Monday, August 27, 2012

CAN YÜCEL - BOŞ VER BE YAŞI BAŞI


Şair

Geceleri uyuyamıyorum çoğu zaman,
Yaşam acı veriyor,
Şiir yazıp kelimelerle oynuyorum o zaman,
Kötüsüyle ve iyisiyle,
Kurumuşuyla ve dolgunuyla,
Açılıyorum onların parıltılı denizinde.
Uzakta, palmiyeli adalar yükseliyor maviden,
Mis kokulu rüzgar esiyor sahilde,
Ve bir çocuk oynuyor renkli kabuklarla,
Yeşil kristalde kar beyazı bir kadın yüzmekte.
Denize yağan renk sağanağı
Ruhumun üstüne de yağmakta;
Şehvetle akıyor, matem içinde donuyor,
Dans edip koşuyor, kaybolup duruyor,
Sade elbiseler giyinip kelimelerden,
Sürekli ton, şekil ve yüz değiştiriyor,
Çok eski görünüyor ve yine de geçmişle dolu.
Çoğu ise anlamıyor bunu,
Düşlerimi deliliğe yorup beni yitik görüyorlar,
Tüccarlar, redaktörler, profesörler beni gözlüyorlar –
Fakat diğerleri, çocuklar ve kadınlar,
Herşeyi bilip seviyorlar beni, onları sevdiğim gibi,
Çünkü onlar da bu resimli dünyadaki kaosu görüyor,
Çünkü onlara da tanrıça peçesini ödünç veriyor.

Hermann Hesse 

Tuesday, August 21, 2012

Sadece Ölüm


 Issız mezarlıklar var,
sessiz kemiklerle dolu mezarlar,
yürek bir tünelden geçmek zorunda,
karanlık, karanlık, karanlık,
bir geminin batışı gibi ölüyoruz içimizden,
boğuluyoruz sanki yüreğimizde,
sanki sıyrılarak derimizden düşüyoruz ruhumuza.

Ceset var,
yağdan ayaklar, soğuk mezar taşı,
ölüm var kemiklerde,
saf bir ses gibi,
köpeksiz bir havlama gibi,
duyuluyor bazı çanlardan, bazı mezarlardan,
şişerek gözyaşı ya da yağmur gibi ıslaklıkta.
Yalnızken, görüyorum ara sıra
yelkenli tabutları
solgun ölülerle hafif çapaları,
ölü zülüflü kadınları,
melekler gibi beyaz somuncuları,
noterlerle evli düşünceli kızları,
ölülerin dikey ırmaklarına gidiyor tabutlar,
o mor ırmağa,
akıntıya karşı, ölümün sesiyle dolu yelkenlerle,
ölümün sessiz sesiyle dolu.

Yankıyla geliyor ölüm
ayaksız bir ayakkabı gibi, elbisesiz bir adam gibi,
geliyor ve vuruyor yersiz ve parmaksız bir yüzükle,
geliyor ve bağırıyor ağızsız, dilsiz, gırtlaksız.
Gene de işitiliyor adımları,
ve giysisi ses veriyor, bir ağaç gibi suskunca.

Bilmiyorum, biraz anlıyorum sadece, nerdeyse görmüyorum,
fakat sanıyorum ki şarkısı ıslak menekşe renginde,
toprağa alışkın menekşelerden,
çünkü yeşildir ölümün yüzü,
ve yeşildir ölümün bakışı,
içe işleyen rutubetiyle ve öfkeli kıştan
karanlık renkleriyle bir menekşe yaprağının.

Fakat ölüm bir süpürge biçiminde yürüyor dünyada da,
yalıyor yeryüzünü bulmak için ölüleri,
süpürgededir ölüm,
ölüleri arayan ölümün dilidir o,
ipi arayan ölümün iğnesidir o.
Ölüm yatıyor kışla yataklarında:
o yavaş döşeklerde, o siyah battaniyelerde
yaşıyor aylakça uzanarak, ve birden uluyor:
uluyor çarşafları dolduran kasvetli bir ses gibi,
ve yataklar yelken açıyor amiral kılığına girmiş
ölümün durup beklediği limana doğru.

Pablo Neruda - Yeryüzünde İkinci Konaklama

Saturday, August 18, 2012

Çingene mavisi



saklambaç oynuyorduk
çocuktuk
kaçak sevişiyorduk
ne kaçırılmış
nede kaçık
açık nede saçıktı
şiirleşmemişti dizelerimiz henüz
kekriydi ayva sarısı memeleri
limonluydu saçımız
kaskatı bakışımız
kekemeydi dilimiz
ellerimiz terlerdi
gözlerimiz
göze
değince

henüz yatmamıştı dizime
okşamamıştım saçlarını
ne kına sürmüştü ellerine
kasımpatılı
kasımda
nede kasıklarına kuşlar yuva yapmıştı
defne dallı
alavlı
biteviye

