2004 Tarihli Gazete Haberi)

GÉRARD DE NERVAL


siyahın gezginiyim: her gün daha derine
yanar akşamla caddede vebalı lambalar,
bezgin, sıkıntıyla bakar herkes benzerine;
redingotlarıyla mumya gibi otururlar
iş yerlerinde, kahvelerde. ve akar zaman.
-birden söner uzak bir yıldız gibi yaşaman-
demek isterim, alımlı kadının birine.

çünkü kanar "bir mezarda bırakılan aşklar":
adrianne! jenny! yıllardır bakir bir dulum ben,
avuntu bilmez. nafileydi tüm yolculuklar
o arayış: kara güneş içimdeydi zaten.
gittim harfin ve sayının bilinmez ucuna:
ölü yüzüm çekilmişti gecenin burcuna,
korkmadım sokağa hapsediyorken kapılar.

adoniram! hançerle sınandı ustalığın
ve açıldı gül gibi toht kitabı'ndaki giz:
herkes iki'dir. ben kimin öteki adıyım?
söyle: bulmak mıydı amacın ey yitik ikiz.
"içimizde bir oyuncu, bir seyirci yaşar"
ve "akıl ürünleri delilikten de çıkar"
kazıyınca pıhtısını o yıkık zamanın.

melek gülümsemiyor artık öteki anam,
çekil! çünkü "siyah ve beyaz olacak gece."
ulaşır mı yaralı hayvan gibi bağırsam
sesim bencil, sevgisiz, muhkem ev içlerine?
onulmazım. çağcıl kentin yabanıl yitiği.
tek giysim vebalı ışıklarla melankoli,

Thursday, January 24, 2013

Sylvia Plath – Babacığım



Babacığım Yok artık bir işe yaradığın yok
Tam otuz yıl zavallı
Kanı çekilmiş bir ayak gibi
İçinde yaşadım senin kara kundura
Ancak bir soluk, ancak bir Hapşu.

Babacığım öldürmek zorundayım seni
Ben zaman bulamadan ölüverdin
Mermer gibi ağır, bir torba dolusu tanrı
San Fransisco ayıbalığı gibi kocamandı
Bir ayak tırnağın, iğrenç anıt,

Hele o çılgın Atlantik sularındaki kafan
Güzelim Nauset açıklarında mavi sulara
Fasulye yeşili akıtırdı.
Dua ederdim iyileşesin diye.
Ach, du.

Alman dilinde, savaş, savaş, savaş
Silindirinin yerle bir ettiği
O Polonya kentinde.
Herkes bilir bu kentin adını.
Polonyalı dostum

Bir iki düzine var diyor.
Bu yüzden nereye ayak bastın,
Kök saldın, hiç bilemem.
Hiç konuşamadım ki seninle.
Dilin yapıştı kaldı damağıma.

Dikenli tellere takıldı kaldı.
Ich, ich, ich, ich,
Güçlükle konuşurdum.
Her alman’ı sen sanırdım.
Hele o yüz kızartıcı dilin

Bir lokomotif, beni bir Yahudi gibi
Çuf çuf alıp götüren lokomotif.
Dachau’ya, Auschwitz’e, Belsen’e.
Yahudi gibi konuşmaya başladım.
Sanırım pekala bir Yahudi olabilirim.

Tyrol’ün karları, Viyana’nın temiz birası
O kadar da saf ya da gerçek değildir.
Çingene ninelerim ve acayip talihim
Ve fal kağıtlarımla, fal kağıtlarımla
Pekala ben de birazcık Yahudi olabilirim.

Hep korktum senden,
Luftwaffe’nden, lafı ağzında gevelemenden.
Ve o düzgün bıyığından
Hele masmavi Ari gözlerinden.
Hey Tankçı, Tankçı, Ah Sen—

Tanrı değil, bir gamalı haçsın
Öyle karasın ki hiçbir gökyüzüne geçit vermezsin.
Her kadının gönlünde bir Faşist yatar,
Suratına yer tekmeyi, hayvan
Senin gibi hayvan, hayvandır kalbi.

