Tuesday, October 8, 2013

Virginia Woolf'dan..İnsan ve Gerçeklik




İnsan, herhangi birinin ne hissettiğini asla bilemiyor. Hepimiz karanlıktayız. Bulup ortaya çıkarmaya çalışıyoruz; ama bir insanın başka bir insanla ilgili fikirlerinden daha gülünç bir şey hayal edebiliyor musunuz? İnsan, bildiğini sanarak yoluna devam ediyor; ama gerçekte bilmiyor.

Değeri ölçülmez bir şeydir özsaygı.

Yalın olmak, onu pençesine alan, hiç durmadan ona bir aynada kendi yüzünü ve sözlerini gösteren o korkunç benmerkezcilik olmaksızın, ne hissettiğini yalınlıkla söyleyebilmek, işte bu, neredeyse bütün öteki yeteneklere bedeldir; çünkü insanı mutlu eder.

İnsanın güvenebileceği hiçbir şey yoktur.

İnsana acayip şeyler oluyor. Rahatın yerinde yaşayıp gidiyorsun, bir şeyin ardından başka bir şey geliyor; her şey hoş ve kolayca akıp gidiyor; hepsini bildiğini düşünüyorsun ve birdenbire nerede olduğunu hiç mi hiç bilmiyorsun; her şey eskisinden farklı görünüyor.

Gerçeklik, sesini duyurabilmek için mantıkla dile getirilmelidir.

Gerçeği nasıl görebildiğimiz, bu dünyada bizim büyük fırsatımızdır.

Sıradan bir kadın yalnızca iki yaratığı umursar: çocuğunu ve köpeğini; erkeklerdeyse bu sayının iki olduğuna bile inanmıyorum.

20 kişi -hayır, hevesli olurlarsa 10 da yeterdi- bir şeyleri konuşmak yerine yapmaya başlarsa, var olan hemen her kötülüğü ortadan kaldırabilir.

Çocuklar adaletsizliği asla unutmazlar. Yetişkin insanların umursadığı yığınla şeyi affederler; ama o günah, bağışlanamaz günahtır.

Keşke insanlar düşündükleri şeyleri dosdoğru söyleselerdi, ne çok can sıkıntısından kurtulurlardı!

İlk elden edinilen hiçbir şeyi bilemezsiniz. Hepsi sizin için önceden hazırlanmıştır. Onlar için para biriktirdikten sonra bir şeyleri almanın hazzını asla bilemezsiniz ya da bir kitabı ilk kez okumanın ya da keşifler yapmanın.

En iyi yaşam, aşıkken söylediklerimiz üzerine kurulur. Bu saçma değildir. Bu gerçektir; bu, tek gerçektir.

Bir şeyleri bütünüyle bilmeye kalkışarak insan bir sürü şeyi kaçırıyor.

Hep dinin böcek koleksiyonu yapmaya benzediğini düşünmüşümdür. Biri kara böceklere tutkundur, öteki değildir. Bu konuda münakaşa etmenin yararı yok.

ÖZGÜRLÜK TANIĞI




Albert Camus
         
Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, insanlar, tatsız ve acımasız inançlar yüzünden her şeyden utanır oldular. Kendilerinden, mutlu olmaktan, sevmekten, yaratmaktan utanıyorlar, öyle bir zaman ki bu, Racine Bérénice'i yazdı diye yüzü kızaracak, Rembrandt Gece Nöbeti tablosunu yaptı diye, mahallenin karakoluna koşup kendini bağışlatmanın yolunu arayacak. Yazarlar ve sanatçılar bugün vicdan azapları içinde yaşıyorlar. Kendimizi bağışlanık göstermeye çalışmak moda oldu aramızda.

Doğrusunu isterseniz, bu duruma düşmemiz için bir hayli uğraşıyorlar. Dört bir yanımızdan politikacılar bağırıp duruyorlar bize ve kendimizi savunmaya zorluyorlar bizi. Yararsız oluşumuzun ve yararsızlığımız dolayısıyla kötü amaçlara araç oluşumuzun hesabını vermeliymişiz. Bu birbirini tutmaz suçlamalar karşısında kendimizi temize çıkarmanın güçlüğünü söyledik mi, diyorlar ki bize :
Herkese birden hesap vermek olanaksızdır, ama bazı kimseler sizi cömertçe bağışlayabilirler. Bunun için de, onların partisine girmeliymiş, bu parti de dediklerine göre, doğru yoldaymış. Bu türlü savlan bir tutturdular mı, sanatçıya şunu da söylüyorlar : «Dünyamızın yoksulluğunu görüyorsunuz.

Ne yapıyorsunuz bunun için?» Bu hayasızca yüklenmeye karşı şunu söyleyebiliriz : «Dünyanın yoksulluğu mu dediniz? Ben onu artırmıyorum hiç olmazsa. Hanginiz bunu söyleyebilirsiniz?» Bununla birlikte, aramızda kendini bilen hiç kimse, umutsuz bir insanlıktan yükselen çağrıya duygusuz kalamaz; orası doğru. Demek ki, ne yaparsak yapalım, kendimizi suçlu bulmak
zorundayız. Bu da bizi layık anlamıyla günah çıkarmaya götürür ki, en belalısı da budur.

Yine de iş göründüğü kadar basit değil. Bizden istedikleri seçme, pek öyle kendiliğinden olmuyor. Bu seçme, daha önce yapılmış başka seçmelere bağlı. Bir sanatçının yaptığı ilk seçme, sanatçı olmaktır. Sanatı seçmesinde kendi kimliği ve sanat anlayışı rol oynamıştır. Bu nedenler onca yaptığı seçmeyi haklı göstermeye yetmişse, bugün de aynı nedenler tarih karşısındaki tutumunu belirt-
mesine yardım edebilirler. Hiç değilse, ben böyle düşünüyorum ve mademki açık konuşuyoruz, biraz tuhaf da görünse, ben bu akşam, duymadığım bir vicdan azabından değil, dünyanın yoksulluğu karşısında ve bu yoksulluk dolayısıyla mesleğimiz için duyduğum minnet ve kıvançtan söz edeceğim. Mademki hesap vermek gerekiyor, ben haklıyız diyeceğim, bu mesleği kinin
kuruttuğu bir dünyada kendi güçlerimiz ve yetilerimizin sınırları içinde yürütmekte. O meslek ki, her birimize kimsenin can düşmanı olmadığımızı rahatça söyletebilir. Ama, bu düşünceyi açmak gerekir. Onun için, biraz yaşadığımız dünyadan ve biz yazar ve sanatçıların bu dünyada ne yapması gerektiğinden söz etmeliyim.

Dünyamızın başı dertte ve bizden bu durumu değiştirmemiz isteniyor. Ama, bu dert nedir? ilk bakışta şöyle anlatıveririz gibi geliyor. Bu son yıllarda, dünyada, çok insan öldürüldü, dediklerine göre, daha da öldürülecek. Bu kadar çok ölü, ister istemez, havayı ağırlaştırıyor. Yeni bir şey değil bu, kuşkusuz. Resmi tarih, oldum olası, büyük katillerin tarihidir. Kabil Habil'i bugün öldürmüş de-
ğil, ama bugün Kabil Habil'i akıl uğruna öldürüyor ve onur madalyası istiyor.

Düşüncemi daha iyi anlatmak için bir örnek vereceğim.1947 Kasım grevleri sırasında gazeteler Paris celladının da işini bırakacağını yazdılar. Bu yurttaşımızın kararı üstünde gereğince durulmadı bence, istediği şey apaçıktı. Her gördüğü iş için bir pirim istiyordu; her iş görenin istemekte haklı olduğu gibi. Ama, asıl isteği büro şefliği kadrosuydu. îyi hizmet ettiğine inandığı devletin bugün bütün iyi memurlarına verebileceği tek hakkı, elle tutulur tek onuru, yani belli bir devlet kadrosunun kendisine de verilmesini istiyordu, işte tarihin yükü altında, son serbest mesleklerimizden biri de böylece sönüp gidiyordu. Evet, tarihin yükü altında diyebiliriz, gerçekten. îlk kanlı çağlarda, korkunç bir ün celladı herkesten uzak tutardı. O, işi gereği, yaşamın ve bedenin gizine kıyan kimseydi. Korkunçtu ve biliyordu korkunç olduğunu.

Celladın korkunç olması, insan yaşamının değerli olması demekti. Bugünse cellatlık yalnızca utanılır bir iş olmakla kalıyor. Bu durumda celladın, elleri temiz değil diye sofraya alınmayan bir yoksul akraba işlemi görmek istememesini haklı buluyorum. Adam öldürme ve işkence etmenin birer öğreti olduğu ve nerdeyse birer kurum haline geldiği bir uygarlıkta, cellatların memur kadrolarına girmeye yerden göğe kadar haklan vardır. Doğrusunu isterseniz, biz Fransızlar bu işte biraz geç bile kaldık. Dünyanın hemen her yerinde, cellatlar bakan koltuklarına kurulmuşlar bile.

Yalnız balta yerine kalem kâğıt var ellerinde.ölüm bir istatistik ve devlet işi oldu mu, dünya işleri artık iyi gitmiyor demektir. Ama, ölüm soyutlaştı mı, yaşam da soyutlaştı demektir. Bir adamın yaşamını bir ideolojiye kul köle etmek, onu soyutlaştırmak değil de nedir? İşin kötüsü, biz,ideolojiler, hem de toptancı ideolojiler çağındayız. Bu ideolojiler, kendilerine, dar kafalarına, budalaca mantıklarına o kadar güveniyorlar ki, dünyanın esenliğini yalnız kendilerinin basa geçmesine ve başkalarının boyun eğmesine bağlı görüyorlar. Oysa, bir insana ya da herhangi bir şeye boyun eğdirmeyi istemek, onun kısır, sessiz, hatta ölü olmasını istemek demektir. Bunu görmek için sağımıza solumuza bakmak elverir.

Karşılıklı konuşma olmayan yerde yaşam da yoktur. Ve dünyanın en büyük bölümünde, bugün, karşılıklı konuşmanın yerini tek yanlı çatma almış, diyalogun yerini polemik tutmuştur. XX. yüzyıl tek yanlı çatma ve kötüleme çağıdır. Uluslar ve tek tek insanlar arasında, eskiden pir aşkına görülen işlerde bile, bugün, çatma konuşmanın yerini almıştır. Gece gündüz, binlerce sesin, tek yanlı bağrışmaları, ulusların üstüne aldatıcı sözler, taşlamalar, savunmalar, coşkunluklar yağdırmaktadır.

Peki ama, polemik nasıl bir makinedir, nasıl işler? Karşısındakine düşmanmış gibi bakacaksın, onu basitleştirecek, hiçe sayacaksın, yani görmek bile istemeyeceksin. Kötülediğin kimsenin artık gözünün rengini bile bilmez olacaksın. Hiç güldüğü olur mu, gülerse acaba nasıl güler diye düşünmeyeceksin. Polemik yüzünden, çoğumuzun gözünü perdeler bürümüş, artık insanlar arasında değil, bir gölgeler dünyasında yaşıyoruz. İnandırma olmayan yerde yaşam da yoktur. Bugünün tarihi ise yıldırmadan başka bir şey bilmiyor. İnsanlar, ortak bir şeyleri olduğu ve bir şeyde her zaman buluşabilecekleri düşüncesiyle yaşar ve ancak bununla yaşamasını bilirler. Ama, biz yeni bir şey bulduk : İnandırılmayan kimseler de varmış meğer. Toplama kamplarının bir kurbanının, kendini çamura atanlara bunu yapmamaları gerektiğini anlatmasına olanak yoktu, hâlâ da yok.

Çünkü, bunu yapanlar, artık insanların değil, bir düşüncenin adamıdırlar. Bu düşünce de, yumuşamak nedir bilmeyen bir istemin buyruğundadır. İnsanlara boyun eğdirmek isteyenin kulağı sağırdır. Onun önünde ya dövüşeceksin, ya öleceksin. İşte bu yüzden, bugünün insanları korku içinde yaşıyorlar. Mısırlıların «ölüm Kitabı» nda doğru bir Mısırlının öbür dünyada temize çıkabilmesi için şunu söyleyebilmesi gerekirmiş : Kimseyi korkutmadım. Günümüzün büyükleri arasında, kıyamet günü, bu sözü söyleyecek adamı güç bulursunuz.

Bugün birer gölge durumuna gelmiş, sağır, kör, korku içinde yaşayan, karnelerle beslenen ve bütün yaşamları bir polis fişinde özetlenen insanların adsız, soyutlaşmış birer varlık sayılmalarında şaşılacak ne var? Bu ideolojilerden çıkmış düzenlerin büyük toplulukları yerlerinden söküp, zavallı birer rakam durumunda Avrupa'nın ötesine berisine sürmeleri ne kadar anlamlıdır. Bu güzel felsefeler tarihe gireli, eskiden her birinin bir el sıkma tarzı olan binlerce insan, göçmen damgası altında gömülüp gitmiştir. Çok akıllı bir dünya, bu damgayı onlar için bulmuş...

Evet, bütün bunlar akla uygun bir kuram adına bütün dünyayı birleştirmek istedi mi, dünyayı kuram kadar etsiz kemiksiz, kör, sağır etmekten başka yol yoktur. İnsanı yaşama ve doğaya bağlayan kökleri koparıp atacaksınız. Başka yolu yok. Dostoyevski'den beri Avrupa edebiyatında doğa betimlemelerine rastlanmaması bir rastlantı değildir sadece. Bugünü anlatan yapıtların yazarları, duygu incelikleri, sevgi gerçekleri üzerinde duracak yerde, yargıçlardan, mahkemelerden, davalardan, suçlama yollarından başka bir şey görmüyorlar. Pencereleri dünyanın güzelliklerine açacak yerde, yalnızların sıkıntılarına açılmış pencereleri kapıyorlar...