kaç kere
kaç
o eder
bilmem
kaçıncı bahar bu
kaçıncı soluk yaprakta
kurumuş karanfil izi
kaçıncı
seni seviyorum
deyemeden kaçışlar
kaçıncı kapı aralığı
kaçıncı pencere pervazı
perde
perde titreyişler
kopuşlar
kopçalı pantolonlar askılı
bağcıklı potinler cilalı
ayak sesleri fiyakalı
köşebaş sohbetleri
duvar yazıları
kalpler
oklar
hedefsiz
hilesiz
dilbaz saralanmalar

hamursuz mayalanmalar
ayransız kabarmalar
köpüksüz şaraplar
kenarsız şapkalar
selamsız
söylevsiz
sayıklamalar
rüyaya batmalar
papatya falına kanmalar
kandırılmalar
bacasız tek bacak leylekler
göçerler
göçürülenler
ötekiler berikiler
arada kalanlar
yarımlar
yarımlıklar
uçuklar
uçkuru bozuklar
buçuklar
çingene mavisi
sevdam benim...

Volkan Kemal
Yarımlıklardan

Wednesday, August 15, 2012

Orhan Veli siir

Çiçek Dilligil : Şimdi ışığını gökyüzünden yollayacak bize. Daima... Tarifsiz kederler içinde olmak böyle bir şey. Yeri dolmayacak.

Monday, August 13, 2012

Korkuyla dans etmek..




Ölümden kormamayı öğütleyen bilge kadınım
Biliyorum saklamak boşuna...
İkimiz de korkuyoruz
sonu belli olmayan karanlık yollardan...
Islık çalıp dağıtsak da korkunun melodisini
İkimiz de korkuyoruz
anlamsız bir dua okumaktan.

Çünkü korkmak
ağlamak kadar insanca insana dair
Çünkü yaşamak
ölmekle eşdeğer
eğer kaybetmişsen
insan olma ereğini

Bir gün,
ölümsüz olma işkencesine katlanmak istersen eğer
kaybet bendeki var olan yüreğini...
Birlikte yaşanırken her gün ölünecekse eğer...

Korkuyu yenmesini öğrendikce
ölümle alay etmenin tadına doyulmayacak
Bak başladık bile
aynı satırlarda gezinen gözlerdeki
ışığın dansına ayak uydurmağa..

bir sağ, iki sol, üç ileri..

Volkan Kemal

Saturday, August 11, 2012

Şiir İktidara Açıktan Saldırıdır


   “Deliliğin kaynağı, aklın sınırlarını zorlamakta yatar.”

