Wednesday, April 30, 2014

Beni ayakta tutan kin

İrep GÜNER
  Yusuf Ekinci, Ankara'nın tazminat davalarıyla ünlenen avukatıydı. Liceli tanınmış Ekinci ailesinden. 25 Şubat 1994'te bürosundan eve dönerken kaçırıldı. Ertesi sabah Ankara Gölbaşı'nda ölü bulundu. Ancak kaybolduğu gecenin sabahı, daha ölüm haberi ulaşmamışken Ekinci'lerin evini sallayan iki telefon var: Biri arkadan daktilo seslerinin geldiği, sözsüz; diğeri, ‘‘alo, kimsin’’ sorusunu ‘‘cehennemin dibiyim’’ diye cevaplayan iki telefon. En son arayan ise karakol; eşinizin cesedi Gölbaşı'nda bulundu diye. Ailesi olayı araştırırken, Oran yolundaki (Ekinci Çankaya'dan Oran'a doğru yol almaktayken kaçırılıyor) benzinci, kırmızı bir Toyota'nın dikkatini çektiğini (Ekinci'nin arabası kırmızı Toyota) arkadan gelen polis arabasının ona selektör yaktığını anlatıyor. Polis, Toyota'nın şoförünü dışarı çıkarıp üstünü arıyor. Benzincinin son gördüğü peşpeşe giden bu iki araba. Tam da Yusuf Ekinci'nin kaybolduğu saatler: ‘‘Biz olayın polis tarafından yapıldığını, en azından polis tarafından götürüldüğünü tahmin ediyoruz. Bunu söylediğimiz zaman hemen 'Aaa devlet yapar mı' dediler. Susurluk olduğu zaman da 'Aaa doğruymuş' dendi!’’ Susurluk'un ortaya çıkardığı ilişkiler, bu cinayetin faili meçhullüğünü silebilecek kadar netti. Ekinci ailesi Cumhurbaşkanı'na ve Meclis Başkanı'na üç kez mektup yazdı, cevap alamadılar. Dava faili meçhul raflarında hala açık. Ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi önünde.
‘‘Bir gün hiç unutmuyorum eşim dedi ki; Ülkü, yakında bu cinayetler büyük şehirlerde de olacak ve Ankara'da bunlardan biri ben olacağım.’’
1993'ün kasım ayı, dönemin başbakanı Tansu Çiller'in ‘‘PKK'nın haraç aldığı işadamlarının isimlerini biliyoruz, hesap soracağız’’ diyerek atıfta bulunduğu ünlü ‘öldürülecekler’ listesinin gündeme düştüğü zamandı. Yusuf Ekinci gibi avukat olan Ülkü Ekinci eşinin kendisini öldürülecekler arasında düşünmesine şaşırdı: ‘‘Niye sen olasın ki, sen ne yaptın ki? diye isyan ettim. Hiç birşey yapmama gerek yok ki dedi, bana.’’
Kaybolduğu akşam eşinin bu sözleri Ülkü Ekinci'nin aklından hiç çıkmadı. ‘‘Kabullenmek istemiyorum. Acaba kalp krizi mi geçirdi? Bütün hastaneleri, karakolları aradık. Çocuklar söylüyorlar ben babansız yaşayamam diyormuşum. O dönemin Kürt kökenli bir bakanına açtım telefonu; ‘Yusuf'a bu yapılmaz' dedi. Bir insan kaybolduğu zaman ne olduğunu biliyorlar. Kayıbın manası ‘yok edildi'dir.’’
Yusuf Ekinci'nin eşi Kürt değil. Üsküplü annesi ve babası başlangıçta evliliğine pek olumlu bakmamışlar. Ülkü Ekinci ise Hukuk Fakültesi'nde başlayan beraberlik günlerini tam bir aşk hikayesi diye anlatıyor. Sevgisi Diyarbakır'daki yaşamını da kolaylaştırmış.
Eşinizin kimliğini bir renk olarak mı kattınız hayatınıza?
- Evet, ilk önce öyleydi. Ama ölümünden sonra o kimliğe iyice sarıldım.
Maddi zorluk yaşamadığınızı anlıyorum.
- Hayır yaşamadım. Bir hafta sonra geçtim işin başına. Bu aile, bu isim yaşatılacak dedim. Kinim ve çocuklara olan güvenim, bizi ayakta tutan odur.
Türkiye'yi terk etmeyi düşündünüz mü?
- Düşündüm. Çok güzel bir aileydik. Kolay değil kaldırmak. Televizyonu açıyorsunuz, nefret ediyorsunuz...
Çatlı'nın da eşini ağlarken gördünüz.
- Evet... O kadına da acıyorum. Onlar da kullanıldılar. Çatlı burada oyuncak. Esas yapanlar devletin içindeki çetenin başında.
İntikam duygusu yerleşti mi içinize?
- Ah onları görsem. Benim yanıma da gelebilecek kadar yürekli olabilselerdi keşke. Ama bakın Allah var... Onlara korkunç kin doluyum. Kalbim diyor ki görecekler... Devlete en büyük ceza kendi kokuşmuşluğu. Bireysel anlamda da ellerini vicdanlarına koydurtacak olaylar yaşadı bu işin sorumluları. Ama yetmez bunlar, yetmez!
Ölüm gününde Yusuf Ekinci'yi mezarında andıktan sonra evde Kürtçe müzik çalıp dansediyorlar. Armanç; Ekinci ailesinin ilk oğlu. Mühendis. Babasının öldürülmesinin üçüncü yıldönümünde, babası adına kurdukları vakfa şöyle yazmış: ‘‘...Yaşamak direnmektir Armanç diyorsun, söz veriyorum sana direneceğim.’’ Şevin 1976 doğumlu. Ekonomi bölümü mezunu. Susurluk kazasına sevinmiş, ilahi adalet, devamı gelecek diyor. 20 yaşındaki Sertaç, ailenin hukukçu kimliğini devam ettirmeyi düşlüyor: ‘‘Oğlu olmaktan gurur duyuyorum ama bilinsin ki oğlu olmak kolay değil... Onu öldürenler bilsinler ki yeni Yusuf Ekinciler yetişiyor.’’
 