Sanatın büyüklüğünü yapan her şey, böyle bir dünyaya karşıdır. Sanat yapıtı, yalnız varlığı ile,ideolojinin utkularım hiçe sayar. Yarının tarihinde görülecek şeylerden biri fatihlerle sanatçılar arasında şimdiden başlamış olan savaştır. Oysa, her ikisinin de istediği birdir. Politika ve sanat, dünyanın düzensizlikleri karşısında aynı başkaldırmanın iki ayrı yüzüdür. Her ikisinde de istenen şey, dünyayı birliğe götürmektir. Sanatçının davasıyla politika öncüsünün davası uzun zamandır birbirine karışmıştır. Bonaparte'ın isteği ile Goethe'ninki birdir. Ama, Bonaparte liselerimize trampeti, Goethe ise Roma Ağıtları’nı (Römisch Ele-gien) bırakmıştır. Ama, tekniğe dayanan yapıcı ideolojiler ortaya çıkalı, devrimci fatih olmaya başlayalı iki yol birbirinden ayrılıyor. Çünkü, sağda da solda da fatihin aradığı, karşıtların uzlaşması demek olan birlik değil, ayrılıkların ezilmesi demek olan toptancılıktır. Fatihin dümdüz ettiği yerde, sanatçı ayrılıklar görür. İnsanın etini kemiğini, duygularım hesaba katarak yaratan sanatçı, hiçbir şeyin basit olmadığını ve kendinden başka insanların yaşadığını bilir. Fatihse kendinden başka türlüsünün yok olmasını ister. Onunki bir efendi-köle dünyasıdır, yani bizim şu yaşadığımız dünya. Sanatçının dünyası, diri bir çatışma ve anlaşma dünyasıdır. Hiçbir büyük yapıt tanımıyorum ki, yalnız kin üstüne kurulmuş olsun. Ama, böylesi imparatorluklar biliyoruz. Fatihin kendi davranışının mantığına göre cellat ve polis olan yerde, sanatçı ister istemez çekingen olacaktır. Bugünkü toplum politikası karşısında sanatçı için tek tutarlı yol,kimsenin buyruğunu dinlememek, ya da sanatçı olmaktan vazgeçmektir. İstese bile, bugünkü ideolojilerin tuttukları yollara girmeyi, kullandıkları dili kullanmayı beceremez.

İşte, bunun için bizden hesap verme, bağlanma .istemek boşuna ve saçmadır. Biz bağlı olmasına bağlıyız; ister istemez. Kısacası, biz savaştığımız için sanatçı değiliz, sanatçı olduğumuz için yaşıyoruz. İşi gereği, sanatçı özgürlükten yanadır ve bu da ona çoğu kez pahalıya mal olur. îşi gereği, tarihin en içinden çıkılmaz karanlığında insanın nefes almaz olduğu yerde görevlidir. Dünyamız ne ise, o ve biz ne durumda olursak olalım, ona bağlıyız; doğamız gereği de bugün ister ulusçu, ister partici olsun, bu dünyayı elinde tutan soyut putların düşmanıyız. Ahlak ve erdem adına değil — böyle söyleyip herkesi büsbütün aldatanlar da var — biz erdemli kişiler değiliz. Devrimcilerimizin kafa ve burun ölçülerine bağlar göründükleri erdemden yoksun olmamız da üzülecek bir şey değildir. Biz, bütün insanlarda ortak olan şeye tutkun olduğumuz için. akim en bayağı yanıyla girişilen işlere katılmayacağız. Ama bu, bizim bağlılığımızın ne demek olduğunu da anlatıyor.

Biz, herkesin yalnızlığa hakkı olduğunu savunduğumuz için, hiçbir zaman yalnız kalmayacağız. Sıkıştırıyorlar bizi, vaktimiz yok, tek başımıza çalışamayız. Tolstoy, kendi yapmadığı bir savaş üstüne, bütün edebiyatların en büyük romanını yazdı. Bizim savaşlarsa, savaşlardan başka bir şey yazmaya vakit bırakmıyorlar... Péguy'yi ve binlerce ozanı birden öldürüyorlar...

Gerçek sanatçılar politika şampiyonu olamazlar. Çünkü onlar, bilirim, hem de nasıl, rakiplerinin ölümüne duygusuz kalamazlar. Sanatçılar yaşamdan yanadırlar, Ölümden yana değil. Etin kemiğin adamlarıdır onlar, yasanın değil. Sanatçı oldukları için,düşmanlarım bile anlamak zorundadırlar. Ama, bu, hiç de demek değildir ki, iyi ile kötüyü ayırt etmek gücünden yoksundurlar. Başkalarının yaşamını yaşamak güçleri olduğu için, en azılı suçluyu bile temize çıkaran yanı, acıyı görebilirler.

İşte, onun için bizler hiçbir zaman mutlak bir yargı' veremeyiz ve giderek mutlak cezayı da kabul edemeyiz, ölüm cezasını kabul eden dünyamızda sanatçılar insanın ölümü reddeden yanını tatarlar. Yalnız cellatların düşmanıdırlar, başka hiç kimsenin değil.

Saturday, October 5, 2013

“Hayatın neresinden dönülse kârdır”



Nilgün Marmara (1958 – 13 Ekim 1987) 

Bugün 13 Ekim, 1987’ye dönelim. “Hayatın Neresinden Dönülse Kârdır”  diyerek 29 yaşında “yaşama karşı ölümü” seçmiş  ardında derin izler bırakan şair Nilgün Marmara anısına saygıyla.. 

Nilgün Marmara, (d. 13 Şubat 1958 – ö. 13 Ekim 1987) Türk şair.
1958 yılında İstanbul’da doğdu. Ortaokul ve liseyi Kadıköy Maarif Koleji’nde okudu. Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde lisans öğrenimi tamamladı ve Sylvia Plath üzerine incelemeler yaptı. Plath’ın yaşamı, düşünceleri, özellikle bireyin yalnızlığına ve varoluş sorununa bakışından etkiledi. Sylvia Plath sevgisi, Marmara’yı ölümde de sevdiği şairin yazgısıyla birleştirdi. 13 Ekim 1987 tarihinde, 29 yaşındayken ‘bekleme salonu’ olarak gördüğü yeryüzünü terk etmeye karar verdi ve evinin balkonundan atlayarak kendi isteği ile yaşamını sonlandırdı.
Düşle gerçek arasında gidip gelen, kırılgan bir izlekle yazdığı şiirleri çeşitli dergilerde yayımlandı. Şiirleriyle sadece kendi kuşağının şairlerini değil, Ece Ayhan gibi eski ve güçlü şairleri de etkiledi. 77-87 Yılları arasında yazdığı şiirler ‘Daktiloya Çekilmiş Şiirler’ adıyla yayımlandı; Günlükleri ve sağa sola yazdığı notlar Gülseli İnal tarafından bir araya getirilerek ‘Kırmızı Kahverengi Defter’ adıyla bir kitapta toplandı. Mezuniyet tezi Dost Körpe tarafından dilimize çevrildi ve ‘Sylvia Plath’ın Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi’ adıyla Everest Yayınları tarafından kitaplaştırıldı.
Çeşitli dergilerde şiirleri yayımlandı. Küçük İskender, Lale Müldür, Orhan Alkaya, Cezmi Ersöz, Ece Ayhan, Gülseli İnal, Onur Göknil ve Serdar Aydın gibi şairleri derinden etkiledi.
Sylvia Plath sevgisi, Marmara’yı ölümde de sevdiği şairin yazgısıyla birleştirdi. 13 Ekim 1987′de henüz 29 yaşındayken “yaşama karşı ölüm” dedi ve intihar etti. Kırmızı Kahverengi Defter adıyla yayınlanan günlüğünde “hayatın neresinden dönülse kârdır” ifadesi yer almaktadır.
Eserleri
Şiir : Daktiloya Çekilmiş Şiirler (1988) / Metinler(1990)
Günlük : Kırmızı Kahverengi Defter (Gülseli İnal tarafından hazırlandı, 1993)
İnceleme : Sylvia Plath’ın Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi (1985, Dost Körpe tarafından 20 yıl sonra Türkçe’ye çevrildi)
Ne zamandır ertelediğim her acı, Çıt çıkarıyor artık, başlıyor yeni bir ezgi, -bu şiir - Sendelerken yaşamım ve bilinmez yönlerim, Dost kalmak zorunda bana ve sizlere!
Tükenirdi monolog
kaçarken içine düştüğüm kara toplum
‘big bang’ sonrası büyük yalnızlık bilinmeyeni
saçlarında titreyen iblisler karartırken güneşi
üst üste gömülürken
saydam yaşamlar
bir yankı duyulurdu hiç’likten..
Bütün yalnızlıklarınızın ilenci
korusun çoğulluklarınızı
cinnet koyun erdemin adını
maskelerinizi kuşanıp yalanlarınızı çoğaltın
hepiniz mezarısınız kendinizin!.

Kış uykusunda bir melek
        Birilerin beni çağırıyor!
        Buraya gel..

Nilgün MARMARA “Kuğuların ölüm öncesi ezgileri şiirlerini bırakarak 13 Ekim 1987 de bekleme salonunu terk etti. Ne beklenmeyen ne de garip bir varoluştu bu. Zaten 29 yılını, hayatını, şiirlerini ve rüyalarını ölümün kıyılarında yaşadı.
”Yerleşik yabancılığının acısını” hissetti daima.
Tutunamadı Zelda. Anlayamadı, anlamlandıramadı, alışamadı, varolamadı, katlanamadı. Uğraştı yazmaya çalıştı. Sayfalara kustu 29 yıllık kısa yolculuğunun günlüklerini. Kayıp bir yolculuğun hiç anlamsız, trajik dizeleri kaldı geriye. Hissedebilenlerin hiçte yabancı olmadıkları kelimelerle dolu şiirler, metinler ve bir de kırmızı-kahverengi bir defter…
yitiriş, tiksinti, kayboluş, kopuş, ölüm!
“Azımsanamayacak kadar ölmüşüm / Azımsanamayacak denli ölüyüm… Geliyorlar bu evde doğan yeni bir ölümü görmeye; koşarak düşe kalka yuvarlanarak sürünerek… Nasıl olursa olsun; görmek için bu eski dostlarının yeni cesetlerini ve göstermek için kendi dirimlerinin kıvılcımlarını geliyorlar. Ölüm sessizliği toz ve küf kokan evden ayrıldıktan  sonra seviniyorlar canlıyız diye.”
Hiçbir anlamı yok hakkında konuşmanın yada çözmeye çalışmanın.
İçine düştüğü bu yaşamı sahiplenemeyen bir küçük kızın varoluş çığlıklarıyla tünellerde yiten yaşamının dingin melodileri sadece..
Zorunlu Tünel
Meyvelerin çocukları arı varlıklar baktırmaya işaretliyorlar belleğini insanlığın ki o unutmuştur kendi oluşumunu, görmez ne olgun kokular renk ve tatlar taşınır her ilmeğinde çıplaklığın.
Perdeler çekilidir bakışına belleğin çok öncelerden beri, büyüyen ağaçlarına özgür çocukların, vurur baltasını sinsi körlüğüyle tarih!
Ve şimdi yollarında yaşamın çığlık tünelleri kazmak ve susmak’ı yazmak kalmıştır işaretleyenlere -bu, hepsi, belki-
Sunu *
Nedir bu kovmaya çalıştığınız tüm kıvrımları arasından beynin densiz aralarla saatten çıkan bir kuş deşen kuytuları diken gözlerini bilince anın ana düşmanlığı o ağulu gerçek..
        ÖLÜM/SEVİ- Kasım, 1979
“Hayat hep yüzünle seviştik.. Tersinin hatırı kaldı..”
“Ölürken kahkahamı ona bırakacağım.”
“Ey tiksinç aydınlık! Kusuluyor senin için, bil!”
“Sonra sözcüklerin kumda bıraktığı izlerin içine yerleştim.”
“Benden sonra kuşlara iyi bakın”
“Ben babamın yuvarladığı çığın altında kaldım.”
“Nilgün ölmüş.Beşinci kattaki evinin penceresinden kendini aşağı atarak canına kıymış. Ece Ayhan söyledi. Çok değişik bir insandı Zelda. Akşamları belli saatten sonra kişilik hatta beden değiştiriyor gibi gelirdi bana. Yüzü alarır bakışlarına çok güzel ama ürkütücü bir parıltı eklenirdi. Çok da gençti. Sanırım otuzuna değmemişti daha. Ece ile gergedan için yaptığımız aylık söyleşide ondan söyle söz ettim: bu dünyayı başka bir hayatın bekleme salonu ya da vakit geçirme yeri olarak görüyordu. Dönüp baktığımda bir acı da buluyorum Nilgün’ün yüzünde. O zamanlar  görememişim. Bugün ortaya çıkıyor.” Cemal Süreya
.
Kan Atlası
Emel’e “Ben babamın yuvarladığı çığın altında kaldım.”
Çolak mırıltılarla dövmelenen çocuk her gün her gece eğer adasında, Gözü ağzı elinden alınmış, yosunlar sarmış bedenini çığlıklarken bunu su içinde…
Karada, hançer suratlı abinin rüzgarında uçar adımları. Geçmiş ilmeğinde saklıdır arzusu İçinden karanlık, tekrar ve ilenç sızdıran hayret taşında. Soruyor hatırasında, “sırtımda ve sırtında gezinen bu ürperti kim, bir damla süt yerine bu ağu kim?” ay gözüyle bakmayan kavruk akıllara -boy atmış da salgıları, cücelmiş sezgileri- bir yanılgı rehavetinde debelenenlere… Ey, yüzleri bir babakuş gölgesine çakılmış olanlar, Üzgün adım, ileri marş!
Aralık, 86
Kış uykusundaki bir melek Zelda. ‘nasıl da düzdür ve düz bir tümcede intihar edecektir şair’.
Ve 13 Ekim 1987′de evinin balkonundan yavaş adımlarla  terk edecektir bekleme salonunu. Daha 29 yaşında. ölüm egemen olmuştur. Muhteşem bir ölüm, kalan sağların kabul edemeyecekleri  kadar kusursuzdur bu son.
Bir akşam vakti, yirmi dokuz yaşında; o dokunulmaz güzelliği ve ağzının kenarında ışıldayan o masum kanla kendisini boşluğa  bıraktı..
“Tanıklar söylüyor, yere düşerken hiç çığlık  atmamış.”
Nilgün MARMARA bu dünyaya terkedildi, mahkum edildi. ‘İçine düştüğü kara toplumda ‘süreç yok ediciydi’, anlamsızdı. ‘savruk parçalarıyla yayılan anlam ölümcüldü.’ ne o kabul edebildi ne de onlar kabul ettiler  varlığını..
‘Sanki varoluş beni cezalandırmak ister gibi; yoğunluğundan bana düşen payını benden geri alarak bu yoğunluğa, olur olmadık herkese ve her şeye fazlasıyla katlayarak sunuyor. Ülkem yok, cinsim yok, soyum yok, ırkım yok; ve bunlara mal ettirici biricik güç, inancım yok. Hiçlik  tanrısının kayrasıyla kutsanmış ben yalnızca buna inanabilirim, ben.’
‘Zamansız bir yitiriş’ oldu daima yaşam anlatılan öyküler yalan, yaşanan rüyalar sahteydi..
oysa onun ‘zaman dışı boşluklarda sallanan düşsel uçurtmaları’, rüyaları gerçekti.
‘ölü bir kirpi oluyordum, dikenleri yıldızlar ve yalnızlıkla kıvrılan’ cümlelerde, rüyalarda varolmaya çalışan ben..
‘Bir sabah bedenimin tüm hücrelerini ele geçirmiş bir acıyla uyanıyorum, bundan böyle, nereye baktığı bilinmeyen gözlerinizle her karşılaştığımda katlanacak bir acıyla’
Hiçbir zaman kabul edemedi bu yaşamı ve düzeni. Daima çocukluğun o saf akışını özledi..
‘Çocukluğun kendini saf bir biçimde akışa bırakması ne güzeldi! Yiten bu işte!’
Buralarda kalmaya dayanabildiği zaman içinde ‘kuğuların ölüm öncesi ezgisi şiirlerim, yalpalayan hayatımın kara çarşaflı bekçi gizleri’ni yazdı çığlıklarla eksikliğinin günlüklerini..
“Hayatın neresinden dönülse kârdır.”
.
.
‘anlamın ötelendiği an’larda
kendini bulmaya çalışan ben kaç kere
bir intiharın ellerinden tutmaya çalışacaktı
hantal akşamların saadet öyküleri nasıl da
yabancısı olduğumuz şeylerdi..’