Şiir okumayı onun hakkında düşünmeyi ve yazmayı seven bir kişi, edebiyatın bu alanını “iyi-kötü”, “anlamlı-anlamsız” yargılarla tartışıldığını gördükçe deligömleğini üzerine giymekten çekinmemesi gerekir.Türk şiirinin (dünya şiiri için de geçerli) dünü bugünü, eğilimleri, beslendiği kaynaklar, felsefesi, etik duruşu, magazinliği vs. hakkında yapılan tartışmaların yoğun bir enerji barındırdığını ve bu alanda yoğunlaşan emeğin uzmanlaştığı ve sektör-iktidar odaklarını yarattığını görürüz. Her eleştirme’nin çarşafın kıyısından tuttuğu kuşkusuz doğrudur. Herkes, şiirin edebiyatın yaşayan alanı olduğunda müşterek bir tutum sergilemekte. Dolayısıyla tartışmalar “iyi-kötü”, “anlamlı-anlamsız” tanımlamalar ekseninde yürütülüyor. Böylelikle herkesin bilinçli-bilinçsiz sırtı sıvazlanmakta. Bu bir iktidar varoluşudur. Bunun daha açık anlamı şiirin bir sanat dalı olarak korunmasıdır; (itirazım yok) ama onun ötesine geçmemesidir de. Kendini tekrarlayan, birbirine benzeyen, yaşamı yeniden korumacı bir anlayışla üreten koca bir şiir külliyatından medet ummak, pek doğru değil sanırım.
Nitsche, ‘ahlak soruşturması’nda “iyi” ve “kötü”nün ötesinde bir tutum sergiler. Bu tutumla “ahlak”ın görece bir kavram olduğu, toplumsal değişimin “yeni bir ahlak” anlayışını ortaya çıkardığını sezinlediğinden “iyi” ve “kötü”nün ötesine gitmeyi, orada sorgusunu yapmayı yeğler. Buradan hareketle; şiir tartışmalarının merkezine “anlamlı şiir-anlamsız şiir”, “iyi şiir-kötü şiir”i oturtmanın gereksiz olduğunu söyleyebilirim.
Bunun ötesinde, değişen hayatın karşısında şiirin tutumu, öncelikli bir sorun olarak karşımıza çıkar. Bu bir içerik sorunudur. Yukarıda belirttiğim yargılar (şiir için) rasyonel aklın tartışma kalıplarıdır, moderndir. Artık hokkabazlığa gerek yok. Soruyu doğru sormak, doğru yanıtın yarısını oluşturur: Şiirde ölçümüz ne olmalıdır?
Soru’nun yanıtı koca bir yaşanmışlıkta yatar; yani “tarih”te. Şiir’in kendi farklılığını ortaya koyması önceki nesiller tarafından sağlanmıştır; tekrar tanım, bizi hep tekrara zorlar. Dünyamızın herhangi bir yerinde birine bir metin sunduğumuzda o metnin, öykü, şiir vb. olduğunu hemencecik söyler. Refleks haline gelen bu belirleme “kendi” varlık koşuluyla tanımlanabilmenin ötesinde bir tutumdur. “Öteki”nden ayrılığıyla “kendi”ni var eder. Bir metnin varlık koşulu, diğer metinlerden farklılığıdır. Bu bir biçim farklılığıdır; içerikte hepsi özdeştir. Dünyanın her yerinde yaşanan aşklar gibi, birbirine benzer. Bu anlamda içerik öncelikli olur. Sorun; şiirin ne olduğu ne olmadığı, nasıl yazılması değil, içeriğidir. Yani hayat karşısında tutumu, sorunsalın kendisidir. Bütün metinler birdir aslında, aslolan içerik farklılığını doğru koyabilmektir.
Modern şiir eleştirisi; öznellik-bireysellik, nesnellik-toplumculuk gibi istiflenip belirli bir dönem olarak kabul edilse bugünün dünyasında artık gerekli değildir. Modern şiir eleştirisi, rasyonel aklın sınırlarından bakar şiire; çünkü vicdanımızdan başlayarak genel alanı kuşatan iktidar parçalarını yanyana getiren hayatın karşısında yenilmiştir, rasyonelleşmiştir; oysa şiir irrasyoneldir. Kurulu düzene saldırır ve bunu açık yapar. Yeni şiir, bunun ötesine geçmeyi ister, onun sancısını duyar ve vicdanıyla samimi bir karşı duruşu imler. Modern söylemin şaire yüklediği kimlik genel olarak “ilerici”lik, “aydın”lık, “kurtarıcı”lıktır. Modernizm, şairi kutsar; onu büyülü melankolik olarak ilan eder. Oysa tek tanrılı dinlerde şair bir günahkardır, iktidardan dışlanmış, sapık bir bireydir. Modern dünya, şairi kendi içine alır ve ehlileştirir, “piyasa”ya sunar. Artık şair sistemden huzursuz ama melankoliktir. Kişiliği tamamen atomize olmuştur.Bu kuşatılmışlığın içinde şair ya istenilen olur ya da irrasyonel bir kimlikle serkeşliğe kayar. O kalabalığın içinde dışlananların yanında kendini bulan şair, yaratıcılığın dehşet vericiliğinde söz almaya çalışır. Dinsiz, ahlaksız, üst aidiyet kimliklerinden sıyrılan, günlük hayatın irasyonelliğinde gezinen kalabalıklara sarılan şair, toplumsal cinnete ortak olur. Onun konusu; meyhaneler, kerhaneler, barlar, cinayetler, satılan kölelerdir. Bütün bunlar modern etiğin dışında, onun rasyonelleştiği hayata bir başkaldırıdır. Bu bir nesnelleşmedir. Ama aynı zamanda özneldir. Genel sistemin tüketici kimliği, kurumsallığı ve aidiyetleri açısından da özneldir. Hile, yalan, puştluk, bencillik vb. ahlaki tutumlar; iktidarın parçası olmadığı sürece şairin konusudur ve meşrulaştırır. Modern olan geçmişi anımsatır, kimlik dayatır ve böylece kendi iktidarını yeniden kurar. Buna karşı duran avantgard, post-modern; aynı teranenin içinde söz almaya çalışır. Her ne kadar ıstırap duysa da moderne karşı olan birey, özel hayatıyla yaşamak ve varolmak ister. Kendi doğrularıyla özel hayatının kurtuluşunu umut ettiğinden, modernist şair, modernizm içinde kendini konumlandırır. O bir avantgard veya post-modern oluşuyla kendi sesini duysa da bunun pek bir anlamı yoktur. Dışa kapalı akademik bir söylemi şiirinde kurmaya çalışır. Onun derdi özel hayatının kurtuluşudur.
Oysa şiir ve şair bu kıskaçtan sıyrılıp öteye geçmelidir. Bireyin kurtuluşunu sonuna kadar savunmalıdır. Şair tarihsel irasyonelliğine dönmelidir. Bu modern değildir. Kendi kurtuluşunu diğer hayatlara açarak hayatı ve kendini politize eder. Bunun nedeni, artık iktidarın dikine kurulan egemenlik biçimi olmaktan çıkıp yatay istiflenen bir egemenlik biçimi olmasında yatar. Yataylık belirli bir sürtünme ve temasa yol açtığından iktidara en sarsıcı darbeyi indirir.Şiir ve şair bu alanı artık görmelidir. İnsanoğlunun en büyük, en korkunç keşfi uzaya ayak basması değil, yatay konumlanan iktidarı keşfetmesidir.