Diyarbakır'da kaçırılıp işkenceyle öldürülen Vedat Aydın'ın eşi Şükran Aydın
 

İntikam duygusu yok bende
Vedat Aydın Diyarbakırlı; doğulu büyük bir ailenin siyasi, yasal zeminlerde ‘‘Kürt haklarını’’ arayan sesiydi. HEP'in de Diyarbakır İl Başkanı. Kaçırıldığında 5 temmuz 1991'di. İki gün sonra Diyarbakır'a 80 kilometre uzaklıkta Maden Köprüsü'nde bulunduğunda ölüydü. Vücudu kırılmış, parçalanmış, ardından kurşunlanmıştı. 37 yaşında güçlü, kuvvetli, yapılı bir insandı. Cesedi zorla teşhis edildi. Eşi Şükran Aydın Hürriyet'e ilk kez konuşuyor: ‘‘Hep demokrasi mücadelesi vermek istiyordu, silaha bulaşmadan. Onu anlatmak benim için çok zor. Herkese karşı dürüsttü.’’ Eşini anlatırken sesi düşüyor Aydın'ın. Bir evde doğup büyümüşler; amca çocukları. Şükran Aydın eşinin ölümünü hiç ‘‘faili meçhul’’ cinayet diye tanımlamadı. Ama Aydın'ın dosyası faili meçhul olarak rafta bekletiliyor. Aile Susurluk'tan sonra Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne başvurdu.
Hayati tehlikeyi, tehdidi hayatınızın hangi dönemlerinde hissettiniz?
- Hep hissettik, tehdit kapımızdaydı. Ölüm o kadar yakındı ve ben ona hazırdım.
Kendiniz için korktunuz mu?
- Korkunun ecele faydası yoktur. Hele bu bölgede yaşıyorsan, Kürtsen mesele bitmiştir. Hele Vedat Aydın'ın eşiysen...
Asla ‘‘ölüm’’ demiyor, hep ‘‘gitmek’’ diye bahsediyor eşinin öldürülmesinden. ‘‘Sona’’ hep hazırmış ama böylesine değil: ‘‘Gitmesinden iki gün önce eşim oturup konuştu. Ya iki gün kalmış, ya iki ay, ya da yetmiş gün. Çocuklardan, arkadaşlardan, aileden konuştuk, meğer vasiyetiymiş o. Tahmin ediyordum artık saatlik yaşıyor, günlük bile değil. Yani bir sokak ortasında kaçıracaklar veya başka bir yerde öldürebilirler. Ama gece yarısı gelip yataktan çıkarıp götürecekleri aklıma gelmedi.’’
Vedat Aydın gece onikiye çeyrek kala eve gelen üç kişi tarafından kaçırıldı. Evin önünde iki araba vardı; biri siyah Kartal.
Giderken ne söyledi?
- Giderken bana bir mesaj verdi... Artık ölüme gidiyorum, yüzde 99 ölü olarak eve geri döneceğim diye gitti.
Çocuklarla vedalaşma şansı oldu mu?
- Çocuklardan zaten biri evde değildi. Diğerleri yatıyordu. Emniyete götürüldüğüm zaman bir polis bana işte şu saatte evden çıkmışsınız, buraya buraya gitmişsiniz, birer dondurma yemişsiniz, yolda meyve almışsınız Yanınızda iki çocuğunuz vardı, biri yoktu. O kadar net. Söyledikleri doğruydu. Siyah Kartal bütün gece takip etti.
Ölüm haberini aldığınızda, hazırlıklı da olsanız, duygu patlaması yaşamadınız mı? İsyan, intikam!
- İntikam duygusu yok bende. Umarım hiç kimsede olmasın, kötü bir şeydir. Benim çocuğum babasız kalmış, başkasının babasız kalması gerekmiyor.
Ya isyan?
- İster istemez, biraz.... Benim gözümden tek bir yaş akmadı. Bu kadar mezarlığa gidip geliyorum, hala daha akmadı. Akmaması gerekiyor.
Susurluk kazasını duyduğunuzda ne hissettiniz?
- Benim oh, dediğim tek şey olacaktı, o da olmadı. Hüseyin Kocadağ'ın aniden ölmemesi gerekiyordu. Bir sene yatalak kalıp öyle ölecekti.
Susurluk'un ortaya çıkardığı ilişkiler kafanızdaki cevapları değiştirdi mi?
- Benim kafamda hiçbir cevap değişmedi, Susurluk raporunu da okudum, benim için birşey ifade etmiyor. Çeteler diyorlar. Yeşil onun sorgusuna girmiş; Yeşil veya Kocadağ benim için birşey ifade etmiyorlar. Katil olan, emri veren, devletin üst düzeyindeki insanların kendisi çetedir.
Geniş toprakları olan Aydın ailesinin köydeki arazilerine el konulmuş. Ekip dikemedikleri için şimdi köyden gelirleri yok. Vedat Aydın ‘‘Ben gittikten sonra hayatınız olduğu gibi devam etmeli. Yas istemiyorum, çocuklar televizyon istesinler, teybi açsınlar’’ demiş. Eşi, ‘‘Bana düşen o vasiyeti yerine getirmek’’ diyor. Hiç yas kıyafetleri giymemiş. Babalarını küçük yaşta kaybeden (12, 7 ve 3 yaşlarındaydılar) çocuklarıysa hayata yavaş yavaş alışıyorlar.
Kocadağ tehdit etti
‘‘Allah'ın rahmeti üzerinden uzak kalsın, Hüseyin Kocadağ o esnada buradaydı. Zaten, soruşturmayı kendisi sürdürdü. Tehdit etti. İfadeni değiştireceksin, değiştirmezsen devlet kuvvetlidir, seni de ortadan kaldırır, çocukların sokakta kalır. Ben de hep siz öldürdünüz, diyordum. En son Kocadağ, Şükran bacı sana birşey söyleyeyim mi dedi, söyle dedim: Devletin eli uzundur ve kuvvetlidir, gel bu inadından vazgeç, ifadeni değiştir. Sen de kurtul, ben senin çocuklarını düşünüyorum, dedi. Peki sen çocuklarımı düşünüyorsan niye babalarını ortadan kaldırdın?’’
Kocadağ bir kaç ay sonra tayin oldu. Ancak Şükran Aydın'a telefonla yapılan tehditler 1996'ya kadar sürdü. Bir polis arabası her gece gelip sabaha kadar kapısının önünde bekledi.