ve Nilgün MARMARA evinin balkonundan boşluğa bıraktı kendini… sonunda terk edişiyle kırbaç acısıyla gerçekleştirdi varoluşunu ‘kalan sağlara’.. o asla sığamadığı düzeni intiharıyla sarstı.. bizi titretti.. içinden kahkahalarla baktı bize giderken… ‘ölürken kahkahamı bırakacağım..’ içimizi bir öfke kapladı, kabul edilemezdi bu cürreti ve ithamları.
‘Bir eskiciden satın alınmış bu teraziyi bir gün başka bir eskiciye vereceğim, o gün, tozanlarım her bir yana dağılıp toprağın suyun ölümsüzlüğüne eklemlenecekler ve ben özgürleşeceğim.’
Yeni bir yolculuğa sızdı Zelda damla damla… ‘Sonra buradan giderim bir hiç için…’
Ölüm Buraya Kadar!
(1) Cemal Süreya, 841. Gün /  (2) Cezmi Ersöz, İyiler Erken Ölür
Çığlıklar I
‘Kururken damarlarımızın son solukları / kalabalıktan arta kalan biricik ayışığı’na. Göçe kalktık kurmak üzere öz yaratısını..
saflığın. ‘Kov kara duygulu olasılığı bilincin gücüyle. Biçimleri kesikler yaratmadan bilincinde- Yeni çiçek dürbünleri bul ertesinde düş kırıklığının. Gizlenmişlerse senden, kur öz yaratısını saflığın.’ Üzerimizde ‘cam kırıklarından bir elbise’, yüreğimizde kara umutlar, arkamızda varolamadığımız, sığamadığımız… hiç katılamadığımız, ‘dirimsiz benim, doğarken öldüğüm. ‘gün be gün bedenlerimizi tüketen, kendi görünümüne kör topraklar sahipsiz bir yolculuğa aktık.
‘Saydam kırmızı gökkuşağından ayrıldı. Suçluyduk biliyoruz.’
Hiç kullanılmamış bir zamanın açık göz kapakları, çok kullanılmış bir zamanın kapanan gözleri.
Bir kişi kalabilirdi biz’den! Yazarak mezar taşını tükenişiyle, haykırırdı anlamı.
Çölleri geçtik, denizleri aştık… ayaklarımızı ateşler sardı ay üzerimize yağdı inançlarımızın tesirini hissedemediğimiz yaşantılarla bezenerek kumsallara indik değişik renklerde gördük tenlerimizi ama, yakalayamadık gölgemizi.. Engin bir su izinde arayışına devam ettik…
‘Neredesiniz siz ey bilinçsizliğin bilinçlere
Varılmaz yengisinden sonra
Ulaşılır esriklik alanları’
Büyük gölü aştık, umutsuzlukla dolduk taştık. Kaybettik. Güneş pusuda tohumlarımızı savurduk patikalara sarhoş bıkınca sorgularımızdan kamplar kurduk doğuya indik sürekli doğu sandığımız yere…
Sarp kayalıklar ve aralarına sinmiş yorgun gözleriyle bakan tünellerle karşılaştık manzara muhteşemdi…
‘Çerçeveli yalnızlıklarımızdan oluşan, kapıları acılardan örülmüş, toz, taş, geçmiş ve şimdi’yi saklayan güzellik!’
Bir çığlık çekti bizi içine karanlık paramparça tünellerin içinde karşılaştık.. bir siyah kızla, uyuyordu..
‘üşümüşüm..
üşlerimin üzeri açıktı, bendim,
arzularımsa çıplak onlardım…
‘dalgın.. ‘üşümüşüm
ölülerimi taşıyordum,
öyle sağır.’

‘Çöl rengi bir elbise’ giymişti. Ve ‘Bir yaşamın düşe eklenmesiyle, bir düşün yaşamdan çıkarılmasının hiçbir ayrımı yok.’ken düş’müştü tünellere.
Tünellere sığınmıştık.. arayıştaydık arayışınız boşuna…
‘Ben kim’in arayışı kaç adım öteye gider öz-tanıma?
Engin bir su izinde yanıta vardığında, ne kadar bilebiliriz Kimiz’i?’
Karanlığa karıştı. Takip ettik… tünelleri katettik, ellerimiz ayaklarımız kan içinde…
Dağlardan aşağı indik gecelere sığındık, tiksinç aydınlıktan kaçtık, karanlıkta yol aldık sadece…
‘Oysa ne kadar emin kendinden gece! Gören bir yetişkin sürekli yenileyen ve yenilenen, ölümü unutmadan yaşama tutkun dinginliği genleştirerek her an duyumsatan…’
Kamplar kurduk uydurulmuş melodilerle coştuk, hep sarhoş bir şafak umuduydu ki o umuttu belki de bir nesli bitiren…
Mırıldandı.. gece mırıldandı…
‘Mutluydum; bu bir cürret! Küçük sürünün içkin yolculuğunda yetkeyi silmenin kıvancıyla, korunaklılığın ince güveninde
konaklıyordum.’ Ölülerin ko-r-kusuyla beyazlaşmış nice topraklara vardık… hangi beklentiyle kucaklayıverdik beyazlığını… geçtik taşlaşmış insanların önünden, gecenin çatlakları hala yüzlerinde…
‘ Niye koşmalı sanki?
Gece alışkanlığını vururken,
Her yalnızın talihsiz alnına-
Az ışıkları yaşamın kabulümüzdür.
Kururken damarlarımızın son solukları,
kalabalıktan arta kalan biricik ay ışığını
Katmalı öyleyse görülmez akışına
Yaşamlarımızın!’
Bir çokta adım bulduk milyonlarcasının paylaştığı. düzüşlerdeydi hepsi de boyutsuz karıştım aralarına caddelerde, vazgeçmiştim artık oralarda başka kıyıların varlığından. Arzularını edimdim bende tatminsiz… sonuna gelmiştik artık..
‘İlk dizesi olmaya bu şiir
öncesiz bir dala benzeyecektir
Nasıl ki başlangıcı yoksa yolculukların
Sonu da yoksa
Ağaçsız bir dal gibiyse her yolculuk’
‘Ölüm buraya kadar!’
‘Ey, içine bakan gözlerimin yoksul gölgesinde kendini açıklayan gerçeklik! her kopuşla adını yineleten umut! Bir serin yaşlı-bahar özlemi, acı kar fırtınaları beklentisi kuşlarda ve alıcısı olamayan iki mevsime, zamanın kapanabilmesi devrimi!’
Artık ne gerçek ne de umut, hepsi birer yalan! tek gerçek doğmuş olmam, içimi saran bu dayanılmaz acı! ‘yerleşik yabancılığın acısı’ gerçek olan umut her yok oluşumda denge’mi kurmam için bir afyon sadece… umut tünellerde, zamanın kapanması perdenin inmesinde!
‘Bir sabah bedenimin tüm hücrelerini ele geçirmiş bir acıyla uyanıyorum, bundan böyle, nereye baktığı bilinmeyen gözlerinizle her karşılaştığımda katlanacak bir acıyla.’
Kalan tek şey; hissedilen ve tiksinç aydınlıkla bütün hücrelerime yayılan. boşluk’un içime nüfuz etmesiyle doğan acı, yakıcı bakışlar…
‘Hiç bitebilir bir acı değil, düşsel uçurtmaların zaman dışı boşluklarda salınmasını beklemek, bu tek düzelik ve sıradan değişimler kuşatmasında.’
Uyuşukluğun ortasındayım, ta içindeyim. Yapmam gerekenlerin farkındayım, ki bu gerekliliklerin tümünü ince ince düşündüm ve bir sonuca ulaştım, en azından öyle zannediyorum, bu sonuçlarında sürekliliği ayrı bir acı kaynağı benim için, fakat kesin olarak bunları yapamamaya mahkum durumdayım. Bir şeyler yapmalıyım, yapmayınca hep bir şeyler düşünme tehlikesiyle karşı karşıya kalıyorum ve düşünmek bozuyor tüm çabalarımla kurduğum, yarattığım ; gecelerimi , sayısız nefeslerimi verdiğim denge’mi. Bozulan dengemle birlikte çıktığım, sürüklendiğim yolculuklar sonundaysa, ayrıca bu yolculuklarda ruhumda açılan yaralar, göğsümde patlayan çığlıklar.. korkunç!, hiçbir olumlu kazanım elde edemeden öylece kalıyorum, evet kalıveriyorum. Düşünmekse her geçen gün daha fazla tehdit ediyor sağlığımı; zamanın derinliğini, aslında her hareketin aynı noktaya vardığını, tüm bunların boşuna bir çabadan ibaret olduğunu düşünmek zorunda kalıyorum. Hangi hareketten ne bekliyorum? Hareketle hareketsizlik arasındaki tek fark şu anları yaşamamak olmalı. Hareketsizliğe mahkum olanların ruhsal uyuşukluğu…
‘Bir yaşamın düşe eklenmesiyle, bir düşün yaşamdan çıkarılmasının hiç bir ayrımı yok!’
Kaçabilecek tek yer kaldı, nöbetlerin biraz olsun dindiği yer düşler; güvensiz, geçici bir sığınak sadece… düşler de varolan ben…
kaçış yok bekliyorlar…
dışarıdalar…
tükeniyoruz!
‘Haykırdı ses: itaat et!…
ses kusardı tüm iğrençliklerini
bataklık kuşları cıvıldaşırken kalınbağırsaklarında dizgenin
yaşamak bir hiç’i büyütmekti yokluğun tiner kokan göz çukurlarında…’
Öyle bir yerde buldum ki kendimi ne ben benim ne gözümden akan ay ışığı gerçek. zaman ve mekan kayıp. çırpınıyorum bir düzen içerisinde, toplum her yanımda. özgürlüğün kalmadığı topraklar, varoluşların domates reklamlarına dönüştüğü kentler…
Tiksinti çukurlarında kayıp bir çağın yok etmek, parçalamak üzere konuşlandırılmış tanrılarının egemenliğinde tedirgin,
darmadağın bir hayat…
Katliamları silahları ve savaşlarıyla inleyen
konumsuz ülkelerinde ilkesiz yaşayan
yaratıklarıyla inlerine kaçan korkuları
kendilerinden de utanırdı’
“Aydınlıkta köhneliği belirginleşen ve kentte ve konutta hiçbir şey neyse ben oyum. Öylesine  bağsız ve yeğniyim ki bu hafifliğin şiddetinin bedelini bir gün öderim diye düşünüyorum.  Sanki varoluş beni cezalandırmak ister gibi; yoğunluğundan bana düşen payını benden geri  alarak bu yoğunluğa, olur olmadık herkese ve her şeye fazlasıyla katlayarak sunuyor. Ülkem yok, cinsim yok, soyum yok, ırkım yok; ve bunlara mal ettirici biricik güç, inancım yok. Hiçlik tanrısının kayrasıyla kutsanmış ben yalnızca buna inanabilirim, ben. Yere göğe zamana denize kayalara ve kuşlara da dokunan aynı tanrı değil mi? Bu kutla tanrının yönetkenliğinde, olmayan ellerimle bir yok-tanrı’yı tutuyor ve ölçüyorum yokluğun ağırlığını. Kefe’lerinden birine onun oylumu pekâlâ sığıyor, diğerine duygular, duyumlar ve düşünceler yığılıyor, işte yetkin eşitlik…her gün her gece bu eşitliğin bilgisiyle geçiyor. Bir eskiciden satın alınmış bu teraziyi birgün başka bir eskiciye vereceğim, o gün, tozanlarım her bir yana dağılıp toprağın suyun ölümsüzlüğüne eklemlenecekler ve ben özgürleşeceğim.” - Canımın Sıkıntı Sınırı - 
Sahte peygamberlerle, sadist tanrılarla yaratılmış bir dünya ve ‘süreç yok edici’. tanrının tek emri yok edin! yeryüzü tanrılarına köle olmuş bireyler, benliklerin üzerinde buzdan kafesler, nefretle beslenen düzen… yüzleri gülen ruhları yalnızlık ve acıyla kavrulan ben’ler.
‘Bir şeyden kaçıyorum bir şeyden, kendimi bulamıyorum dönüp kendime gelemiyorum, kendime bir yer edinemiyorum, kendime bir yer…’
Bütün bu kargaşanın ortasında sığamıyorum evrenine Tanrı! ne anlayabiliyorum seni ne ben’i! nasıl böyle muhteşem, nasıl böyle eksik olabiliriz.
”Anlamak’ nasıl bir şeydir, bu dokusundan bal rengi sosuz bir acı sızdıran yerküredeki kusurlu varoluşumuzu…’
‘Dilsizliğimi, uzam ve insanın eksikliğinin genliğinde öğrendim’ insanın eksikliğinde dilsizliğimi, fazlalığını umutsuzluğu öğrendim.
‘Ölüm yaşarken vardır, olmuştur cesedi yakarak ortadan kaldırmak gerekir.’
yıkılması için bu düzenin ben’e kalan tek çare vardır artık. güneşten utancımızı gizlemek üzere… zaten ölü bedenlerin ortadan kaldırılması…
     BİRİLERİ BENİ ÇAĞIRIYOR!
     BURAYA GEL
Çok Güzel
Durma artık burada uysal aşık!
Aydınlık milinin yatağında.
Bilemiyoruz belki de meşe o ağacın adı,
Anlayamıyoruz varolduğumuzu gölgesinde