Bendeki resminde
Karatahtanın önünde duruyorsun baba
Ayağın yerine çenen ikiye ayrık
Ama daha az şeytan sayılmazsın bu yüzden
Yoo, küçücük kan kırmızı yüreğimi

Isırıp ikiye ayıran adam sensin
Daha on yaşındaydım seni gömdüklerinde
Yirmimde ölmek istedim
Sana dönmek, sana dönmek istedim
Kemiklerim bile becerir sandım

Ama çıkardılar beni torbadan
Tutkalladılar, yapıştırdılar yeni baştan
O zaman anladım ne yapmam gerektiğini
Bir örneğini yaptım senin
Meinkampf bakışlı, işkence askısı

Burgu düşkünü karalar giymiş herif
Sonra evet dedim, evet, evet
İşte böyle babacığım, sonunda işim bitti
Kara telefon kökünden kesildi
Kımıl kımıl sesler geçemez artık

Bir değil iki adam birden öldürdüm
Bana sen olduğunu söyleyen
Ve bir yıl doğrusunu bilmek istersen
Tam yedi yıl kanımı emen vampiri
Babacığım sırt üstü uzanabilirsin şimdi

Bir kazık saplı şişko kara kalbinde
Hatta köylüler bile sevmediler seni
Üstünde dans edip tepiniyorlar şimdi
Sen olduğunu hep biliyorlardı
Baba, babacığım, alçak herif, seninle işim bitti.

Sylvia Plath
12 Ekim 1962

Wednesday, January 23, 2013

Susar


bazen taşlar da konuşur, 
mermerlerde
mavice bakınca gökyüzüne
günlerce
beklemede..

bazen..
heykeller de konuşur
Rodin in ellerinde..

bazen tanrılar susar
yıkılmış mabetlerde 
palyaçolar susar
kızıl haçlar üstünde çivide..

ama Camille hep konuşur benimle..
kara gölgelerde döllenir
acılar ülkesinden gülümser
hüzünle

bazen
demir konuşur
tunç konuşur
susmaz namlulaşan dizelerde..
vurur yüreğimin tam on ikisine 
bir gece vakti
yirmidört kerre

o zaman
mavice bir barut konuşur 
dudaklarımın morunda
bir göz susar 
dilimdeki mermide
bir el koparır
ellerimi
parmaklarım 
son hecede
susar

ve
kusar
maskeleri
maskelenmişlerin
yüzüne
günlerce..

Volkan Kemal
24 Ocak 2013

Tezer Özlü Anısına


Tuesday, January 22, 2013

ACI



Ve bu acı da boşuna olacak.
Son vazgeçişle
yükselttim seni,
bulantısı üzerine her şeyin,
bir gün dünyadan yükseldiği gibi
bütün utançların ve kederin üzerine
ışıklı bir kabın.
Koparmaya çalıştım seni bu ruhun içinde
yazgısından her şeyin,
ona bir an dokunup tükenen.
Sen suskun izledin beni
sonsuz bir özveriydi benim için,
son armağanın gibi geldi bana.
Ve şimdi seni yitirdiğimde,
bu vazgeçiş de boşuna olacak.
Yaslı gözlerin bakacaklar hep bana
bakışları son bakışmış gibi.

Ölüyordu yürek,boğulup ağırlığıyla
aynadaki anısı gibi yitmiş bir kadının.