Rahat uyu Ülkü !

LAL ZAMAN NİRVANA ZAMAN

elleri aktı bebeğin toprağa
renksiz gözleriyle baktı gökkuşağına
yerden yükseldikçe tek renge dolandı
doladı asaletini ırkına
nirvanaya doğdu
nirvanasız yaşadı
nirvanaya ulaşamadı
mezarların arasında mermi kovanları ekti
cenneti çaldı zeytin bahçelerinden
ziyneti havan mermisi
cehennemi haremi oldu
bir artı bir iki etmedi
ikiletmedi ünsüzleri
ünlüler firarda
balıkçı ağına takılmış küçük balığı
kum görmedi
balıkçı sustu kıyısında top seslerinin
balıkçıl kanatsız uçtu
bir uçumluktu mesafe öte köye
toprağından koparıldı yeniden sürgün hasat
taşındı acılar zoraki huzura
dudağının ucunda eskimiş bir şarkı
yorgun elleriyle çırpınmakta
nirvanaya er artık zulüm..........
lal zamana akmakta nirvana
nirvana zaman
zaman kendinden düştü seni
zaman hiçe kaldı
son bahçede tanrı yalnız kaldı....

Saab
30 Nisan 2014

Tuesday, April 29, 2014

İLK TAŞI EN HAYALPERESTİNİZ ATSIN !

İstanbul Anarşi İnisiyatifi’nden 1 Mayıs’a çağrı pankartı ve bildirisi

10246329_480509525411490_4358269740354510269_n 
İstanbul Üniversitesi Beyazıt Kampüsü’nde 1 Mayıs’a çağrı pankartı ve bildirisi…

Birlik beraberlik, dostluk kardeşlik, yolluk yoldaşlık. vs. vs. vs. ……………………………
Onu bunu bırakın da ‘’Düz ayak çivit badanalı bir kent nasıl kurulur abiler’’ *
Tarlabaşında merdiven altı bir atölyede zehir çekip kahır üfleyen soluklarda, zonguldakta yerin yetmiş kat dibinde kararmış yüzlerde, ışıl ışıl vitrinlerin ardında bir bankoya sıkışmış ayakların huzursuzluğunda, babaların tokadından gül bahçesine dönmüş yüzlerde, kocaların sevgisini taşıyan morarmış sırtlarda, ağabeylerin kanattığı incecik erkek kaşlarında, hocaların bilgiye koydukları ipotekte gizlidir mavi çivit badanalı birer kent. Kendine münhasır, kendine yeter, kendine mavi her kent.
Oysa büyüktür öfkeler. Kendisinden daha fazla, kendisinden daha mavi, kendisinden daha yıkıcı.
Elleri taş, yüreği nasırlı, vicdanı kör, allahı belalı bir devdir her iktidar. Yerin altında gizli isyanlardan korkar. Kulaklarını kapılara, gözlerini odalara dikmiş izler her daim. Bilir çünkü isyanın her vakit bir varolma hali taşıdığını. Bir volkan gibi dipten dibe kaynadığını. Onun için saldırır işçinin emeğine, köylünün deresine, yoksulun mahallesine. Onun için Alexisi on altısında, Berkini on dördünde alır bizden.
Ama biz biliriz, bisikletsiz bir çocuğun hayata kırgınlığında gizlidir çivit badanalı o kent. Sokaklarında arabaların gezinmediği ve bütün yolların bisikletlere amade olduğu koca bir kent.
Şimdi bütün bu yürüyüşler, sokakları birbirine duvarlarla bağlanmayan o kentlere doğrudur. 1 Mayısta da bunun içindir atılacak her adım. Rengi farklı olana karşı birleşilen beraberliğe, dili farklı olana karşı sarılınan kardeşliğe, yolu başka olana karşı silah edinilen yoldaşlığa karşıdır attığımız her adım.
Devletin korktuğu her öfke bizimdir, yılın 364 günü olduğu gibi 1 Mayıstada. Evinden atılmış her mülksüz kadar yıkıcıdır öfkemiz. Kırmızı bir ağaç düşleyen her çocuk kadar hayalperesttir isyanımız. Emeğinin peşi sıra koşturan her işçi kadar işgalcidir adımlarımız. Gri duvarların içinde bir masa başına hapsolmuş her genç kadar apansızdır haykırışlarımız.
Mavi çivit badanalı bir yeryüzüne ulaşana dek tüm mülksüzlüğümüzle sokaklardayız bu 1 Mayısta da. Sokaklara vurulan her maviyle birlikte sendeleyen iktidarlara karşı özgür varoluşlar ve bir tahakküm unsuru olmayan her rengin kendini var ettiği koca bir şenlik alanına dönüştürmek için sokakları, isyanın binbir coğrafyalı dilindeyiz.
İlk taşı en hayalperestiniz atsın.