Ağırbaşlılığının.
sergilenmeyi, uçuşan geriye dönen
Veda geliyor şimdi, öğretmek için
vakitte.
yüzün, kavisin beyaz yanağıyla?
Kime, kime gönderiyor incelen yapraklarını
Bu aklıkta, minarem mavi benim.
Işığım denize kayıyor, bir sayıklama
izleğiyle, bir zamanlar pay verdiğimiz
insanlığa!

DÜŞÜ NE BİLİYORUM

Kimdi o kedi, zamanın
eşyayı örseleyen korkusunda
eğerek kuşları yemlerine,
bana ve suçlarıma dolanan?
Gök kaçınca üzerimizden ve
yıldız dengi çözüldüğünde
neydi yaklaşan
yanan yatağından aslanlar geçirmiş
ve gömütünün kapağı hep açık olana?
Yedi tül ardında yazgı uşağı,
görüldüğünde tek boyutlu düzlüktür o
ve bağlanmıştır körler
örümcek salyası kablolarla birbirine
sevişirken,
iskeletin sevincini aklın yangınına
döndüren, fil kuyruğu gerdanlıklarla.
Yine de, zaman kedisi
pençesi ensemde, üzünç kemiğimden
çekerken beni kendi göğüne,
bir kahkaha bölüyor dokusunu
düşler marketinin,
uyanıyorum küstah sözcüklerle:
Ey, iki adımlık yerküre
senin bütün arka bahçelerini
gördüm ben!
KUŞUM VE BEN
Kuşum ve ben bir aynada
uyuyoruz, kafesimiz yatağımız
yüzlerimiz eşlerine baka baka
sonsuz kar altında uyuyoruz
kuşum ve ben.
Eşim ve ben kızıl bir bağla
bağlıyız birbirimize
çözülürse yoksullu
k sevinir
Aynamızın içinde tek bu bağ…
Kızıl kıskanç eşim kuşum ve ben..

CANIM SIKINTI SINIR
TOMORROW WILL BE ANOTHER DAY
        sevim’e-
Belki ona gideriz yarın,
Belleksiz sevgiliye,
Poplin elli korkak çocuğa,
Duyarlığı, unutkanlığının kanı
anaya-
Ona belki gideriz yarın,
Gören gözlü kör güzele,
çılgın gülüşlü bebeğe,
Yüreği, sızlanan ruhunun göğü
yavrucağa-
Yarın gideriz belki ona,
Unutuşun türküsü, bekleyiş
tortusunda,
Esnek kokulu çiçeğe,
Kaynak bakışlı Venüs’e-
Ya nasıl dönüş sonra?

KUĞU EZGİSİ
kuğuların ölüm öncesi ezgisi şiirlerim,
yalpalayan hayatımın kara çarşaflı
bekçi gizleri.
ne zamandır ertelediğim her acı,
çıt çıkarıyor artık, başlıyor yeni bir ezgi,
        bu şiir-
sendelerken yaşamım ve bilinmez yönlerim,
dost kalmak zorunda bana ve
sizlere!
çünkü saldırgan olandan kopmuştur o,
uykusunu bölen derin arzudan.
büyüsünü bir içtenlikten alırsa,
kendi saf şiddetini yaşar artık,
        bu şiir-
kuramadığım güzelliklerin sessiz görünümü,
ulaşılmayanın boyun eğen yansısı,
sevda ile seslenir sizlere!
1.
bütün yalnızlıkların ilenci
korusun çoğulluklarınızı
cinnet koyun erdemin adını
maskelerinizi kuşanıp yalanlarınızı çoğaltın
hepiniz mezarısınız kendinizin…

yağmur yağıyordu yağmur mavi

asfalta sızmış kaplumbağalar ölü balıkların sırtında
aşkın şiddetiyle titriyorlardı
sabahtı erkenci bir ulak çıldırırdı kuşlarıyla yağmurun
bedenler kaçışırdı dolambaçlı dilleriyle
tüze yalnızlıkların yalan tahtında inleyen
kul pratiklerinin seslerine gömülürdü
S .U. S. tu..

2.

sözleri ve yüzleri yalan insanlar
boyutsuz bir keder içerisinde
sırasızca düzüşürlerdi
isterik kahkahaların ardındaki
pornografik sahneler nasıl da kısaltmasız ve
arzusuz kılardı genç kızları
saçma
algı yanılsamasının yurdunda
egemendi ve uşakları bunaltının

3.

haz ve irkilme
köpeksi bir an’ın şizoid tarifesi
çıldırır şehir hatları vapurunda mavi form
ikiye bölünen saydam çizgi nasıl kırılır ve
kıvranır bir gözüne kıymık basmış zebani
uzanır öper dudaklarından siyah kızı
kız tersinir bölünür iki olur çok olur çünkü
tansık maddeci bir düşünürün irreel tasarımıdır
nasıl da düzdür ve düz bir tümcede intihar edecektir şair
kıyıda güneşlenen eril orospu:zamanın dürüst muhasebecisi
dalga radyoaktif bir çözünüşün ya da süzülüşün
kaygısal imidir kırmızı ibikli ebleh bir kuşun organı…

4.

katliamları silahları ve savaşlarıyla inleyen
konumsuz ülkelerinde ilkesiz yaşayan
yaratıkların inlerine kaçan korkuları
kendilerinden de utanırdı

üç beş kan içici fanatik ellerinde tabuları

beton tanrıların sunaklarında umut
biçerlerdi
ölüsünü kucaklamış bulut kuşu
sokaklarda erirken
nüktesiz başlangıcına
dönmeye çalışan gezgin
coğrafyalarını yirtirmişti…

5.

haykırırdı ses: “İtaat et..”
ses kusardı tüm iğrençliklerini
bataklık kuşları cıvıldaşırken kalınbağırsaklarında dizgenin
yaşamak bir hiç’i büyütmekti
yokluğun çocuklarının tiner kokan göz çukurlarında
çılgın tay motifleri
ahmak bir sabahın tekrarlanan betimiydi
yalan ve yapma kıyılarını düren şairler
onmaz acılarının yanıtsızlıklarında
delirmenin dirimsiz anlamını ararken
suç ya da suçlu neresine kaçmıştı ki… “itaatin”…
buyurganın ve etiğin…

6.

muştu ve ölüm günlerce egemendi
ihanet ve yalan
tek anlamlı ve tek göstergeli anıların
kuşattığı gece
kayıtsızlığında inlerken
süre yok ediciydi…

7. 

tükenirdi monolog
kaçarken içine düştüğüm kara toplum
big bang sonrası büyük yalnızlık bilinmeyeni
saçlarında titreyen iblisler karartırken güneşi
üst üste gömülürken
saydam yaşamlar
bir yankı duyulurdu hiç’likten
bütün yalnızlıkların ilenci
korusun çoğulluklarınızı
cinnet koyun erdemin adını
maskelerinizi kuşanıp yalanlarınızı çoğaltın
hepiniz mezarısınız kendinizin….

8.

göbek kordonunu dolayıp annesinin
göğüs uçlarında intiharı ağlayan
cenin de italikti
bordrolu gök kuşağı cini günahkar bir
totem parçasını zimmetine geçirirken
yakalanmıştı
etik sarsılmıştı
sarsıntı
söz’ün titrek ölüsünü çözerdi…

9.

ağlamak
yok ülke yanılsaması ardında üreyen kentler
ve aşklar pürüzsüz arayış kültü
modern bir kontrbasın son teli acıyla gerilen
boynuma doladığım soytarısı yokluğun süreksiz tını
son işaret kıyıdaki bedensiz yılan gözleri
eski bir fotoğrafın döllenen ayrılığı
ötesinde kutsanan cinnet
ve us arın kendinden!
boğulan hüznünde
cinayetler işlerken anaç güller getir
unut her şeyi unut ve koş cehennemine…
H E P İ N İ Z M E Z A R I S I N I Z K E N D İ N İ Z İ N !
Pek öncelerin ben-merkezciliğinin dışavurumu
yontusal bir dinginlikle sıralarım
sözcüklerimi vasat bir yere,
bu duyumlanmaz imgeleme-
taşkınlıktan ırak mı ırak!
ah! ya benim ele geçirilemez coşkularım,
varolamamış henüz
biçimleyemediğim
neredesiniz siz ey bilinçsizliğin bilinçlere
varılamaz yengisinden sonra
ulaşılır esriklik alanları?
bir uçuş diliyorum salt kanat
gökyüzünün üçgen bir köşesinde,
bir tozlaşma… miriabilis bir jalapa’da
görsün her gözenek ait bana,
süresiz dolun ve sonsuz bir ay
patlaması tüm içkinliğimde!
bildiğimi biliyorum çemberimi,
yarıçapları oturtsam bir kez özeğe-
ve eğretilikten arınmış parçacıkların
uyumsuz hiçbir üstüstelenişi düşünülemez.
bu uyumlar elaçıklığıyla ulaşacak hep
çembere…
kuşkusuz mu?
savruk
parçaları boşluğa yayılan
anlam
ölümcüldü
çelik bir rahim içerisinde
soluyan
yaşam
ölümcüldü
bir eksil(t)me
duygusuydu
yaralayıcı
gittikçe yayılan
çiğ
uslanmazdı…
sonrasında
yanlış bilincin
soytarı çocukları
mısra düşürürken
kederden
tül
sarardı teni
kanarken dudaklar
ve vulva
bir sırrı söylerken
kül
kuşatıcıydı…
kan sırlarını sürüklerken
göğüslerine gömmek için varlığı
maskeler de yakılmıştı
düşlerin yitirildiği düşsüz kışında
kıyımımızdı söz
ilençli ütopyası
çürüyen…
dehşet korosu çınlar
söylemin incittiği
an’ lam
dökülür
gün
konuşur
ölü çığlık
düşer
zamansız
bir yiti(ri)ştir
yaşam…

“BANA DOĞRU GELEN KİM?”YA DA / ŞİMDİKİ ZAMANDA / BİR MOBİL, BİRİNCİ TEKİL ŞAHIS
Dökülmüş bedenim kimyasına pirincin, yok edilerek kalsiyumun büyüsü yazgım belirlenmiş.
Her an, hoş geldin diyorum bana doğru gelene, dalgalanan duygularımla. Sarkıyorum tavandan (bir tavan varmışçasına) yeryüzünün (varolduğunu umarak) renklerini bilmeme karşın – lal rengi, çivit mavisi ve sarı – ve onların yalanlamalarını – tutku, dinginlik ve ölüm - kendimle işaretliyorum yanı, yöreyi – bir aşağı bir yukarı, bir yukarı bir aşağı, sağ sol, sağ sol. Yönlerin bulanıklığında bir sorumluluk bu! Uluma geri tepiliyor böylece, bana doğru gelene karşı! Bir iskeletler zinciri tutuyor beni havada, uzay konusunda bir unutkanlık yüklemeye ve devindiğim cılız önlemleri yıkmaya çalışarak.
Soğukkanlı bir çaba! Ben, kusursuz bir porte olmayı yeğlerdim, oysa. ışte şuracıkta, özlüyorum sol anahtarımı ve notalarımı. Umursamam, nereye dağılırlarsa dağılsınlar, daha sonra… şimdilik, hava akımının istencine boyun eğmişim, sinekler ırzına geçerken uzantılarımın, sürdürüyorum dansımı bu dikey tabut içre, günden geceye, geceden güne, ben tümünü ezip geçinceye ve “Bana doğru giden kim?” in yatay bilgisine ulaşıncaya dek!
aşkın yalnızlık boyutunda
çürüyen stereo sesli kız kurusu
biraz ürkek çokça buruktu
çünkü
şirin bir yarasa tüm ailesine
tecavüz etmişti
sokaklarda yanan frengili lambalar
kaç küçük orospunun organını dağlamıştı acımasızca
çiçeklerini saplayarak vulvanın ötesine
ağlarken…

Bundan böyle baktığımda gömütsü ince boşluğa bilemem
martılar neye göre toplanırlar bilemem dizlerim
neden çözülür böylesine güçsüzleşir dolaşımı kanımın
uyuşurum bunca değişken mavinin görümün-
de uçarım ve karşı kıyı tehdit okunu kırdıkça sunağım
orasıdır pek sık çiçeklerle ve cesetlerle giderim
iyiice daha sunmaya…
ödünç aldım kokunu kendi tenimde,
sen kokuyor yüzeyi bedenimin
her gözeneği.