Zate Zatturi

Friday, August 10, 2012

Mendilimde Kan Sesleri


her yere yetişilir
hiçbir şeye geç kalınmaz ama
çocuğum beni bağışla
ahmet abi sen de bağışla

boynu bükük duruyorsam eğer
içimden böyle geldiği için değil
ama hiç değil
ah güzel ahmet abim benim
insan yaşadığı yere benzer
o yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
suyunda yüzen balığa
toprağını iten çiçeğe
dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine
konyanın beyaz
antebin kırmızı düzlüğüne benzer
göğüne benzer ki gözyaşları mavidir
denizine benzer ki dalgalıdır bakışları
evlerine, sokaklarına, köşebaşlarına
öylesine benzer ki
ve avlularına
(bir kuyu halkasıyla sıkıştırılmıştır kalbi)
ve sözlerine
(yani bir cep aynası alım satımına belki)
ve bir gün birinin bir adres sormasına benzer
sorarken sorarken üzünçlü bir ev görüntüsüne
camcının cam kesmesine, dülgerin rende tutmasına
öyle bir cıgara yakımına, birinin gazoz açmasına
minibüslerine, gecekondularına
hasretine, yalanına benzer
anısı ıssızlıktır
acısı bilincidir
bıçağı gözyaşlarıdır kurumakta olan

gülemiyorsun ya, gülmek
bir halk gülüyorsa gülmektir
ne kadar benziyoruz türkiye'ye ahmet abi
bir güzel kadeh tutuşun vardı eskiden
dirseğin iskemleye dayalı
-bir vakitler gökyüzüne dayalı, derdim ben-
cıgara paketinde yazılar resimler
resimler: cezaevleri
resimler: özlem
resimler: eskidenberi
ve bir kaşın yukarı kalkık
sevmen acele
dostluğun çabuk
bakıyorum da şimdi
o kadeh bir küfür gibi duruyor elinde

ve zaman dediğimiz nedir ki ahmet abi
biz eskiden seninle
istasyonları dolaşırdık bir bir
o zamanlar malatya kokardı istasyonlar
nazilli kokardı
ve yağmurdan ıslandıkça edirne postası
kıl gibi ince istanbul yağmurunun altında
esmer bir kadın sevmiş gibi olurdun sen
kadının ütülü patiskalardan bir teni
upuzun boynu
kirpikleri
ve sana ahmet abi
uzaktan uzaktan domates peynir keserdi sanki
sofranı kurardı
elini bir suya koyar gibi kalbinden akana koyardı
cezaevlerine düşsen cıgaranı getirirdi
çocuklar doğururdu
ve o çocukların dünyayı düzeltecek ellerini işlerdi bir dantel gibi

o çocuklar büyüyecek
o çocuklar büyüyecek
o çocuklar..
bilmezlikten gelme ahmet abi
umudu dürt
umutsuzluğu yatıştır
diyeceğim şu ki
yok olan bir şeylere de benzerdi o zaman trenler
oysa o kadar kullanışlı ki şimdi
hayalsiz yaşıyoruz nerdeyse
çocuklar, kadınlar, erkekler
trenler tıklım tıklım
trenler cepheye giden trenler gibi
işçiler
almanya yolcusu işçiler
kadınlar
kimi yolcu, kimi gurbet bekçisi
ellerinde bavullar, fileler
kolonyalar, su şişeleri, paketler
onlar ki, hepsi
bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlere büyüyenler
ah güzel ahmet abim benim
gördün mü bak
dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar
ve dağılmış pazar yerlerine memleket
gelmiyor içimizden hüzünlenmek bile
gelse de
öyle sürekli değil
bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün
o kadar çabuk
o kadar kısa
işte o kadar

ahmet abi, güzelim, bir mendil niye kanar
diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar
mendilimde kan sesleri.

Thursday, August 9, 2012

Boğulmak

aceleye getirdim
zamanı yakalamak niyetinde olmasam da
niyetsizliğimi sona getirdim ve dayadım renklerin
en hoyratını ekrana
dayadım namluyu sakağına gökyüzünün
dinledim kurşun kokusunu damarlarımda
bir nefes esrar dumanına bağladım umud rüzgarını
barutsuz şafaklarda…

seni sende arayamam ki ben dende değilken
gecenin soluk yıldızlarına dalıp dalıp çıkamam saman yoluna
kuzey kutbuna koşamam ki böyle elsiz vede ayaksız..


bırakıyorum sınır kapılarında umudumu
dönüşsüz yollara sapmışlığımla
sesin sessizliğinde kendi çığlığıma yabancı
bir deniz feneri arayorum koca okyanusta
sahipsiz rüzgarlar sürükler beni bu gece
kaosa kapılır giderim pusulasız

özlemek diyorum seni; sende seninle olmasa da..
özlemek duru bir su damlasına bakıp içememek
içe kıvrılan bir istakoza dönüşüp yüzememek