*Ece Ayhan, Mor Külhani.

1. Şiirimiz karadır abiler

Kendi kendine çalan bir davul zurna
Sesini duyunca kendi kendine güreşmeye başlayan
Taşınır mal helalarında kara kamunun
Şeye dar pantolonlu kostak delikanlıların şiiridir

Aşk örgütlenmektir bir düşünün abiler

2. Şiirimiz her işi yapar abiler

Valde Atik'te Eski Şair Çıkmazı'nda oturur
Saçları bir sözle örülür bir sözle çözülür
Kötü caddeye düşmüş bir tazenin yakın mezarlıkta
Saatlerini çıkarmış yedi dala gerilmesinin şiiridir
Dirim kısa ölüm uzundur cehennette herhal abiler

3. Şiirimiz gül kurutur abiler

Dönüşmeye başlamış Beşiktaşlı kuşçu bir babanın
Taşınmaz kum taşır mavnalarla Karabiga'ya kaçan
Gamze şeyli pek hoş benli son oğlunu
Suriye hamamında sabuna boğmasının şiiridir

Oğullar oğulluktan sessizce çekilmesini bilmelidir abiler

4. Şiirimiz erkek emzirir abiler

İlerde kim bilir göz okullarına gitmek ister
Yanık karamelalar satar aşağısı kesik kör bir çocuğun
Kinleri henüz tüfek biçimini bulamamış olmakla
Tabanlarına tükürerek atış yapmasının şiiridir

Böylesi haftalık resimler görür ve bacaklanır abiler

5. Şiirimiz mor külhanidir abiler

Topağacından aparthanlarda odası bulunamaz
Yarısı silinmiş bir ejderhanın düzüşüm üzre eylemde
Kiralık bir kentin giriş kapılarına kara kireçle
Şairlerin ümüğüne çökerken işaretlenmesinin şiiridir

Ayıptır söylemesi vakitsiz Üsküdarlıyız abiler

6. Şiirimiz kentten içeridir abiler

Takvimler değiştirilirken bir gün yitirilir
Bir kent ölümünün denizine kayar dragomanlarıyla

Düzayak çivit badanalı bir kent nasıl kurulur abiler?
 
Ece Ayhan 
 
İSTANBUL ANARŞİ İNİSİYATİFİ
 

Monday, April 28, 2014

Photographers talk: Eyes on Syria's shattered lives - Stanley Greene

Stanley Greene worked in Jabal al-Zawiya in northwest Syria in March and in Aleppo in April. There he found a war that had pushed people almost beyond the limits of sanity. Civilians, including mothers and children, were forced into hiding, even inside tombs, hunting for scraps of food and targeted by snipers when they dared to emerge.
Others fled the country, with more certain to follow, Greene said. Over 2 million Syrians have already sought refuge in neighbouring states.

"The people are leaving. You are about to see mass exodus. All of these countries are about to be put to the test. Jordan which has had a relatively safe passage through the Arab Spring could get sucked in before it knows it. Look at Turkey's discontent (at) refugees spilling over. Lebanon… The scenarios are endless," the American photographer said.
Stanley Greene shows us the despair of Syrians in their everyday struggle for survival, he does it with grace and dignity - once again we see the human face behind the tragedy of war.

Márquez’in ardından: “En iyi sanat” – Volker Hermsdorf

Gabriel García Márquez kendisini her şeyden önce bir gazeteci olarak görüyordu
17 Nisan Perşembe günü yaşamını yitiren Nobel ödüllü Gabriel García Márquez için yapılan anmalar şimdiden ciltleri doldurmaya yeter. Avrupa’da daha çok edebi eserleri vesilesiyle saygıyla anılırken, Latin Amerika’daki anmalar, O’nu ve etkisini daha çok sol bir entelektüel, anti-emperyalist, politik sorumluluk üstlenmiş bir gazeteci değerleriyle bir yere yerleştiriyorlar.
Gabriel García Márquez’in ilk öyküsü “La tercera resignación” (üçüncü teslimiyet) 1947 yılında Kolombiya’da ‘El Espectador’ (İzleyici) gazetesinde yayımlandı. Márquez’in gazetecilik kariyeri de bu sayfalarda başladı. Latin Amerika’ya dair güncel konular hakkındaki makaleleri, denemeleri ve yorumları, 1967 yılında kendisine dünya çapında bir ün kazandıran ”Yüzyıllık Yalnızlık” yazılmadan önce, Márquez’i tüm kıtada çok önceden tanınan bir isim olmasını sağladı. 1982 yılında nobel ödülüyle hakkı teslim edildiğinde bile, esas mesleğini ”Ben esas olarak gazeteciyim ve gazeteci kalacağım” diyerek belirtti. Bu meslek O’nun için dünyanın “en iyi sanatıydı.”
Önceleri El Espectador gazetesindeki haftalık film eleştirileri yazan Márquez, sonrasında-Bogotá’daki eylem yapan öğrencilere karşı yapılan katliamın ardından- 1955 yılında kendisini Latin Amerika sol hareketinin bir parçası olduğunu açıkladı. Avrupa’ya yaptığı sayısız seyahat O’nu, kolonyalizm ve emperyalizmden muzdarip halkların kurtuluş mücadelesine daha da güçlü dahil olmasını sağladı. Küba Devriminin zaferinden sonra arkadaşları tarafından çağrıldığı şekliyle ”Gabo”, 1959 yılında Fidel Castro’nun daveti üzerine Havana’ya gitti ve orada Devrimciler tarafından hayata geçirilen ”Gerçeklik Eylemi” mücadelesini destekledi. Ayrıca, ülkeden kaçan diktatör Fulgencio Batista’nın katilleri/işbirlikçilerinin yargılanmasında da gözlemci olarak bulundu.
 