Cesare Pavese 

Torino'ya yolculuk ve Pavese'nin Yaşama Uğraşı 
Bir kadın, mısır tarlalarının arasında Torino yönüne giden trende, dünyayı kavrayışına yol açan yazarları düşünüyor. Hiçbir yere bu kadar istekle gitmemişti. Trenin hareketlerinin oluşturduğu rüzgara bırakıyor kendini. Sonra ayağa kalkıyor, daha iyi görebilmek için ardından gittiği adamın yaşadığı yerleri. Anlattığı tepeleri, üzüm bağlarını, yağmuru, gökyüzünün gürlemesini, eski yapıları, ağustos böceklerinin ötüşünü düşünüyor. Kendisiyle sohbet etmeye çalışan adam ile, O'nun kitabında anlattığı yalnız kahramanlardan birine rastladığı duygusuna kapılıyor. Bu kadın Tezer Özlü, ardından gittiği adam ise İtalyan yazar ve şair Cesare Pavese. 
Torino sokaklarında O'nun izi
Özlü, 20. yüzyıl edebiyatının önemli isimlerinden Cesare Pavese'yi daha iyi anlayabilmek ve hissedebilmek için yaşadığı yerleri tek tek adımlıyor. Hayatı yalnızlıkla geçen Pavese'nin dostlarından marangoz Nuto'yla, Pavese'nin kızkardeşi ve onun kızıyla, Pavese'yi konuşur.
Torino'nun sokaklarını arşınlıyor, Pavese'nin betimlemelerinden tanıdığı sokakları; Einaudi Yayınevi, Platti kahvesi ve Otel Roma'yı... Ardından Pavese'nin doğduğu S. Stefano Belbo'ya gidiyor. Nuto'nun marangozhanesi hala yerindedir. Bir duvarında Pavese'nin portresi, altında ise kitaplarının dizili olduğu raf. Nuto, Schubert'in Ave Maria'sının notalarını işlerken, "Pavese, Vivaldi ve Beethoven'ı severdi" diyor. Tezer Özlü ise, "Pavese'nin düşünsel işlevinde, Nuto'yu kendisinin bir el işçisi olarak gördüğünü ve belki de bu nedenle, günlüğüne ‘Yaşama Zanaatı' adın verdiğini düşünüyorum" diye mırıldanıyor.  
Yazdıklarından Özlü'nün her anını, Pavese'yi ruhunda hissedercesine yaşadığını anlıyoruz : "Bu bahçelerde yeniden bulduğum, dolayısıyla yaşadığım, yalnız onun melankolisi, onun mutsuzluğu, onun yalnızlığı değil. Bu ağaçlar, yeşilin bu bırakılmışlığı, bugün de aynı o zamanki zamansızlığında duran, bekleyen, yitik zamanı bekleyen bu yeşil, şimdi de, o zamanki gibi bunaltıyor, bunaltıyor, bunaltıyor. Yazının, yaşamdan daha canlı bir olgu olduğunu ve yaşamdan taşarak oluştuğunu da burada kavrıyorum. Bir iç savaşta ben de tıpkı Pavese gibi kaçıp tepelerime sığınırdım. Çevresini şiire dönüştürmek için dünyaya gelmiş bir adam Pavese."
"Ancak uzun acılardan, uzun susuşlardan sonra ortaya çıkacak önümdeki günlerin nasıl olacağı. Yeni değerler, yeni bir dünya buluncaya kadar şaşkın, belirsiz ve karanlık bir dönemin geçmesi gerekiyor. Yirmi yaşlarıma tek üstünlüğüm edindiğim ustalık ve içgüdüsel sezgim olacak. Bu durumun elverişsiz yanı ise, aylarca sürecek acılar ve insanı tüketen yorgunluk." (C. Pavese)
***
Cesare Pavese'nin hayatı, savaşların, ahlaki çöküntünün, derin sosyal sorunların yaşandığı dünyanın karanlık bir dönemine denk gelir: 1. ve 2. Dünya Savaşları, birçok ülkeyi saran faşizm furyası, kapitalizmin krizleri vb.  Doğal olarak Pavese ile birlikte o dönemin yazarlarından çoğunluğu bu dönemin kültürel ve ahlaki bunalımını derinden yaşayarak, eserlerine yansıtırlar. Böylece İtalya'da toplumsal gerçeklere odaklanan bir düzyazı geliştirilir: Yenigerçekçilik. Bu terim aynı zamanda sinema eğilimi için de kullanılır. Pavese de bu akımın öncülerinden kabul edilir. 
“İnsanlar gene cephelerde ölmeye başladı. Bir gün barış içinde, mutlu bir dünya kurulursa, bütün bu olanlar için acaba ne düşünür o dünyanın insanları. Bizim yamyamlar, Aztek kurbanları, büyücü yargılamaları hakkında düşündüklerimizi belki de.” (C. Pavese)