özlemek diyorum çöllere dalmadan
ekranda bir hayal gibi süzülen
resmine bakıp
bakmayı kıskanmak
bakma
bak
ba
bakarak gözlerinde boğulmak

Volkan Kemal

Tuesday, August 7, 2012

Tayfun’u Yitirdim Yüreğim Yanıyor‏

 Yıllar önceydi. Benim de içinde yer aldığım bir grup arkadaş, farklı şehirlerde yaşayan anarşist çevrelerin yayın faaliyetini tek bir çatı altında birleştirme sevdasına kapılmıştık. Bir dizi görüşme işi için 93 sonbaharında İzmir’e gitmem gerekmişti. Yazılarını beğenerek okuduğum, ama o güne kadar tanışamadığım Tayfun Gönül, nefes nefese Vedat Zencir’in atölyesine dalmış ve “Gazi sensin değil mi” diye sorduktan sonra “Vedat, Gazi’yle biz çıkıyoruz” demişti. Tayfun’la yola çıktık, çıkış o çıkış.
Ve hemen didişmeye başladık! O, İstanbul’da yayımlamakta olduğumuz Ateş Hırsızı dergisinin niçin İzmir Savaş Karşıtları Derneği’nin varlığını ve çalışmalarını görmediğine sitem etti. Haklıydı. Ben de ona, niçin Ateş Hırsızı’na ilgisiz kaldığını, selam-sabah etmediğini hatırlattım. Haklıydım. Sonunda “olur böyle şeyler” dedik birbirimize.  Şimdi önemli olan Türkiye’de anarşist bir hareket yaratmak, örgütlemekti. Fakat biz, çıktığımız yolun daha başında, yaratılacak “anarşist hareketin” kimliği, karakteri, huyu suyu gibi teferruatta birbirimizle al takke ver külah olmaya başladık. Güya ayrı duracaktık, yüzbin kere tövbe ettik, ama her defasında yeniden biraraya gelip kaldığımız yerden başladık. Ne o vazgeçti huyundan ne ben. Teneşir paklamaz Tayfun’u, o öte dünyada da hakikat arayışından vazgeçmez.  Biliyorum, şimdi yattığı Kilyos mezarlığında da yan komşusuna dönüp “birader ateşin var mıydı” diyerek “kilyos kabristan otonomu” çalışmasına başlar!
1993’ten beri ayrı şehirlerde, ayrı mahallelerde, ayrı evlerde de olsak Tayfun’la hayatımız iç içe geçti. Günler-geceler boyu Tayfun’un çay-kahve-sigara zulmüne maruz kaldım. Çok tartıştık, çok konuştuk, ama az şey yazdık. Cüssemizi çok çok aşan işlere kalkıştık. Kimini yaptık başardık, kimi hâlâ boynumuzun borcu; kimine de hiç başlamadık.  Yarım yamalak bıraktığımız onlarca proje ise serüvenimizin fiyasko sayfalarındaki çeşitliliğini koruyor.
70’li yıllardan itibaren bu ülkedeki toplumsal muhalefetin çeşitli evrelerini, iniş-çıkışlarını yaşadım. Birçok insan tanıdım. Kelle koltukta eylemciler, işinin eri devrimciler, cefakâr dava adamları/kadınları gördüm. Fakat, Tayfun Gönül’deki iç huzuru, barışıklığı, rahatlığı, gösterişsiz sıradanlığı, ruh enginliğini çok az insanda gördüm. O, iyi bir düşünsel birikime sahipti ama, fikirlerin ilkelerin esiri değildi. Farklı konularda deşmedikçe bilgili biri olduğunu anlayamazdınız. Tayfun zekiydi, kavrayışlıydı ama öngörülü değildi. Kendini bilen hinoğluhindi ama, her konuda arif değildi. Mükemmel bir analiz yeteneğine sahipti; soruna neresinden ve nasıl bakılması gerektiğini çok iyi bilen sağlam bir perspektife sahipti. Buna rağmen sık sık yanılmaktan, mantıksız önermelerde bulunmaktan kurtulmazdı. Ben bunu hep onun eylemlilik sabırsızlığına, heyecan ve neşesine yorarım.
İyi bir müteşebbis, müzmin bir müflisti. Çünkü cömertti, dünya malında, şan şöhrette gözü yoktu. Kışın sıcak, yazın serin tutan, üzerinden hiç çıkarmayacağı tek bir giysisinin olmasını isterdi hep.  Öyle ya, o bu dünyaya çamaşır yıkamaya mı gelmişti ki, her gün çamaşır yıkayıp değiştirsin! Gerçekten de haftalarca, gece-gündüz aynı gömleği üzerinden çıkarmadan giymek Tayfun’a yakıştığı kadar hiç kimseye yakışmazdı.
Defin merasimine katılan herkes onun erken gidişine, gençliğine hayıflandı. Ne gençliği yahu Tayfun çocuktu çocuk! Ben onun çocukluğuna yandım. Ve biz, dünyayı isteyen o koca çocuğu Karadeniz’e kıyı veren bir ormanda küçücük bir mezara sığdırdık.  “Ölüm de bir yolculuktur, bavulunu toplayıp gitmek gibi” derdin hep; güle güle Tayfuncuğum seni çok özleyeceğiz.  
 Gazi Bertal.
2 Ağustos 2012
Tayfun Gönül: Hayata da Ölüme de Gülümseyerek Bakan Anarşist...