Küba’daki bu ilk bulunmanın ardından, devrimin lideri Fidel Castro ile hayatı boyunca sürecek olan, derin bir dostluğun ilk adımları atıldı. Bu yüzden ölümüne değin sağcılar tarafından düşman olarak görüldü. Sol-liberal ve orta sınıf yönelimli medya ise şimdiden Küba Devriminin dostunu ”eleştirel dayanışma”nın katlanabilir bir temsilcisi olarak yeniden yorumluyor. FAZ’ın kültür ekinde yazan Walter Haubrich, Mallorca gazetesinin bir muhabiri olarak, Küba’da, davet edilmediği halde gittiği bir film festivalinde Fidel Castro tarafından azarlanır ve Gabo sayesinde dışarı atılmaktan kurtulur. Bugün bu kasıntı adam kendisinde, artık kendisini savunacak durumda olmayan García Márquez’in yapıp yapmadığı kesin olmayan övgüden* hareketle “O (Márquez) diktatörün avlusunda bulunan sıradan dalkavuk bir entelektüel” değilmiş değerlendirmesini yapabiliyor.
Esasta politik gazeteci García Márquez burjuva medyasının kuralına asla tabi olmadı. Küba devriminin başarısının ardından sosyalist haber ajansı olan Prensa Latina’nın (Latin Basını) kuruluşuna güçlü şekilde katıldı. Muhabir olarak ilkin Bogotá’dan, 1961 yılının başlarından itibaren de New York’tan haberler yaptı. New York’ta bulunduğu sıralarda sürgündeki sağcı Kübalıların hedefi oldu, O’nu tehdit edip, hatta bir keresinde Queens’te evine giderken yolda bıçakladılar. Sonraları Washington kendisine yıllarca ülkeye giriş izni vermedi. William (Bill) Clinton göreve geldiği zamana kadar sadece bir kereliğine: 1971 Columbia Üniversitesinin verdiği fahri doktorluk ünvanını almak için giriş izni alabildi.
USA’da sürgünde yaşayan Batista ve diğer Latin Amerikalı diktatörlerin taraftarların garezi her zaman Gabo’nun aydınlatıcı çalışmalarını yönelikti. Başka işlerin yanı sıra 1947′den 1980 yılına kadar diğer Kolombiyalı gazeteci ve yazarlarla beraber solcu Alternativa dergisini yayımladı. Şili’de Salvador Allende’ye karşı yapılan darbe sonrasındaki USA’nın yarattığı karışıklık üzerine 1974 yılında yaptığı haberlerin ardından, 80′li yılların başında Nikaragua’daki Sandinist Devrimini destekleyen röportajlar gerçekleştirdi. Aynı zamanda yeni yetişen gazetecilerin desteklenmesi için de çaba sarf etti ve 1994 yılında Cartagena’da Latin Amerika Gazeteciler Vakfı’nın (FNPI) kuruluşuna katıldı.
Küba’da kurulan ve dünya çapında bir saygınlığı olan San Antonio de los Baños’taki uluslar arası Film ve Televizyon Yüksekokulu’nun destekçisi de yine aynı şekilde Márquez tarafından kurulan Yeni Latin Amerika Filmi Vakfı (Fundación del Nuevo Cine Latinoamericano, FNCL) oldu. Bu girişimin takdiriyle organizatörler, aralık ayında gerçekleşecek olan 36. Uluslar arası Yeni Latin Amerika Film festivalini García Márquez’e adamaya karar verdiler.
* Márquez, Fidel Castro’nun Haubrich’i dışarıya atmasını engellemiş ve Haubrich’in Latin Amerika için çok şeyler yaptığını, bundan dolayı da kalması gerektiğini konusunda Castro’yu ikna etmiş, (Walter Haubrich’in kendisini övdüğü makale için bkz.: http://www.faz.net/aktuell/feuilleton/buecher/autoren/meine-erinnerungen-an-gabriel-garcia-marquez-12901679.html
24 Nisan 2014

Saturday, April 26, 2014

Black and White Photography by Sebastião Salgado


Sebastião Salgado is a Brazilian social documentary photographer and photojournalist. Salgado was born on February 8, 1944 in Aimorés, in the state of Minas Gerais, Brazil. After a somewhat itinerant childhood, Salgado initially trained as an economist, earning a master’s degree in economics from the University of São Paulo in Brazil. He began work as an economist for the International Coffee Organization, often traveling to Africa on missions for the World Bank, when he first started seriously taking photographs. He chose to abandon a career as an economist and switched to photography in 1973, working initially on news assignments before veering more towards documentary-type work. Salgado initially worked with the photo agency Sygma and the Paris-based Gamma, but in 1979, he joined the international cooperative of photographers Magnum Photos. He left Magnum in 1994 and with his wife Lélia Wanick Salgado formed his own agency, Amazonas Images, in Paris, to represent his work. He is particularly noted for his social documentary photography of workers in less developed nations. They reside in Paris.
He has traveled in over 100 countries for his photographic projects. Most of these, besides appearing in numerous press publications, have also been presented in books such as Other Americas (1986), Sahel: l’homme en détresse (1986), Sahel: el fin del camino (1988), Workers (1993), Terra (1997), Migrations and Portraits (2000), and Africa (2007). Touring exhibitions of this work have been, and continue to be, presented throughout the world. Longtime gallery director Hal Gould considers Salgado to be the most important photographer of the early 21st century,[citation needed] and gave him his first show in the United States.