Açar açmaz arkı daldı bir bir kelebek içeri,

Döndün sandım beyazı görünce,
Birleştirerek tenimden yayılan
koku ile
uçanın sonsuzluk imgesini.
Tutuyorum sevi çanını ellerimde,
Vurgusu ben’e dönük, yankısı çocukluğa.
Kendi ışıltısı deviniyor kendinde
katlanarak doyumu
töze doğru yayılıyor
başkayla aramızdaki
kimsesizliğe.
şimdi hayır derken
sevişiyorum seviyle ben.
Unutuş bir kaynak olmalı
Yeni’yi her an’a yaymak için
Ben sana olmalıyım
Bana ben bir kaynak
Görüyorum geç kıyım çok yakın!
Biliyorum artık mut uzaklığını
Sen yüzümü götürmüyorsun
Kendi gözünü bile!
Gerçek bilirsin diyoruz
Düz eğri çapraz ya da değirmi
Güzeldir açığa çıkışı yüreğin
Sen bil ki ben seveyim. ”

Zaman, Yer, Sonra
Ayla örtünüyoruz çağlardır, buğulu camlar ve farklanmış yüzümüzle. Başkaları uygarlıktan söz ediyor, bilmeden her geriye dönüşün belki ulaşılmaz bir ileriye adım olduğunu. Tohumdan korkuyoruz, yeryüzünün ilgisizliği hafif kılıyor bedenlerimizi, bakışımız göğe yönelirken yürekler serin tutuluyor. Sonra her çınlamayla endişe güğümleri omzuma biniyor; toprağın değişmezliği, yapıların kalıcılığı, anaların istemi kadar tehdit edici yükler. Örümcek ağında gizlenen eski yazılar kinin kuşkusunu kusuyor. Yeniden hatırlanıyor bir zamanın beyaz evleri, dudakların uyarısıyla sonu ertelenen
aşkın iyicil kucağı açılıyor, öte dünyanın gerçek konutlarında. Çerçeveleri yalnızlıklarımızdan oluşan, kapıları acılardan örülmüş, toz, taş, geçmiş ve şimdiyi saklayan güzellik! Hiç bitmesin diyoruz dingin tavrımız, bir kez seçilmiş uğraşı yaşamdan ayırmamakla.
erken vazgeçişlerim vardı benim
seninse
erken tükenişlerin
ve gece
uygun değildi
beklemeye
yine de bekledim…
avcumda unutulmuş binlerce gölge
yeraltında
öldürülmeyi bekledim
günışığı vururken gözüme
ölmeyecektim
katilim yoktu,
katilim çok…
Bir karga bir kediyi öldüresiye bir oyuna davet ediyordu. Hep böyle mi bu? Bir şeyden kaçıyorum bir şeyden,
kendimi bulamıyorum dönüp gelip kendime yerleşemiyorum. Kendimi bir yer edinemiyorum, kendime bir yer.
Kafatasımın içini, bir küçük huzur adına aynalarla kaplattım, ölü benim kendini izlesin her yandan, o tuhaf sır içinden!
Paniğini kukla yapmış hasta bir çocuğum ben. Oyuncağı panik olan sayın yalnızlık kendi kendine nasıl da eğlenir. Niye izin vermiyorsun yoluna kuş konmasına, niye izin vermiyorum yoluma kuş konmasına niye kimseler izin vermez yollarıma kuş konmasına?
“Öyle güzelsin ki kuş koysunlar yoluna” bir çocuk demiş.
Zorunlu Tünel – Kasım, 1979
Meyvelerin çocukları arı varlıklar baktırmaya
işaretliyorlar belleğini insanlığın
ki o unutmuştur kendi oluşumunu,
görmez ne olgun kokular
renk ve tatlar
taşınır her ilmeğinde çıplaklığın.

Perdeler çekilidir bakışına belleğin

çok öncelerden beri,
büyüyen ağaçlarına özgür çocukların,
vurur baltasını sinsi körlüğüyle tarih!
Ve şimdi yollarında yaşamın
çığlık tünelleri kazmak
ve susmak’ı
yazmak
kalmıştır
işaretleyenlere
        bu, hepsi, belki-

Üşümüşüm…
Düşlerimin üzeri açıktı, bendim,
Arzularımsa çıplak, onlardım.
Ufacıktı dileğim mavi suya;
Örtük bakışının dolaysız ısısı,
O kadarcıktı!
Üşümüşüm…
Ölülerimi taşıyordum, öyle sağır.
Kaç kez dokundum soğuk dudaklara.
Bilemedim nasıl dönmez o göz
ayrıldığı kaynağına,
direnir o kadar!
Üşümüşüm…
Bu yaklaşan kışla değil,
Deniz ürpertisi, göğün alacasıyla değil,
Ellerimin soğukluğu hep bir kalabalıkta.
Kaçışının gizini gönlünde tuttuğun
Bilisiz aşkı(nı) ver bana!
Üşümeyeyim…
Kasım- 81
Pavor Nocturnus Ya Da Delikli Uykular
Yüzü olmayan bir palyaço, elleriyle olmayan yüzünü örtüyor ve ağlıyor. İçerden ağlıyor ve ölüyor. Zaman yüzünü eskitemez çünkü yüzü yok!
Yok yüzlü palyaçonun giysisi olması gerektiği gibi oysa, kabarık yakalar ve renk renk kareli tulumu.
Yüzüyorlar, saydam ve ılık suyun içinde, şiddetle. Yukarıdan görülüyor bedenleri yarım, belden aşağıları yok. Hızla kayıyorlar sıvının içinden, adaya vardıklarında kollarıyla tırmanıyorlar kesik bedenlerini yukarı çekerek adamlar…
Benle benim aramdaki farkı görebiliyor musun?
TOZ-DEM
Kısacıktı karşı yolculuklarımız kara ve deniz üzerinde-
Şafağın bodrumuna inerken sen, Hançerin ivmesiyle yükselirdim dul pencerelere.
Azıcıktı köpük boz denizde ve karada Koyu bir saatin içinden çıkılamadı bir an yine de!
Belki gülden kalma bir iz yanağındaki, Eski sabahın sarı gülünden üzerine deli gözünü bıraktığın…
Öldüğünde, çekmecemde duran bu göz, incelikle çıkarılacak, bir jiletin enginliğine, Çözülecek gizi O çarpık retinanın, ağ tabakanın…
Kasım, 1985
GÖKKUŞAĞINDAN DARAĞACI
Şimdi’nin bedeni yok, Yontuyor geçmiş bilgisiyle gelecek belki olur diye taşı, taşını kokluyor yontu dağılıyor…
Şimdi’si yitik bundan boyuyor boyuyor evine aldığı ağacın üzerine tüneyip duvarını, tavanını, geçmişi ve geleceği ve her yanını; dal kırılıyor…
Şimdi’si yitik diziyor diziyor notalarını, göğe ışık üzerine boncuklarını, ucuza getiriyor varlığını sonsuzun sessizliğiyle sonlunun gürültüsü arasında, O bitirince kıyısında gezindiği yol çöküyor…
Şimdi’si yitik bundan yazıyor yazıyor enine boyuna içini ve dışını ve yeri ve göğü ve suyu, bindiği kadırga o inince batıyor
Ağustos 87
KAN ATLASI
Emel’e “Ben babamın yuvarladığı çığın altında kaldım.”
Çolak mırıltılarla dövmelenen çocuk her gün her gece eğer adasında, Gözü ağzı elinden alınmış, yosunlar sarmış bedenini çığlıklarken bunu su içinde…
Karada, hançer suratlı abinin rüzgarında uçar adımları. Geçmiş ilmeğinde saklıdır arzusu İçinden karanlık, tekrar ve ilenç sızdıran hayret taşında. Soruyor hatırasında, “sırtımda ve sırtında gezinen bu ürperti kim, bir damla süt yerine bu ağu kim?” ay gözüyle bakmayan kavruk akıllara -boy atmış da salgıları, cücelmiş sezgileri- bir yanılgı rehavetinde debelenenlere…
Ey, yüzleri bir babakuş gölgesine çakılmış olanlar, Üzgün adım, ileri marş!
Aralık, 86
CAM KELEPÇEYE EVET
Ilık bir süzülüşle Geri dön hayat, Bırakma yeryüzü salına tünemiş pek kara kuşlar Örtsün bakışımı, Görmek acısı sürsün pencere tutsağının Düşsün hayatı suya…
Nisan,84
Çocuk 
Eli uysal -Tutuluyor- Bir çocuk. İmgesi yok gizli camda -aranınca-
Hayvan deniz soluk alıyor Bir insan sanki, -veriyor- Soluk tenine çocuğun Acı mavisini.
Kanı ürkek çocuk, Bir çift papuç bırakıyor, Tek bir ölüm için.
Ne zamandır ertelediğim her acı,
Çıt çıkarıyor artık, başlıyor yeni bir ezgi,
        bu şiir -
Sendelerken yaşamım ve bilinmez yönlerim,
Dost kalmak zorunda bana ve sizlere!