Tayfun Gönül’ü 1970’lerin sonlarından beri tanırdım. O zamanki Maocu
partinin gençlik örgütlenmesinin içindeydi, Hacettepeli Aydınlıkçı
gençlerden biriydi. Daha o zamandan hayata muzipçe gülümsediğini
hatırlıyorum. Doktor olmak falan umurunda değildi sanki. Hayat öyle
büyük, öyle derin, öyle güzeldi ki. Doktor olmuşsun ya da bir başka
şey, ne önemi vardı. Bu büyük hayatın içine olduğun gibi atılmak, onun
sırlarına kafa yormak ve hep birlikte yaşayıp gitmek en güzeli değil
miydi?
Sonra, 1980’li yıllarda onun doktor olduğu halde hiç de bir doktor
gibi yaşamadığını, anarşist olduğunu, ilk vicdani retçi olduğunu,
kendisi gibi arkadaşlarıyla komünal bir hayat sürdüğünü duydum uzaktan
uzağa. Daha sonra doktorluğu da bırakmış, sahil kasabalarında bileklik
falan satarak yaşıyormuş. Ruhuna yabancı hiçbir hayatı kabul etmeyecek
kadar özgür bir ruhtu.
1990’larda ortak dergilerde yer aldık. Ateş Hırsızı’nda ve
Apolitika’da. Bazen yazılarımızla karşı karşıya geldiğimiz oldu.
Bakunin gibi, hoş, insanı gülümseten bir “komploculuğu” vardı. Beni
eleştiri tahtasına koyabilmek için, Apolitika’nın “anarşizmin
sorunları” üzerine açtığı bir soruşturmada en sonlardaki bir soruya
verdiğim cevabı öne almıştı. Birkaç yıl önce buluştuğumuzda, bizim
evde içerken, bunu, “biliyor musunuz, ben Gün’e nasıl komplo
yapmıştım?” diye gülerek anlatmıştı sofradaki gençlere. Yaptığı
”komployu” yıllar sonra gülerek anlatma dürüstlüğünü gösteren bir
anarşist işte. Hayatın her yönüne gülerek bakma becerisini ancak
Tayfun Gönül gibi yüce gönüller gösterebilir.
Daha buluştuğumuz an sağlığının hiç iyi olmadığını anladım. Çok
kiloluydu, rahat nefes alamıyordu, zor yürüyebiliyordu. Ama
gülümsemesi hiç eksik olmuyordu dudaklarından. Tabii sigarası da. Bu
beden onu nereye kadar götürürse oraya kadar gidecekti. Hayata olduğu
gibi ölüme de gülümseyerek bakıyordu. Çünkü ölüm de o büyük, o derin,
o güzel hayatın bir parçasıydı. O zaman o da alay edilmeyi hak
ediyordu.
Özgür üniversite’de anarşizm üzerine bir seminer vermişti. Çok doğal,
çok özentisiz ama o ölçüde de kapsamlı bir anlatımı vardı. Konuşması
sırasında önüne konan ses cihazıyla oynadığı için bu konuşması ne
yazık ki kayboldu. Büyük hayat çocukça kahkahalarla şenlenen bir
oyundu aynı zamanda. Oyun pahasına konuşmalar kaybolup gitmiş, ne gam.
Kafasında her zamanki gibi bir dergi projesi vardı. Anarşist adlı
dergiyle bu proje hayata geçtiği günlerde yüreği dayanamadı.
Şubat ayında ağır bir kalp krizi geçirip yatağa düştüğünde o yıpranmış
bedeninin ayağa kalkamayacağını tahmin etmiştim aslında. Onu o halde
görmek istemedim. Gönüllerimizde bir tayfun gibi esen o insanı
yatakta, konuşamaz bir halde görmeye dayanamadım. Ama şimdi pişmanım.
Keşke son bir kez görseydim.
Dün Gazi’ye, Avrupa’da yapılacak bir anarşist konferansa yollanacak
kitaplar için telefon ettiğimde, “Tayfun Gönül’ün Anarşizm broşürü de
var mı?” diye sordum. Varmış. “Ondan da ne kadar varsa koy” dedim ama
Tayfun’un sağlığını sormadım, sanki ölümü içime doğmuş gibi. Daha
doğrusu sormak içimden gelmedi. Sanki sorsam olumsuz bir cevap
alacakmışım gibi bir his vardı içimde. Ve bu sabah Ahmet Kurt, maille
verdi haberi.
Tayfun Gönül artık yok ama yaşamaya çağıran, ölümle dalga geçen
gülümsemesi hep yanı başımızda.
 Gün Zileli
31 Temmuz 2012