Friday, April 25, 2014

Queen - Bohemian Rhapsody (Official Video)

 
"Bohemian Rhapsody"

Is this the real life?
Is this just fantasy?
Caught in a landslide,
No escape from reality.

Open your eyes,
Look up to the skies and see,
I'm just a poor boy, I need no sympathy,
Because I'm easy come, easy go,
Little high, little low,
Anyway the wind blows doesn't really matter to me, to me.

Mama, just killed a man,
Put a gun against his head,
Pulled my trigger, now he's dead.
Mama, life had just begun,
But now I've gone and thrown it all away.

Mama, ooh,
Didn't mean to make you cry,
If I'm not back again this time tomorrow,
Carry on, carry on as if nothing really matters.

Too late, my time has come,
Sends shivers down my spine,
Body's aching all the time.
Goodbye, everybody, I've got to go,
Gotta leave you all behind and face the truth.

Mama, ooh (anyway the wind blows),
I don't wanna die,
I sometimes wish I'd never been born at all.

I see a little silhouetto of a man,
Scaramouche, Scaramouche, will you do the Fandango?
Thunderbolt and lightning,
Very, very frightening me.
(Galileo) Galileo.
(Galileo) Galileo,
Galileo Figaro
Magnifico.

I'm just a poor boy and nobody loves me.
He's just a poor boy from a poor family,
Spare him his life from this monstrosity.

Easy come, easy go, will you let me go?
Bismillah! No, we will not let you go. (Let him go!)
Bismillah! We will not let you go. (Let him go!)
Bismillah! We will not let you go. (Let me go!)
Will not let you go. (Let me go!)
Never, never let you go
Never let me go, oh.
No, no, no, no, no, no, no.
Oh, mama mia, mama mia (Mama mia, let me go.)
Beelzebub has a devil put aside for me, for me, for me.

So you think you can stone me and spit in my eye?
So you think you can love me and leave me to die?
Oh, baby, can't do this to me, baby,
Just gotta get out, just gotta get right outta here.

(Oh, yeah, oh yeah)

Nothing really matters,
Anyone can see,
Nothing really matters,
Nothing really matters to me.

Anyway the wind blows.

Thursday, April 24, 2014

I Left My Shoes In Istanbul Trailer Produced by Pierrot Haddad

The film captures the experience of a Lebanese born Armenian poet's first visit to Istanbul, where the roots of his culture are found.

Wednesday, April 23, 2014

ŞİDDET VE FOTOGRAF



İMece - İlker Maga

Şiddete ve savaşa karşı olmak, savaşın insanlık tarihindeki rolünü anlamamızı engellememelidir. Tersine: Gerçek savaş ve şidddet karşıtları, başka deyişle gerçek barış yanlıları en az savaşa neden olan taraflar ve onun istekçileri kadar savaş ve şiddet konularıyla ilgilenmelidir. Tarihte dünyayı kötü amaçları, yani sadece kendi sınıfsal çıkarları için savaşlar yoluyla ele geçirmeye çalışan egemenler, temelde barış arayan ülke, sınıf ve çevreleri savaş korkusuyla geriletmiş ve zaman içinde bu korkuyu yaygınlaştırarak onları teslim almışlardır.

Kulağa şiddet yanlısıymış gibi gelebilir, ama üzerinde biraz daha düşünüldüğünde öyle bir niyet taşımadığı görülecektir: Haklı savaşlar da vardır! Yani haklı şiddet kullanımı da vardır. Egemen sınıfların çıkarları uğruna başlatılan savaşlara karşı savaş vermek haklı savaş olarak görülmelidir. Bağımsız, özgürlük, adalet ve eşit hak arayışı herşeyin üstündedir. Ancak bu haklarla insan ve onun bir gelişim aşaması olarak birey olunabilir. Bunlar için verilen savaş ve mücadele, bedeli ne olursa olsun, haklı savaş ve mücadeledir.

Savaş ve sonuç olarak şiddet kullanımının tarihteki rolünü görebilmek için kısa bir tarih gezintisi yapmak yetecektir. İmparatorluklar, medeniyet arayışları, cumhuriyetler savaşla kurulmuş ve yine aynı şiddet kullanımıyla yıkılmıştır. Her bir savaş sonrasında yeni bir dönem başlamıştır. Bu açılardan bakıldığında şiddet, zamanı hızlandıran bir faktördür; yıkıcılığı oranında dönüştürücü ve yenileyicidir.

İnsan haklarından yana, emeğe, insanlığın kültür mirasına saygı duyan gerçek barış arayan insan ve çevrelerin savaş ve şiddetin tarihteki rolünü bilmeleri şarttır. Nazi faşizmini tarihin lanet sayfalarına gönderenler, bunu soyut bir "barış hareketi"yle değil, 27 milyon insan kayıp vererek yapmışlardır.