“İntiharın Çıplak Sureti ya da Nilgün Marmara”
“DÖNGÜSEL ÖLÜMÜN DOĞURGANLIĞINDA”
“Ece Ayhan 13 Ekim 1987′de, Nilgün Marmara’nın cenazesinde, Nilgün’ün annesinin yanına gider ve okul numarasını sorar, annesinin söylediği sayı Nilgün’ün mezar numarası ile aynıdır; 128 Nilgün”
Aldırma 128! intiharın parasız yatılı küçük zabit okullarında her çocuğun kalbinde kendinden büyük bir çocuk vardır bütün sınıf sana çocuk bayramlarında zarfsız kuşlar gönderecek.
Ece Ayhan / Meçhul Öğrenci Anıtı
Fotoğraf ; Nilgün Marmara, Ece Ayhan, Haydar Ergülen  Yer ; Nilgün Marmara'nın evi.
Fotoğraf ; Nilgün Marmara, Ece Ayhan, Haydar Ergülen Yer ; Nilgün Marmara’nın evi.
Doğum gününü hiçbir zaman bilmek istemediğim Nilgün Marmara, ölümüyle herkesi hayrete düşüren, geride bıraktığı şiirleriyle ölümünü anlamlı kılan, ölümünün gerekçesini gösteren bir şair. Nilgün Marmara’yı felsefi bağlamda nihilist olarak mı, stoacı olarak mı yoksa bir varoluşçu olarak mı değerlendirmek gerekiyor sorusu elbette ki tartışılmalıdır. Ancak tüm bunların ötesinde, derin ve kendisine has felsefesi, denenmemiş ve okunduğunda çoğu yerde yüzeysel bir çabayla anlamlandıramayacağımız şiirleri ve yaşamıyla birebir örtüşen imgeleriyle Nilgün Marmara’ya ve şiirine hiçbir tanımlama getirmemek gerekiyor belki de. Tanımlarla boğmak, sınırlamayı beraberinde getirecektir. Oysa Nilgün Marmara, tüm sınırların ötesinde, sınırları mahkûm eden bir yaşamın ve ölümün şiirini yazmıştır.
Boğaziçi Üniversitesi’nde İngiliz Dili ve Edebiyatı okuyan Nilgün Marmara, tanıkların anlatımıyla, fakültenin merdivenlerine tek başına oturmaktan vakit buldukça sınıfın en arka sıralarında derslere giren ve akademik başarıyı yakalayan bir öğrenciydi. Üniversite döneminden tüm yaşamına ve de ölümüne kalan en önemli şey, kuşkusuz ki üniversite bitirme tezini de onun üzerine hazırladığı bir Alman kadın şair olacaktır: Slyvia Plath.
An gelir, bir filmin herhangi bir sahnesi tüm şeylerin özeti olur. An gelir, bir şarkının herhangi bir notasında donakalır adı ben olan tüm ayak izlerimiz, bir yaşamın özeti olur bir çığlık ya da bir fısıltı. Bir fotoğraflar şerididir gözlerimizin önünden geçen: Binilen üç tekerlekli bisikletler, gizliden yenilen toprak, kanın beyaza döküldüğü gecelere karışan inleme sesleri, giden ve daha dönmemiş, belki de hiç dönmeyecek olan, gerekçelerimiz…
Nilgün Marmara, bu fotoğraf şeridinde en çok da kendisine benzettiği Plath’ın fotoğrafında donakalacaktı. Ne geçmiş, ne yarın; o an, bir yüzün tüm anlarının dondurulmuş hüznüyle acıyacaktı.
Alman şair Plath’ın yazgısını, kendi yazgısıyla bir kolaj bütünlüğüne evirebilecek kadar cesurdu Nilgün Marmara. Çalkantılı yaşamı, şiirleri ve intiharıyla Nilgün Marmara için bir imge olan Plath, bir döngüsel ölümün doğurganlığında olduğunun farkında bile değildi.
“Bana fikrimi sormadan, beni var eden bu doğayı ve tanrıyı yok edemediğim için sadece kendimi yok ediyorum.” gerekçesinde yalnız ölmüştü Plath ve Marmara yağmurların coştuğu gecelerde Marmara kadar ıslak kalmaya devam ediyordu. Marmara, Plath’ın gerekçesinde şiirler yazıyordu, en az Plath kadar yalnız, en çok Plath kadar cesurdu. Nilgün Marmara, kendi yazgısını kendisi yazacaktı; nasılsa bir alacağı vereceği yoktu dünyayla… Elinde kalan son parayla biraz daha yalnızlık alacaktı kendine, biraz da mürekkep. Kelebek ölüleri satan mahalle dükkânlarına hiç girmedi belki de. Yazılmış ve çizilmiş bir ideolojinin yolunda ilerlemiyordu. Kendi manifestosunu kendisi yazmıştı ve birilerini buna inandırma gibi bir derdi de yoktu. Çoğullanan bir zehrin vücutta yarattığı o ilk dinginlikte cenneti sorgulayıp asmış gibidir yüzü. Bu Adem’e ve Tanrı’ya başkaldırdıktan sonra kirli bırakılan Lilith’in de öcüdür aslında. Fahişeliğin tapusuz ve sorgusuz aykırılığında tensel bir günahın yüzüdür, Colette’nin çağrışımlarıdır. Samuray değerleri için harakiri yaparak ölen Yukio Mişima kadar kanlı bir çocuğun annesi olduğu yüzündeki anlamda saklıdır. Nilgün Marmara, içinde taşıdığı ölü çocuk bedenleriyle şiirin ve yaşamın en haklı duruşundayken ‘Düşü Ne Biliyorum’ gerçekliğindeydi.
‘Düşü/ne/biliyordu, o halde vardı.’ Tarzı klişe söylemlerin ötesinde, Nilgün Marmara’da düşüncenin bir eylem tarzı olduğunu da göz önüne alırsak varacağımız sonuç da farklılaşacaktır. Kuşkusuz ki Nilgün Marmara, düşün bazında bilge bir konumdaydı ve bu bilgece duruş, varoluş-yokoluş arasındaki çelişkiyi perçinleştiriyor, yaşamla arasındaki uçurumu derinleştiriyordu. Çünkü Nilgün Marmara yalnızlığı kadar yalnızlık şiirleri, kirli yaşamlar kadar kirliliği yazıyordu. Bir kurgu değildir yaşam ve ölüm arasındaki o ince sınır. Onun şiirlerini farklı kılan durum da bundan kaynaklıdır: Yaşadığını yazmak, yazdığını yaşamak.
Elbette ki yazdığı dönem, Türk şiiri açısından yenilikçi bir döneme rastlıyordu. Özellikle 2. Yeni’nin şiire yeni tartışmalar getirdiği 80′li yıllarda Nilgün Marmara da bu tartışmaların içindeydi ve dönemin şairleriyle ilişki içindeydi. Ancak bu bir yere kadar etki bıraksa da, bütünsel bir alan yaratamamıştır Nilgün Marmara şiirinde. Bunun için Nilgün Marmara’nın şiiri, belli bir akımın şiirleri olmanın ötesidir. Çünkü Nilgün Marmara ötenin de ötekisidir.
“Öteki” kavramı üzerinde farklı anlayışlar belirleme mümkünatı olsa da, kadın kimliğiyle şiirler yazan bu şair alışılmışın dışında olduğunu göstermiştir zaten. Şiirin erkekliğini aşan Nilgün Marmara, erkeği dışlayan, erkeği saf dışı bırakan bir yaklaşıma sahip değilse de bir yerlerde erkeğin suçluluğunu da haykırır:
‘Ben, babamın yuvarladığı çığın altında kaldım.’ derken, baba şahsında erkeği de eleştirmektedir.
“ey iki adımlık yerküre! / senin bütün arka bahçelerini gördüm ben.” diyecekti bir şiirinde ve yazgısını yazgısıyla yazdığı Plath, hiçbir zaman uzak düşmemişti daha. Yaşamın neresinden dönersen kârdır demenin vakti gelmiştir. Birileri onu çağırıyordu, birileri ‘buraya gel’ diyordu. Bir kedinin titrek bakışlarıydı tek tanığı. Son şiirini kanıyla yazacaktı; ama haykırmadan, ama suskun. 13 Ekim 1987′de evinin bulunduğu apartmanın altıncı katından yeryüzüne iniyordu. Yerçekimi kuvveti yalan; son bir kez daha bakmak için Marmara’yı arıyordu gözleri. Kararlıydı; gürültülü geldiği dünyadan suskunca gidecekti. Hiçbir çığlık atmadı 6′dan yeryüzüne inerken. İntiharın tarihini bozmuştu; bu sefer suskundu. Cemal Süreya, “Hepimizin yapmak istediğini; ama hiçbirimizin yapamadığını bu kız yaptı.” demişti. Ece Ayhan, onu birazdan tabiattan tahtaya kalkacak bir çocukmuş gibi seviyor, ona sınıfça zarfsız kuşlar göndermemizi tembihliyordu.
Nilgün Marmara alışamadığından gidiyordu. Kırmızı Kahverengi Defter’den armağan Daktiloya Çekilmiş Şiirler’i yok saymadan yeni bir şiir yazmak adına meydan okuyordu dünyaya. Biliyordu bir şiirinin eksik olduğunu. Şiiri intiharıydı, utansın tüm maskeli yalancılar, şiirini kanıyla yazıyordu.
İntiharı son şiiriydi, şiir toprak kokuyordu. İyi baksın Lorca, ölüler de kan kaybediyordu…
“Hayatın neresinden dönülse kârdır”
“Azımsanamayacak kadar ölmüşüm / Azımsanamayacak denli ölüyüm… Geliyorlar bu evde doğan yeni bir ölümü görmeye; koşarak düşe kalka yuvarlanarak sürünerek… Nasıl olursa olsun; görmek için bu eski dostlarının yeni cesetlerini ve göstermek için kendi dirimlerinin kıvılcımlarını geliyorlar. Ölüm sessizliği toz ve küf kokan evden ayrıldıktan sonra seviniyorlar canlıyız diye.”
Kendini büyütmeye çalışan küçük bir çocuktu ki elleri büyüdü. Ortaokul lise derken geçen zamanın acıyı içine sindirmek istercesine ağır ağır ilerliyor oluşu boğmaya başlamıştı belki onu. Boğaziçi Üniversitesi Sanat ve Bilim Fakültesi Batı Dilleri ve Edebiyatları Bölümü’nde başladığı yüksek öğrenimini tamamlamak için yaptığı bitirme tezi ona kırgınlıklarından kurtulmak için yol gösterici oldu. Başka seçenek var mı diye sormadı ölümü seçen Sylvia’ya…
Bitirme tezinde intiharı seçen ünlü şâir Sylvia Plath’ı inceliyordu. Şiirlerini yaşamını inceliyor ve şiirlerinden çeviriler yapıyordu. Şiirler yazıyordu Nilgün Marmara intihar kokan şiirler yazıyor “yaşama karşı ölüm” diyordu. Çeşitli dergilerde yayınlıyordu şiirlerini ‘Beyaz’ ‘Deniz Atı’… Sylvia Plath’ın şâirliğiyle intiharını ayrı tutmadığı ve bir bütün olarak incelediği tezi “Sylvia Plath’ın Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi”ni tamamladığında Nilgün Marmara için artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Plath’ın bireyin yalnızlığı ve var oluş sorunları üzerine olan bakış açısı onu fazlasıyla etkilemişti.
“Sanat ve Bilim Fakültesi Batı Dilleri ve Edebiyatları Bölümü’nden Mezun olmak İçin Gerekli Koşulları Kısmen Karşılamak Amacıyla Teslim Edilmiş Bir Tez – Umarım böylesine emsalsiz ve belirgin bir konuda şiirlerini ölüm kavramını derinden kavrayarak yazmış ve intiharında da sanatındaki kadar başarılı olmuş bir kadının analizini yapabilme konusunda başarısız olmam.”
Şiirlerinde bireyin düşle gerçek arasında sıkışıp kalan kırgınlıklarını işliyordu. Süregelen şiir geleneğinin dışında kendine has üslubuyla yaşamı ölümü irdeliyordu. Çok sevdiği şâirin yazgısını düşünüyordu sürekli ve vazgeçti Nilgün Marmara… 13 Ekim 1987’de henüz 29 yaşındayken Kızıltoprak’ta denize ters yönde bir çığlık bile atmadan kendini altıncı kattan bıraktı.
Kimdi o kedi. zamanın
eşyayı örseleyen korkusunda
eğerek kuşları yemlerine
bana ve suçlarıma dolanan?
Gök kaçınca üzerimizden ve
yıldız dengi çözüldüğünde
neydi yaklaşan
yanan yatağından aslanlar geçirmiş
ve gömütünün kapağı hep açık olana?
Yedi tül ardında yazgı uşağı
görüldüğünde tek boyutlu düzlüktür o
ve bağlanmıştır körler
örümcek salyası kablolarla birbirine
sevişirken.
iskeletin sevincini aklın yangınına
döndüren. fil kuyruğu gerdanlıklarla.
Yine de zaman kedisi
pençesi ensemde. üzünç kemiğimden
çekerken beni kendi göğüne
bir kahkaha bölüyor dokusunu
düşler marketininu
yanıyorum küstah sözcüklerle:
Ey iki adımlık yerküresenin bütün arka bahçelerinigördüm ben!
(Düşü Ne Biliyorum)
Kendinden sonra gelen edebi oluşuma izlerini bıraktı. Lale Müldür, Küçük İskender, Orhan Alkaya, Cezmi Ersöz, Ece Ayhan, Gülseli İnal ve Serdar Aydın gibi şâirleri derinden etkiledi. Özellikle Ece Ayhan… Ece Ayhan için ayrı bir dünyaydı Nilgün Marmara. Onu tanıyan bütün şâirler için özeldi. Cemal Süreya’nın Zelda’sıydı. İlhan Berk’in Büyük Nilgün’ü ama Ece Ayhan’ın intiharından sorumlu tutulduğu sıra arkadaşı olarak betimlediği sevgili Nilgün’üydü. Bugün bile A’dan Z’ye Ece Ayhan hazırlandığında neden intihara teşvik suçu yazılmamış diye haykırılan Nilgün’ü, Cezmi Ersöz bu olaya bakışını ve Ece Ayhan’ın suçlamalara tepkisini şu şekilde anlatıyor:
Ece Ayhan hayatımda çok önemli bir yer tutar. Sadece benim için değil bu ülkede şiir yazan şiir okuyanşiiri seven birçok insan için de çok önemliydi o. Anlaşılması güçtü çok kapalıydı şiirleri ama garip büyü bir tılsım vardı onlarda. Sanki bilinç altımızı okurdu o. Bu ülkenin bilinç altını. Hayatımda vazgeçilmez bir değeri olan şair Nilgün Marmara da onu çok önemserdi. Ece Ayhan şiirinin sıkı takipçisiydi. Dahası aralarında çok sıkı bir dostluk vardı. Ece Ayhan’ı evinde ağırlar onu kollar ve gözetirdi. Birgün Nilgün Marmara yaşamaktan vazgeçti ve kendisini bu hayatın öte tarafından çağıranların yanına gitti. Beşinci kattaki evinin penceresinden boşluğa bıraktı onarin o kırılgan bedenini. Ne acıydı ki birileri bu intihardan Ece Ayhan’ı sorumlu tuttular. Hatta bu suçlamayı yazıya dökenler bile oldu. Bir şiirinde; ‘Her yakın zulmün küçük hisseli uzak ortağı’ dediği içindi belki de… Bu dedikodular ve suçlamalar etkisini göstermiş olacak ki bir akşam Ece Ayhan arkadaşlarıyla bir meyhanede otururken kızın biri yanına bir şey söylemek maksadıyla yaklaşmış ve arkasına sakladığı bir şişe kırmızı şarabı başından aşağı dökmüş… Ece Ayhan hiçbir şey yapmamış ama sadece şunu söylemiş; babalarına yapamıyorlar bana yapıyorlar; çünkü güçleri bana yetiyor…
Buket Uzuner’in yazdığı günümüzün önemli eserlerinden biri olan “İki Yeşil Su Samuru” bana hep Nilgün Marmara’nın etkisinde yazılmış gibi gelmiştir. Belki kahramanının Nil olarak anılması belki Nilgün Marmara’dan alıntılar yapılmış olması belki de intiharı konu alıyor olmasıdır böyle düşünmeme sebep olan. Çocukluğumda okuduğum bu kitapta yer alan şu satırları hiç unutmadım:
“Çocukluğun kendini saf bir biçimde akışa bırakması ne güzeldi. Yiten bu işte!”
Ve hiç unutamadığım bir şiiri de vardı “İki Yeşil Su Samuru”nda bu şiir Nilgün Marmara’dan okuduğum ilk şiirdi:
Unutuş bir kaynak olmalı
Yeni’yi her an’a yaymak için
Ben sana olmalıyım
Bana ben bir kaynak

Görüyorum geç kıyım çok yakın!
Biliyorum artık mut uzaklığını
Sen yüzümü götürmüyorsun
Kendi gözünü bile!