Soytarı

 Saplantı saplantısına saplanmıştı
farkında değildi
sağlam sağduyuya sahipti
sol görünümlü
sığlığı sığdıramadı usuna
sorgusuz
kavgasız yargıya vardı
kararsız
yararsız bilgiyle donandı
donanma zabiti sandı
savladı
kavradı
tavladı
tavlanmadı

dipsiz kuyuya daldı
habersiz
posta katarı bekledi
pulsuz zarf açtı gün boyu
adımsız yollara baktı
beklentisiz
sevilmek korkusu yaşadı
sevmeyi denedi
sevdalanmadı hiç
kara kara baktı gökyüzüne
yıldızları saydı gün boyu
geceye sakladı düşlerini
uykusuz
düşürdü gülüşlerini
çaresiz
gözyaşlarını tesbihledi
ve süphanallah!
dinledi
dinle
din


bulanık sularda yüzen istavrit gibi
tedirgindi gözleri
heryanı çepeçevre balçık denizi
yaprak kıpırdasa
deprem olurdu
yüreği çaprazlama bölünür
ateş solurdu
solgun
yorgun
dolgun memeleri vardı
kehribar başlı
sağaltılmamış
mürdüm eriği
tarçın kokuları gezinirdi dilinde
karanfil dudaklarına
deyince güneş tozu
kısrak gibi sabırsız
ceylan gibi huzursuzdu
kendince tam
hep kusursuzdu
narsızdı
ama
arsız değildi
kendini beğenmiş
kendinden malum
alim
vede zalimdi
kendisineydi
zulmü
çokca
zulmetti sevdiğine

velhasıl kadim dosttu
eskimeyen post
yenilenmeyen
yinelenmeyen
türküydü
çılgın bir ıslıktı
korkulu gecelere yoldaş
soydaştı
soyut bir tablo gibiydi
yüzlerce anlam yüklü
ebem kuşağıydı o
göbek bağımdı
düşlerimin
doğurganlığımdı
savurganlığım
yoğunganlığımdı
mayalanmış
hamurumdu
umud fırınında
ateşle sınanmaya
hazırlanmışlığımdı

eli elime değmeden
döküldü derilerim birden
kavruldu dilimde
sözcüklerim
cümleleşmeden
kem
küm
lam
cim demeden
cümle alem
gülsün deye
bir soytarı yarattım
sahneme fırlatılan
öpücüklerden
bir soytarı yaşattım
maskelerle örülü
bir soytarı öldürdüm
alkışlara gömülen
bir soytarı anımsadım
krallarla aşık atan
kabirleşip
anıtlaşan
bir soytarının öyküsü okunur şimdi
deste deste
destanlaşan
destanlaş
destan
laş
dest
destur!

Volkan Kemal

Friday, August 3, 2012

YAZILI

farkımız


Bağımlılıklarımız var dedim ona
ayakbağlarımız var
renk renk
desen desen
ayak takımı
esrar dumanı
minare gölgesi
çanak anten
radyo dalgası
reklam kavgası
piyasa sefası
yüz boyası
maske karası
günah bedeli
bıçak sırtı
sırat köprüsü
haçlı seferi
ömür törpüsü
cenaze marşı
kurban duası
alev ağızlı
demokrasi mavalı
serseri
siyasi

ben desem yüz
sen desen bin parça
bölünmüşlüklerimiz var
sınır kapısı
mayın tarlası
bayrak direği
bekçi sopası
filistin askısı
mermi yarası
iki kaş arası
ela göz
yılan dil
zülfikar kılıç

kılçıksız balıklarımız var
denizsiz
gölsüz
ırmaksız
asi

takıntılarımız var dedi bana
eli beli dili
zilli
bekaret zinciri
takım taklavat
ana avrat
namus davası
bacak arası
elma yarısı
şeftali tüylü
imam bayıldı
ölü helvası
toprak vergisi
harbiye marşı
garnizon sopası
asker postalı
damgasız
zarfı tuhaf
muaf

ağız tadımız var dedim ona
dilber dudağı
vişne şurubu
kızılcık hoşafı
böğürtlen başlı
ağız mayası
asid yağmuru
nar sirkesi
sikkesi on para etmez
beşibiyerde sevdası
bakir tarlası
bekir ağası
şalvar kavgası
zurnası peşrefli
gövdesi aşiretli
arap aşı
kalem kaşı
başaltı
yağlı güreşi
zeytuni

farkımız var dedi bana
farfara
fırdöndü
fiyasko
fiyakalı
fasarya
fuzuli

farklı kalıbımız var dedim ona
kırkdört numara
dilenci ayağı
deve tabanı
aruz vezni
paldır küldür
hamam tokmağı
katır tırnağı
keçi yolu
eşkiya türküsü
acem aşiran
düttürü

bağlandım dedi bir kere
iplik iplik
kilim halı
doku doku
koku koku
miski amber
çözümsüz düğüme
bal sarısı
arısız
arsız
yarsız

vazgeç dedim ona
vargitlere ekledim
varım yoğum bu dedim
yokluğu bekledim ben
ömür boyu
varlıktan azad edildim
tekliğime döndüm
tam takır
tekmil