Günümüzde Prusya-Fransa Savaşı, Birinci Dünya Savaşı, İkinci Dünya Savaşı gibi büyük ve topyekûn savaşlar aramak gerekmez. Bu dönemin geride kaldığını söylemek ise ancak naifliktir. Soğuk Savaş sonrasında dünyaya barış ve huzurun geldiğini söyleyecek kadar naif sivil toplumcu "teorisyen"ler ortaya çıkmıştı, bunlar bugün de var ve var olmaya devam edecektir. Soğuk Savaş, savaş konusunda bir "yenilik" getirmiştir: Soğuk Savaş sonrasında dünyada huzur ve barış değil, "sürekli savaş" dönemi başlamıştır. Bugün dünyamızda, Soğuk Savaş dönemiyle karşılaştırılamayacak oranda, 250'den fazla bölgesel savaş sürmektedir.
İleri kapitalist ülkeler, özellikle Batı Avrupa ülkeleri, savaştan çok şey öğrenmiş ve tecrübe biriktirmiş taraf olarak İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra büyük bir savaşa gerek olmadan politika yapmayı öğrenmişlerdir. Günümüze hâkim olan savaş türüne "sürekli savaş dönemi" denebilir. Günümüzde kapitalist ülkeler direkt değil, üçüncü bir ülke üzerinde karşı karşıya gelmektedir: Birinci ve ikinci Irak Savaşı, günümüzde ise Suriye'deki iç savaş ve Ukrayna'da yaşanan problemler karşısında ileri kapitalist ülkelerin gösterdiği farklı tavırlar buna  örnek olarak verilebilir. Dünya ve insanlık, onların haberi olmadan ve onlara sorulmadan sürekli savaşlara alıştırılmıştır. Savaş, geçmişte olduğu gibi topyekûn olarak değil, parçalara ayrılarak ve çok daha büyütülerek hayatın bir parçası hâline getirilmiştir. Bu durum,şiddete ve savaşa karşı olanları bir tercihe zorlamaktadır: Ya savaşa neden olan egemenlerin yanı, ya da onun karşıtı olmak gibi bir tercih artık elzemdir.

Fotografçı, sonuç olarak bir kültür insanıdır; ürünleriyle sözünü söyleyerek insanlığın en zararsız yanı olan kültüre, yani insanlığın beyaz sayfalarına katkı koymayı amaçlar. Fotografçı, yükselen insan başını savunduğu için insan haklarını doğal olarak savunur, bağımsızlık ve özgürlük yanlısıdır; adaleti arar, bunları engellemeye ve insan onurunu ayaklar altına almaya yönelik her gelişme karşısında durur ve bunun için mücadele verir.

Günümüzün savaş teorisi, "sürekli savaş" teorisidir. Bir kriz ve savaş bölgesinde insanlar şiddeti fizikî yaşarken diğer ülkelerde insanlar yanlış bilgilendirme ve yalan propagandayla entelektüel olarak şiddeti yaşamaktadır. Fotografçı bunun bir aracı olmak bir yana, karşısında durmalıdır. Yalan bilgilendirme ve yalan progaganda uygulanarak insanların yaşadığı şiddet, fizikî şiddetten çok daha fazla derin ve kalıcıdır. Fotografçı, şiddet ve savaşın nedeni olan tarafların yayın organlarına ürünleriyle destek vererek buna araç olmamalıdır.(*)

Fotografçı akıl tutulmasına uğramamalıdır.
Fotografçı, sapla samanın birbirine karıştığı, çok ileri teoriler bir yana, herhangi bir politik gelişme karşısında soyut düşüncenin mumla arandığı günümüzde en başta aklını korumalıdır.
Fotografçı, fotograf makinesini çantasından çıkarıp göz hizasına getirirken, onun bir oyuncak değil, hümanist amaçlar için kullanılması gereken güzel bir araç olduğunun bilinciyle hareket etmelidir. Fotografçının ürettiği fotografların sosyal sorumluluğu vardır. Fotografçı hayattaki duruşu ve ürettikleriyle şiddet ve savaş karşısında durabilir. Bu mümkün ve değerlidir.
(*) Somut örnekler verilebilir: Marc Riboud, Pakistan-Hindistan sınırında linç edilen bir askerin fotografını çekmeyerek tavır gösterir. Riboud, yıllar sonra bunun nedenini "Ben diz çöken değil, başı yukarıya bakan insanı fotograflarım" türü bir ifadeyle açıklar. Buna karşılık, yakın bir zamanda Sırbistan'ın NATO uçakları tarafından bombardımanını haklı gösterebilmek için "büyük basın"da kullanılan fotografların pek çoğu, "efsanevi fotograf ajansı" Magnum ve aynı düzeyde fotografçılara aitti. Aradan kısa bir süre geçtikten sonra Salgado dahil, bu sorunu yaşayan bazı fotografçılar "biz kullanıldık" açıklaması yapma gereği duymuşlardır. Ama önemli olan zaman geçtikten sonra değil, asıl zamanında tavır almaktır. Çünkü geçmiş geçmiştir ve tüm insanlar gibi fotografçının da sadece şimdiki zamana hükmü geçer. 
 
 

Monday, April 21, 2014

INGEBORG BACHMANN: “TEK KELİME SÖYLEMEYİN, SİZ KELİMELER!”


“Sizler, ey şair anaları! Sizler, tanrıların sevgili kulları! Bütün bu duyulmamış şeyler, sizlerin kucaklarında kararlaştırılmış olacak. Sizler, gebeliğinizin en derinliklerinde sesler mi işittiniz; yoksa tanrılar aralarında yalnızca işaretlerler mi anlaştı?” Rilke


BACHMANN VE ÜTOPYA

Bachmann, Malina romanındaki ütopya üzerine şunları söyler: “Kimi zaman bana neden içinde her şeyin iyi olacağı ütopik bir ülkeyi, ütopya niteliğinde bir dünyayı tasarımladığımı sordular. Yaşadığımız günlük yaşamın iğrençliği göz önünde tutulduğunda, bu soruyu yanıtlamak bir çelişkiye yol açabilir, çünkü bizler, günümüzde gerçekte hiçbir şeye sahip değiliz. İnsan, ancak maddi şeylerin ötesinde bir şeylere sahipse zengindir. Ve ben bu materyalizm, bu tüketim toplumuna, bu kapitalizme, burada cereyan eden bu korkunçluğa, sırtımızdan yaşamaya hakları olmayan bu insanların zenginleşmesine inanmıyorum. Gerçekte inandığım bir şey var ve ben buna ‘bir gün gelecek’ diyorum. Ve özlemini çektiğim şey, bir gün gelecek. Evet, belki de gelmeyecek, çünkü onu hep yıktılar, binlerce yıldır yıktılar. Gelmeyecek ama, ben yine de inanıyorum geleceğine. Çünkü eğer inanmazsam yazamam.” (Haziran, 1973)