Gerçek bilirsin diyoruz
Düz eğri çapraz ya da değirmi
Güzeldir açığa çıkışı yüreğin
Sen bil ki ben seveyim. ”
Sonuç olarak düşerken şiirini ve etkisini yanında götürmedi Nilgün Marmara. Bugün şimdi yazılmış gibi sıcak şiiri önümde ve gölgesi olacaktır benliğimde… birçoklarının benliğinde. Tezinde yer alan “Sanatsal Yaratımla İntihar Arasındaki Bağıntı: Sylvia Plath Şiirlerini ve Ölümünü Nasıl Yaratıyor?” bölümüne cevap arıyordu Nilgün Marmara. Sıkışmak ağırına gidiyordu onun özgür olmalıydı ve özgürlük için atladı. Pencere tutsağı olmamak için…
Ilık bir süzülüşle
Geri dön hayat
Bırakma yeryüzü salına
tünemiş pek kara kuşlar
Örtsün bakışımı
Görmek acısı sürsünpencere tutsağının
Düşsün hayatı suya…
(Cam Kelepçeye Evet)
Nilgün Marmara’nın ölümünden sonra şiirleri “Daktiloya Çekilmiş Şiirler” (1988) ve “Metinler” (1990) günlüğü; “Kırmızı Kahverengi Defter” (1993) ve tezi “Sylvia Plath’ın Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi” (2006) olarak yayınlandı.Şârin “Kırmızı Kahverengi Defter”deki biyografisi sadece “1958’de doğdu; yirmi dokuz yıl sonra yeryüzünü terk etmeye karar verdi” cümlesiyle ifade edilmiş olmasına rağmen hakkında çok şey yazıldı bunlardan bir kaçına yer vermek istiyorum:
Ece Ayhan Nilgün Marmara Üstüne Sekiz Soru İki Görüş
1. Nilgün Marmara “korkunç kokular saçan renk cümbüşü içinde çekiciliği kavranamaz çiçekli yolların sürekli kuşkucu yolcusu” mudur sizce? Nereye nasıl ve kimle gittiği belli olmayan bir yolcu mu?
2. Nilgün Marmara’da yaşamla ölüm arasındaki o yerin o noktanın bakışımı günle gece arasındaki diyalogla monolog arasındaki o yer o nokta mıdır?
3. Nilgün Marmara’nın şiirinde dış dünyayla bir ilk karşılaşma tanışma heyecanı ve bir o kadar da yorgunluğu olduğunu söyleyebilir miyiz?
4. Tekrarın getirdiği sonluluk ile oluşumunu tamamlamayan an’lardan oluşan (oluşamayan) sonsuzluk arasındaki çekişmenin Nilgün Marmara’nın şiirinde bir karşılığı var mı?
5. Nilgün Marmara’nın şiirinin dinamiğini oluşturan ruh durumu (ya da ruh durumları) ile yazı arasındaki ilişki sizce nedir?
6. Nilgün Marmara’nın özel hayatına şiirle olan ilişkisine dair anılar ya da birtakım diyaloglar hatırlıyor musunuz?
7. Nilgün Marmara’nın şiirinde Türk ve Dünya şiiriyle-şairleriyle birtakım etkileşimler sezdiniz mi?
8. Şair-şiir ve “intihar duygusu” üçgeni içinde sizin için ilk elde beliren çağrışımlar neler olabilir?
Bütün soruları birleştiriyorum. Karşılıkları da öyle olacaktır:
(Her anlamıyla evet) Güzelim Nilgün Marmara’nın geçici bir heves de olsa tele oğlanların yakınına düşmesi herhalde hiç hoş bir şey değildir. Ama çok şükür 128 Nilgün Marmara bizim gönlümüz gerçekliğinde orada o mezarlıkta yatmıyor!
Ve Ege denizlerinin derin yerlerle sığ yerler arasındaki tuhaf bir mavilikte olan gözleriyle Nilgün Marmara yıllar öncesinin Miss Lou’su gibi: “Bana lütfen çiçek göndermeyin” diyor “Benim kendi çiçeklerim var!”
Haklılığın inadıyla apaçık yazıyorum ki Nilgün Marmara uçsuz bucaksız sivil şairlerden biridir. Belki de en önde geleni. Sözgelimi kendi kuşağı rahatça onun adıyla anılabilir.
Nilgün Marmara’nın şiirleri yabancı etki aranıyorsa en çok Dylan Thomas çizgisi vardır denebilir. Anglo-Sakson şiiri! (‘Milkwood’un Dylan Thomas’ta ne anlama geldiğini bulursanız bir ipucu yakalamış olursunuz.)
Nilgün Marmara’nın Kızıltoprak’ta denize ters yönde bir çığlık bile atmadan kendini 6. kattan aşağı bırakması üzerine ben ne söyleyebilirim ki. Kağan Önal Perihan Marmara ve arkadaşları Gülseli inal Mustafa Irgat Emel Şahinkaya Seyhan Erozçelik Cezmi Ersöz Ahmet Soysal. konuşabilirler bakın.
Cihat Burak pahasının sonucu için kaç kez sormuştur bana “Ama niye?”Cemal Süreya hiçbir şey sormamıştı.Nejat Bayramoğlu ise “Bizim hiçbirimizin yapamadığı şeyi yaptı kız” demişti.işte ancak bunları bunları diyorum. Bu kadar…
Ece Ayhan – 128 Nilgün Marmara
Önce Nilgün Marmara’yı herkesinki gibi değil de kendine özgü ve çok değişik morumsu renkte bir giysiyle bir öğrenci olarak düşündüğümü söyleyeceğim. Ama derslere pek girmeyen ve umutsuzlar merdiveni’nde oturmayı seçen çok tuhaf bir öğrenci; daha doğrusu benzersiz bir öğrenci olarak düşündüğümü söyleyeceğim. Sırası belki önlerdedir ama kendisi en arkalarda bulunmayı sever. Her zaman da sınıfı geçmiştir. Ve sanki aynı sınıftayız ve belki de aynı sıradayız. Nilgün Marmara ile 1987 Ekim’inin 13’ünde kendisi daha 28-29 yaşında gencecikken İstanbul’da Kızıltoprak’ta en ufak bir çığlık bile atmadan korkunç ölümünden sonra da! Herhangi bir ikirciğe düşmeden hiç çekinmeden şunu diyorum: “bir teneffüs daha yaşasaydı tabiattan tahtaya kalkacaktı.” o nedenle de yazımın başlığını şiirdeki gibi “128 Nilgün Marmara!” koydum. Hatta kendisine “aldırma Nilgün Marmara!” bile demiştim ölümünün hemen ardından yazdığım bir yazıda. Öyle güzel ve öyle yetkin bir şairdir ki Nilgün Marmara; kimi insanların yine işin özünü filan bilmeden küplere nasıl bineceği beni artık hiç ilgilendirmiyor!
Başka türlüsünü yapamazdım ve başka türlüsü de elimden gelmezdi zaten. Sivil şairlerden ünlü İlhan Berk Nilgün Marmara’ya Bodrum’dan Kızıltoprak’a yazdığında hep “büyük Nilgün” diye yazardı kartlarında ya da mektuplarında. Nilgün Marmara’yı edebiyat arastasına ya da şiir çevresine İlhan Berk tanıtmıştı. Yine sivil şairlerden gerçekten de ilginç ve özgün Cemal Süreya da Nilgün Marmara’ya Amerikan yazarı Scott Fitzgerald’ın çılgın karısının adı olan “Zelda” derdi. Cemal Süreya’nın 1991’de yayımlanan “999. gün: üstü kalsın” günceler kitabında da Nilgün Marmara zaman zaman “Zelda” diye anılır.
Amerikan caz çağını çağrıştıran bir kullanıştır bu… Nilgün Marmara gibi güzel hem de çok güzel garip ve ilginç bir şairin yampiri ve yamuk dünyada bir bakıma kısacık bir ömrü oldu. Hani büyük kanatları yüzünden uçamayan albatros deniz kuşu gibi! Nilgün Marmara sözlüklere ve ansiklopedilere yazılırsa 13 Şubat 1958’de İstanbul’da Kadıköy’de doğdu. 13 Ekim 1987’de yine İstanbul’da Kızıltoprak’ta öldü. O kadar ya da bu kadar. Kadıköy maarif koleji’nde okuyuşu Boğaziçi üniversitesi İngiliz filolojisi’ni bitirişi ve öğrenimini bitirirken seçtiği tezinin intiharı yeğlemiş Sylvia Plath üzerine olması. Bu kör bir rastlantı mıdır bilemeyiz? Hani denizin özellikle de Ege’de denizin derin yerleriyle sığ yerleri arasında açıklanamaz ve değişik bir mavilik vardır. Evet işte Nilgün Marmara’nın gözleri de öyle bir renkteydi. Resim boyası satan kırtasiyecilerde bile böyle bir maviliğe rastlayamazsınız.
Velhasıl Nilgün Marmara gerçekten kusursuz denenebilecek bir güzellikte “marjinal” de denebilecek ve sahicilikte eşsiz önemde bir şairdi. Ve gittiği Libya’da da (tobruk) şiirler ve metinler yazdı. Libya’dan sonra uçtuğu Avusturya’da Alpler’de doğrusu ya şiirler yazıp yazmadığını bilmiyoruz şimdilik. Ama şiirin şu ya da bu biçimde peşini hiç bırakmadığını ben biliyorum. Gerek dünya gerek Türk şiiri açısından. Hayatının son yıllarında; İlhan Berk’i Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı Cihat Burak’ı Turgut Uyar’ı Edip Cansever’i ve özellikle de Cemal Süreya’yı kişisel olarak tanımıştı. Şairlerle hep şiirden ve şiirlerden hep konuşurdu. Yeni şairlerden Seyhan Erözçelik Orhan Alkaya Lale Müldür Günseli İnal Cezmi Ersöz Turgay Özen Mustafa Irgat arkadaşlarıydı.
Kendisini özellikle Anglo Sakson şiirinde de sıkı yetiştirmiş olduğu konuşmalarında belli oluyordu. Ölümünden sonra Sylvia Plath’dan birkaç şiir çevirisi çıkmıştır çeşitli dergilerde. Ölümünden az önce ‘Beyaz’ ve ‘Şiir Atı’ dergilerinde birkaç şiiri de yayımlamıştı. belki de kendisi ile yaptığım bir söyleşinin bir bölümünü gösteri dergisinde yayımlamıştım. “Daktiloya Çekilmiş Şiirler” 1988’de ve “Metinler” adlı düz şiirlerini içeren kitabı da 1990′da şiir atı yayıncılık tarafından yayımlanmıştı. Ve her iki kitap da hemen tükenmişti. Şimdi artık gençler kendine âşık uzamış yeni panco’lar bile Nilgün Marmara’yı erişilemez bir “Mit”unutulmaz bir simge ya da (Türkçe söylersek) bir “söylence” olarak çılgınca ve gerçekten de seviyorlar.
Ece Temelkuran – Küçük Satırlar
Kendisini tanımayanlardandır Nilgün Marmara. Kendisini hiçe sayanlardan yok kabul edenlerden görmeyenlerden. Yağmurda yürürken ıslandığını değil küçük su taneciklerinin nasıl toprağın göğsünde masumca öldüğünü düşünenlerdendi. Arabaların gürültüsünü lanetlemek yerine bu gürültüye eşsiz bir sabırla dayanan yeryüzünün sükûnetine hayrandı. Kırılmalarla geçen aşkın sonsuzluğunu düşünürdü. Büyüyemeyenlerdendi hep çocukluk yaşayanlardandı.
Az zamanda her zamanı dolduracak kadar yaşamak bir mutluluktur. Kendi zamanının çekilmezliğinden korksa da en büyük tehdit kendisi olarak çıkar karşısına Nilgün’ün. İnsanın kendisine alışması ömür boyu bitmeyen bir uğraştır. İnsan en çok kendisinden çeker hayatta. Gölgemiz dışımızdan kendimiz içimizden takip ederler bizi. Üzerler gülümsetirler kırarlar küfrettirirler beğenemezler kolay kolay ama hiçbir zamanda bırakmazlar salt yalnızlığımızla baş başa.
Kendisini bilmeyi bilmek insanın en büyük saçmalığı. Bilinmeyeni bilmek bilinmezlikle denenmek deliliği. Bilen olarak bilimle kendinde bilmenin bilinçsizliğine bırakılmak deliliğin tutkulu güldürüsü ve trajedisi. Aklın aklı akılsızlığı akılsızlığına karşı. Ve akılsızlıkla denenen akıl akılı akılsız yapmakta. Trajedinin komediye ve tersine yapılan anormal atlamalar. Normallik için insan sınırda tutulmakta ip cambazı gibi. İpten düşmek ölmektir ipten sarkmak hastalık. Kendimize kendi ellerimizle yapılan bu işkence kendimizi bilmenin bilinemezliği ile son bulmakta. Akılımızın akılsızlığımızı ak çıkarıp bize karanlığa gömmesiyle bitmekte.İnkâr etmek göz göre göre bitirilmek saldırılarıyla baş edebileceklerin başaramadığı tek şey. İnkâr etmek sonuçsuz kalmak yorulmaktır. Hiç geçmeyen günlerin sürekli aynı sayısını tekrarlayarak bitkin düşmek ölümü dayatır. Ve dalıp gideriz sonsuzluk uykusuna.
Kalp Yiyen
Çölde
Bir yaratık gördüm çıplak vahşi