Volkan Kemal

Wednesday, August 1, 2012

Mansurlaştılar


Zafer çığlıkları takılı kaldı gerdanında kanlı bir kolye gibi
milyonlarca ölünün teni üzerinden gezinirken sabah meltemi
donuk bir göze yapıştı savaş tanrılarının mabetlere açılan perdeleri
cennet vadeden dudaklar bile büküldü
insan siluetlerinin ruhlaştığı sisli havada
çanlar inlemez olmuş
dualar ısırılmış peksimet gibi dağılmıştı dişler arasına
barut moruna yapıştı yanık et kokusu
ağulanmış güneş karardı
gökyüzünün kaburgaları yapıştı
gaz maskeleri solumaz oldu
namlu soğukluğu sindi donan parmaklara
cepheler sökülmüş cephaneler dağılmış
çamur yüzlü ölüm dolaşıyordu
çürümüş iskeletinde savaşın

hallaç pamuğuna dönen toprağın yüzü
bir daha yeşermeyecekti
karartılmıştı tohum tarlaları
küllenmişti yağmur ormanları
napalm kimyasal ve açlık bombaları
kusmuştu yüzüne insanlığın
göçürülmüşlerle yan yana yürüdü ölüm ağır ağır
yürüdü
sokaklarda
caddelerde sessizliği yırtarak
yanık derisi sonbahar yaprağı gibi uçuşan çocuklar
şaşkın ve çaresiz
kaçırmıştı insanlık aklını piyasaya sürünce en değerli malını
tüketiyordu her dakika pazarlayınca aklını
köşeleri kalmamıştı beklenilen
fahişelerini bile takıp peşine sürükledi savaş agaları
kameralar bile sustu
ekranlar karardı yalan çamuruyla sıvanan
bu çılgın kavgayı seyredecek takat kalmadı

kaçıyordu yenik düşman ordusu
yerli dostlarının sırtına basarak
ezik şehirleri teker teker yakarak
kurşuna dizilenlerin kan lekeleri sızıyordu
bir avuç fırlatılmış portakal rengine boyanıyordu sıvasız duvarlar
avutları acı tütünle yoğrulmuş olanlar
girdap gibi dönen yapma kuşlara binerek kaçıyordu
aklını kaçırmışcasına ardında hiç bir iz bırakmamaya yeminli
postal kokusundan gayrı

yıllarca kanatları napalm yüklü kuşlarca bombalanmış
haritadan silinmiş kasabalar
köyler tekrar varadecekti kendisini
küllerinden yoğrurarak acılı geçmişini
tekrar varolmanın sevinci yaşayacaktı
dullar dallanıp budaklanacak
kasıkları düğümlü gelinler inadına doğuracak
sakat çocuk orduları yürüyecekti açlık kulvarında
bir tas pirince değişmek için kaderini
analar satacaktı en çılgın döllerini
düşman şehirlerinin sokaklarında
muzaffer askerler yürüyecekti
saçtan tırnağa bunalımlı intihara adaklanmış
beyinleri kelepçeli eroin suratlı
yabani sırtlan bakışlı
kaybedilen savaşların kanlı madalyalarını
bir yudum buza satan

kazanmakla yatıp kaybetmekle kalkan
yeni bir nesil yaratılacaktı
borsa salonlarında elleri çanlı
anlı şanlı
yüzleri kalkanlı
mezar kazıyıcıların kamburuna endeksli
kendisine yabancı
eyyamcılar ordusu
yaratıldı da
kendi yaralarını iştahlı demir sülük gibi emen
kanı donmuş ihtiyar bir nesilden

yenenler kimseye anlatamadı
yenilenlerden gasbedilen ganimetin değerini
yenilgiyi yengiye çevirmeye yeminliler
sürüldü silah fabrikalarına
sürüldüler
tarihsel çöküntüler üzerine
yeni şehirler kurmaya
yıkıntılarına gömüldükleri...

yenenler yenilenlere açılan cehennem kapılarına
yenilenlerin ruhlarını astılar
ganimeti tanrılarla paylaştılar
yenilenler yenenlere yeni cennetler sunmaya adaydılar
yasaklı elmayla yetindiler
yasaklandılar
yasaklan
yasak
yas
yas tutmak için yaratılanlar
ilahi yasalara uydular
uyduruldular
uyduruk

uydurulanlara uymayanlar
çarmıha gerildiler
isalaştılar
derileri yüzülüp
mansurlaştılar
mabetsiz
matemleştiler
ama
mabutlaşmadılar...

Volkan Kemal