Pavese'nin sanatı, yaşadığı çağ nedeniyle daha travmatik bir yapıya sahiptir. Hep derin içe dönüşlerle tanıtır kahramanlarını. Zira Pavese için sanat, insanın iç dünyasının dış dünyaya açılmasıdır, bunun için bir köprüdür. Hayatın zorluğu altında ezilen insan, ancak sanat yoluyla diğer insanlarla gerçekçi ilişkiler kurabilir. Acısı ve sevinciyle bir 'zanaat'tır yaşam. 'Yaşama Uğraşı' adını verdiği güncesinde, yaşamın bu gerçeğiyle hesapsızca yüzleşir Pavese.  
Günlüğünde iç hesaplaşmalar 
1935-1949 yılları arasındaki yaşamını kapsayan günlüğü Yaşama Uğraşı, Pavese'yi yakından tanımamıza fırsat yaratır. Kitabın adı, Pavese'nin son günlerinde kitabın baş sayfası olarak koyduğu beyaz bir sayfa üzerine yazdığı '1935-1950, C. Pavese'nin Yaşama Uğraşı' sözlerinden alır. Yazarın, yaşama dair felsefesini anlatır: Günlük yaşamdan edebi uğraşılarına, okumalardan çıkardığı notlardan edebiyat dünyasına yaptığı eleştiriler, yaşadığı acılar, inançların sorgulanması, intihar düşüncesi, insanın varoluş nedeni gibi birçok konuyu içerir günlüğü. Kendine ait özgün bir tarz geliştirmek için girdiği zorlu yollarda dolaştırır okuyucuyu. Yazarın kendine yönelik acımasız eleştirileri, iç hesaplaşmaları da kitabın tümünde önemli bir yer tutar. 
Antifaşist mücadelesi
Cesare Pavese, 9 Eylül 1908'de Torino yakınlarında, Santo Stefano Belbo köyünde doğdu. Pavese, ailesiyle birlikte yaz aylarını bu köydeki çiftliklerinde geçirdiği için bu köy ve çevresindeki kırlar, tepeler ilk şiirlerine ve olgunluk döneminin en başarılı romanı olan Ay ve Şenlik Ateşleri'ne esin kaynağı oldu. Babasını küçük yaşta kaybeden Pavese, geçim sıkıntısı nedeniyle Santo Stefano Belbo'daki çiftlik de satılınca çok sevdiği kırlardan ve tepelerden uzaklaşır. Pavese, gençlik yıllarından başlayarak yalnızlıktan hoşlanan, içe dönük biri olur. Torino Üniversitesi'nde edebiyat okur. İngiliz ve Amerikan edebiyatıyla yakından ilgilenir. 1933 yılında kurulan Einaudi Yayınevi'nde görev alır. Özgürlük ve demokrasi ağırlıklı çeviriler yapar, yazılar yazar. Anti faşist çalışmaları nedeniyle 1935'te tutuklanır, bir yıl hapis yatar. 1936'da serbest bırakılır. Brancaleone Hapishanesi'ndeki bir yılından esinlenerek Carcera (Hapis) romanını yazar. 1950 yılında yazarlık hayatının doruğuna ulaşır, ama özel hayatında yalnız ve bunalımlıdır. 1950 Nisanı'nda, Tra Donne Sole (Yalnız Kadınlar Arasında) adlı kitabına verilen Strega ödülünü aldıktan sonra Torino'da bütün özel kağıtlarını yok eder ve bir otel odasında, 26 Ağustos 1950 günü hayal kırıklıklarıyla dolu yaşamına son verir. İtalyan edebiyatının özgün kişiliği Pavese, ardında Ağustosta Tatil, Ay ve Şenlik Ateşleri, Güzel Yaz, Leuko İle Söyleşiler. Senin Köylerin, Tepedeki Ev, Tepelerdeki Şeytan, Yalnız Kadınlar Arasında, Yoldaş adlı önemli kitapları bırakır. 
(DENİZ BİLGİN)
***
Ölüm gelecek ve senin gözlerinle bakacak
Ölüm gelecek ve senin gözlerinle bakacak - 
sabahtan akşama dek, uykusuz,
sağır, eski bir pişmanlık
ya da anlamsız bir ayıp gibi
ardını bırakmayan bu ölüm.
Bir boş söz, bir kesik çığlık,
bir sessizlik olacak gözlerin:
Böyle görünür her sabah
yalnız senin üzerinde 
kıvrımlar yansıtırken aynada.
Hangi gün, ey sevgili umut,
bizler de öğreneceğiz senin
yaşam olduğunu, hiçlik olduğunu.
Herkese bir bakışı var ölümün.
Ölüm gelecek ve senin gözlerinle bakacak.
Bir ayıba son verir gibi olacak,
belirmesini görür gibi
aynada ölü bir yüzün,
dinler gibi dudakları kapalı bir ağzı.
O derin burgaca ineceğiz sessizce.

***
İntiharından önceki gün, “Artık sabahı da kaplıyor acı.” diye kısa bir not düştükten sonra 27 Mayıs günlüğüne şunları yazmıştır:
" ’48-’49′daki mutluluğumun hesabı görüldü. Bu soylu mutluluğun gerisinde şu vardı: Güçsüzlüğüm ve hiç birşeye bağlanmayışım. Şimdi, kendime göre, girdabın içine girdim: güçsüzlüğümü seyrediyor, onu iliklerimde hissediyorum, beni ezen siyasal sorumluluğu yüklenemiyorum. Bunun tek çözümü var: intihar. " Cesare Pavese – 27 Mayıs 1950