Çömelmiş oturuyor
Yüreğini ellerinde tutuyor
Yiyordu.
Dedim ki: “Tadı güzel mi dostum?”
“Acı acı” diye karşılık verdi;
“Ama seviyorum
Çünkü acı ve benim kalbim”
(Hart Crane)
Tombul ve sıkış tepiş egolar arasında ya da botokslu benlikler kenarında bazen boğuluyorsan eğer üstüne yığılıyorsa o gürbüz “Ben! Ben! İlle de ve özetle ben!”ler… Bu dünyanın tek yangın merdiveni şiirdir. Çünkü şair kişi “Ben hiç kimseyim!” (Emily Dickinson) deyip üzerinden insan ağırlığını alabilendir.
“Ben sadece atan bir kalbim” (Proust) deyip tül gibi hafif geçip yanından sadece ürpertebilendir. “Ama sizin adınız ne / Benim dengemi bozmayınız” (Turgut Uyar) deyip aniden senin o yaldızlı staras taşlı süslemeli oymalı kakmalı egonun altındaki kilimi çekip seni tepetaklak yere serebilendir.Bütün bunları yapabilmesinin tek nedeni “acı bir kalbi” olması ve şair kişinin durmadan kendi kalbini yemesi tükendikçe kusup kalbini yeniden yemesidir.
Nilgün Marmara “Sanat ve Bilim Fakültesi Batı Dilleri ve Edebiyatları Bölümü’nden mezun olmak için gereken koşulları kısmen karşılamak amacıyla teslim edilmiş bir tez”… Şair Nilgün Marmara’nın tıpkı kendisi gibi intihar etmiş tıpkı kendisi gibi güzel bir kadın şair olan Sylvia Plath’ın şairliğinin intiharı bağlamında analizi üzerine 1985’te yazdığı tezin başında böyle diyor. Tez Everest Yayınları’ndan kitap olarak çıktı geçen günlerde. Marmara kendi intiharından iki yıl önce kendi çizdiği kaderin “analizini” yaparken akademik olarak ne yapıyordu acaba?
Nilgün Marmara da kendi kalbini yiyen kadınlardan biriydi. Dayanamayıp burada kalmanın yüküne gidiverdi. Hep öyle düşünürüm intihar etmiş şair kadınlarla ilgili:Muhtemelen aramızdan gidiverenler kalplerini yemekte yeterince usta değildiler. Zira acı çekmenin de bir erbaplığı vardır. Öyle kana kana içersen kendini zehirlenirsin kendinden. Profesyonel bağımlılar gibi ince ayarını yapmalısın bu işin. Erken yaşta gitmemek bu yeryüzünden doğmuş olmanın intikamını yeterince alabilmek için yaşamalısın oysa.
Can Yücel gibi sunturlu bir küfür savurabilmek için lameli egolara ve balon ben’lere bu dünyada yeterince uzun süre kalmalısın. Bunları düşündüm Marmara’nın tezini okurken. Sonra açtım Birhan’ın “Cinayet Kışı+İki Mektup” kitabını “Saf Sabır” şiirini okudum kış biterken:
sardunyalarla konuşarak çoğalttımaramızdaki ayrılığısayarak çoğalttığım günleri tamamladımkirpiklerimin arasına çektiğim tüldeyağmur durdu ve şimdi kış bitiyoroysa kimse yokmuş dışardaiçim dışıma vuruyorsardunyalara su vermekle unutamadığımızşeymiş aşk:alnından bir günaydın gibi düşürdüğüm sabahsağ yanımda unuttun keder.
Şairler neden yerler kendi kalplerini? Acı olduğu için. Çünkü bir de kendi kalpleri değil mi?Başkalarının kalplerini yiyemeyenler ne kadar ittirse de dünya kimsenin canını yakmayanlar yakamayanlar bu dünyada hepimizin en fazlası sadece bir kalp atışı olduğunu bilenler bu dünyadan en çok bir ürperme olarak geçip gitmek isterler…
Moda burnunda durmuşuz
nilgünsüz marmaraya dalmışız
ayşe kaçmış başka adama
gene cep kanyağına kalmışız..
İzzet Yaşar
Yılmaz Odabaşı – “Hayatın Neresinden Dönülse Kârdır” Diyen Marmara’nın Nilgün’ü
Şair intiharlarına övgüler dizilmesine karşı çıkarken, yine de Pavese’nin, “Kendini öldürmek konusunda haklı bir gerekçesi olmayan kimse yoktur” dediğini de unutmayalım. Şairse, ürettiği şiirse eğer, yaşarken olduğu gibi, öldüğünde de şairdir… Demek istediğim, intihar, şair olmayanı şair yapmaz, yapamaz, yapmamıştır da… Nilgün Marmara’yı hiç tanımadım; onu şiirlerinden biliyorum. “Kırmızı Kahverengi Defter” adlı kitabındaki biyografisi şöyle yazılmıştır: “1958’de doğdu; yirmi dokuz yıl sonra yeryüzünü terk etmeye karar verdi” İşte bu kadar kısa, yalın bir biyografisi var onun… Fotoğraflarındaki güzel yüzünü alıp gitmiş bir şair imgesidir Nilgün Marmara… Cüreti, güzelliği ve şiirlerinde en olmadık yerlerde ortaya çıkan imgeleriyle bende hep bir hayranlık duygusu uyandırmıştır. İntihar, hayatı yâdsıma halinin en son durağıdır; yâdsıma limitini tüketmiştir çekip giden.
Kimileri “hayatın neresinde kalırsan kârdır” diyerek yaşamak için haklı gerekçelerini kullanır ve kalırken, kimileri de Nilgün Marmara gibi “hayatın neresinden dönülse kârdır” diyerek, ölmek için haklı gerekçelerini kullanır ve giderler… Kalmak, bir tercihse, elbette gitmek de bir tercihtir.
Düşünülürse, herkesin yaşamak için de, ölmek için de her zaman haklı gerekçeleri vardır; kimileri gerekçelerini hiç düşünmeden, kimileri bilmeden, kimileri de bu gerekçelerinin ikisinden birini bilerek, kullanarak yaşar ya da ölür.
Zaten uzayın yaşına göre komiktir insanın yaşı; çoğu zaman intihar, ölümü biraz öne almaktır sadece. Bu yüzden intiharlara ağıt yakanlar, çok değil, en fazla otuz-kırk yıl sonra arkalarından ağıt yakılacaktır. Bu yüzden ölülere ağıt yakanların, kendileri sanki dünyaya kazık çakacakmış gibi durduklarına aldanmayın. Bir Fransız atasözü, “Bütün mezarlıklar, kendilerini vazgeçilmez sananlarla doludur” der. Onlar da değil o gün, herkes gibi daha doğduklarında ölüme yazgılıdırlar. Ölmek için, önce doğmak gerekir; doğmayan biri ölebilir mi? Bu yüzden her doğum, bir ölümdür de aslında… Doğmakla birlikte ölmeye de başlarız; her gün biraz daha, her gün biraz.
Nilgün Marmara’nın şiirlerinde, onun evreninde gezinirken düşünüyorum da, böylesi uç duyarlıklarda gezinen, “hayat” ve “insan” için böyle acı sözler eden bir şairin, hayatla barışık olması da mümkün değilmiş zaten… Ece Ayhan, “Nasıl ki İsmet Özel, ‘Cumhuriyetle yaralı’ ise, Nilgün Marmara da ‘dünyayla yaralı’ idi” diyor. İntihar eden şairlerin, okurların ilgi odağı olabildiği bu ülkede, yinelenmelidir ki ölüm, şair olmayanı şair yapmaz; yaşarken yazdıkları şiirse, öldüğünde de öyledir. Değilse değildir ama! Yaşasa da, ölse de şair olan Nilgün Marmara’nın “Kırmızı Kahverengi Defteri”nin sayfaları arasında geziniyorum: “Bir yaşamın bir düşe eklenmesiyle, bir düşün bir yaşamdan çıkarılmasının hiçbir ayrımı yok” derken, yukarıda sözünü ettiğim “hayatı yâdsıma” ya somut bir örnek veriyor. O, yadsıdığı içindir ki, “yaşamın düşe eklenmesi ile bir düşün yaşamdan çıkarılması” umurunda değil; “ayrımı yok” diyor zaten.
Çünkü düş oldukça peşi sıra insan da! Yaşayanlar, yani yadsımalarının dozajını daha minimum tutanlar biliyorlar ki, yaşamın sayfaları düşsüz aralanamıyor. İlle de düş eklenecektir ki yaşama, günlerin eteğine tutunsun insan… Ayrımı kalmadığında ise, elbette çekip gitmektir kalan. Eski okumalarımdan anımsıyorum: Mayakovski’nin, “yaşamın yeni bir şey olmadığını” söyleyen son şiirini bırakıp intihar edişinin ardından, Yesenin de ona bir anlamda yanıt veren şiirinde, “ölümün de yeni bir şey olmadığı”nı yazıyor, ama o da yaşamına intiharla son veriyordu. Çoğu yazın adamı için yazmak, acı çekmenin bir başka biçimidir; çünkü yazanın tanıklığı da, sanıklığı da çokça acının güzergâhıdır… Şairin kendi iç sarsıntılarına hayatın sarsıntıları bulaştıkça da ortaya genellikle iyi dizeler çıkar.
Hayat ise, şairin bütün duyarlığını, kılcal damarlarına dek her şeyini pupa yelken şiire bıraktığı o ‘an’ lardaki gibi naif, zarif yaşanmaz; katı, hor ve inciticidir hayat… Bu yüzden yaşadıkça yaralanılır, yaralandıkça da yazılır… Kendi adıma ben böyle yaşıyor, böyle yazıyorum; bu yüzden bildiğim de böyle oluyor. Neyi biliyorsan o vardır zaten. Pavese der ki: “Bir insan acı çekiyorsa, başkaları bir sarhoş gibi davranır ona. Hadi, kalk bakalım, yeter artık!” Oysa duyumsanarak, hak edilmiş, öyle gerekmiş veya gerektirilmiş biçimde çekiliyordur acı; bir insanı acıdan kaçırarak, ona kendini kandırması, yüzleşmesinin ertelenmesi neden, ne hakla önerilir? Sevinmek de bir insanlık haliyse, ona neden engel olunmaz o halde? Nilgün Marmara’da acı çekerek yazmış, yaşamış ve kendini alıp yitmiş şu kısa yeryüzü konukluğundan… Herkesin acısını sorma, ifade etme biçimi üslubuyla, bilinciyle orantılıdır; herkes kendi diliyle sorar acısını… Biçimde, içerikte benim şiir anlayışımla, acıyı sormamla, sorgulamamla Nilgün Marmara’nın ki doğrusu çakışmıyor, ama onu anlıyor ve üstüne üstlük onunla boynumuza borç sayıldığı üzere acının hesabını sormak, onu sorgulamak fikrinde buluşuyorum. O da kendi diliyle sormuş: “Acının ilk pazarı bitimsiz yer sarsıntısı. Dönüşsüz ve yaygın. Bu sarsıntıda ruha hiç pencere açılmaz; sökülen yerlerinden edilmeye çalışılan gölgelere, göllere! göl laleleri bu güzellikler! Nedir bu rezillikler? ” Nilgün Marmara’nın bende bıraktığı hayranlık duygusunun peşinden giderken, hakkında pek fazla bilgi edinemedim. Bir gün Cezmi Ersöz’ün evinde güzel bir fotoğrafına rastladım; hüznün ve şiirin bir kadın yüzüyle muhteşem buluşmasıydı onun bütün fotoğrafları… Bir de, ölümünden önce Mine Urgan’ın oğlu Mustafa Irgat’ın sevgilisi olduğunu öğrendim. Yaşasaydı, sanırım ben de her şeyi göze alarak o yüzdeki şiirin ve hüznün peşinden giderdim.
1987’de onun intiharından sonra, 1995 yılında Mustafa Irgat da bir trafik kazasında yitirmiş yaşamını… Onun da “Ait’siz Kimlik Kitabı” adıyla yayımlanmış bir şiir kitabı var. İkisini de kısa biyografileri ve şiirlerinden örneklerle “Son Çeyrek Yüzyıl Şiir Antolojisi” adlı çalışmama burkularak almıştım. İşte Nilgün Marmara, bir kadın, bir şair ve bir cüret güzelliğidir… Gündelik hayatın sığ sularından diplere, en diplere açılmış ve acının dip kısmında vurgun yemiş o güzellik, “hayat” demiş: “Hep yüzünle seviştik, tersinin hatırı kaldı.” A. Camus gibi “Tersi ve Yüzü”nü yazmış, öyle bakmış, rest çekmiş! “Kıyamet koparken bile fidan dikiniz” diyen Nilgün Marmara’yı, yaşamın onu dışına, ötesine iterek aldattığını düşüneceklere demeliyim ki, belki de ölerek o aldatmıştır yaşamı, ne dersiniz? Belki bu yüzden geride platonik aşklara çok uygun bir imge de bırakmış. Geride bir “Kırmızı Kahverengi Defter” kalmış. O, “göğünü yitiren bir yıldız gibi” kalmış; oysa bizler, hâlâ yıldızlarını yitirip duran gök olduğumuzu sanıyoruz.
Emine Gürbüz