Malina romanı 1971’de yayınlanır, Bachmann 1973’te “uzun yıllar yaşadığı Roma’daki odasında fazla miktarda uyku hapı aldıktan sonra yaktığı sigaranın yol açtığı yangında aldığı yaralar sonunda” ölmeden önce başladığı Todesarten [Ölüm Biçimleri] ana başlığı altında yazmayı planladığı bir dizi romanın başlangıcı olarak. İlk şiirleri 1948/49 yıllarında yayınlanmaya başlar. Bachmann’ın şiir açısından verimli olduğu yıllarda Ernst Jandl “Laut und Luise” (sessiz-ce, 1966) kitabı ile şiir yayınlamaya tekrar başlıyordu. Bu bilgiyi özellikle not ediyoruz çünkü yazımızın amacı da Bachmann şiirinin ütopyacı tarafına bakabilmek.

Adorno “Geçmişin İşlenmesi Ne Demektir?” isimli yazısında (1956) “geçmiş, ancak geçmiş olanın nedenleri, ortadan kaldırılırsa işlenmiş olabilecektir” diye yazar ve şunları ekler: “Geçmişten kurtulunmak isteniyor; haklı olarak çünkü onun gölgesinde yaşamak imkansızdır ve suç ve zorbalık yine sürekli suç ve zorbalıkla ödenecekse, bu dehşetin sonu yoktur; haksız yere, çünkü hep kaçıp kurtulmak istenilen geçmiş hala capcanlıdır.” Ve yazının ana eksenini oluşturan Almanya’da Tarih’in öğretilmesi ile ilgili olarak şu saptamalarda bulunur: “Kuşkusuz, geçmişle ilişkilerde bir hayli nevrotik olgu var: saldırı olmayan yerlerde savunma davranışları, halkı çıkaracak somut nedenler olmayan durumlarda güçlü duygusal tepkiler; son kerte ciddi olunması gerektiğinde duygusal tepki yetersizliği, çoğu zaman da bilinen ya da yarı bilinenin düpedüz bastırılması.”

Sözü Bachmann’ın Malina’sına bağlarsak, hiç tamamlanmamış olan “Ölüm Biçimleri” serisi o derin Alman suçu ile ilgilenmekte belki de: “Faşizm, insanlar arasındaki ilişkilerde başlar, iki insan arasındaki ilişkide başlar...ve ben hep anlatmak istedim ki savaş ve barış yoktur, hep savaş vardır.”

Günlük yaşamın içine akmış, onda içkinleştirilmiş, onun ayrılmaz bir parçası olan ve insanların iç dünyalarını yıkan bir savaştan bahseder Bachmann. Ona göre “boyutları daha geniş olan sonraki tüm cinayetlerin, büyük kıyımların temeli, bu günlük cinayetlerde aranmalıdır.”

Malina’da zaman bugündür ve Bachmann şöyle açıklar bugünün işlenmesini, romanın başında: “Bugün olup bitenler üzerinde ancak böyle bir korkunun pençelerinde yazabiliyor ya da konuşabiliyorum; çünkü Bugün üzerine yazılanları hemen yok etmek gerekir; tıpkı bugün yazılmış ve yerine Bugünde varamayacak mektupların, bu neden ötürü yırtılması, buruşturulması, bitirilmemesi yollanmaması gibi..”

Daha çok şiirleri üzerine yazacağım için Malina’dan sadece ufak bir alıntı ile bozulmamış, hiç-bozulmamış geçmişle ilgili kısa bir alıntı yapmak istiyorum burada; Malina’nın bir yerinde, romanın anlatıcısı antikacılardan birinde 15. yüzyıldan kalma bir yazı kürsüsü bulur. Ve bu yazı masasını almak istemesinin sebebini şöyle anlatır:

“...çünkü o zaman artık bulunmayan eski, dayanıklı bir parşömen üzerine bir şeyler yazabilirim, artık bulunmayan hakiki bir tüy kalemin ve yine artık bulunamayan bir mürekkep kullanarak. Kürsünün başında, ayakta durarak, 15. yüzyılda basılan türden bir kitap kaleme almak isterdim, çünkü bugün, İvan’ı sevdiğimden bu yana bir yıl üç ay ve otuz bir gün geçmiş oluyor, ama ben bir de gösterişli bir Latince yıl sayısı yazmak istiyorum. ANNO DOMINI MDXXLI, kimsenin bir şey anlamayacağı bir sayı. Sonra, büyük harflerin içine kırmızı mürekkeple kırmızı zambaklar çizebilirdim ve hiçbir zaman yaşamamış bir kadının söylencesine saklanabilirdim.”

Ve o parşömene, o tüyle Kagran Prensesi’nin Sırları isimli bir masal yazmayı düşünür. “hiçbir zaman yaşamamış bir kadının söylencesine” saklanabileceğini bilerek.

Neredeyse sıfır noktasında, bundan “yirmi yüzyıl” öncesinden anlatılan bu masal bizim için en azından Bachmann’ın “ütopya olarak yazın” isimli konuşmasında geçen bazı kavramları ve düşünceleri anlamak için uygun olacaktır.

Bachmann konuşmasında “hazır bulduğumuz ve artık geçmişte kalan şeylerin biriktiği bir parça bohçası olmasına karşın ve böyle bir bohça olduğu için, kendi özlem birikimimize göre donattığımız bir umudu ve dileği dile getirir her zaman-bilinmeyen sınırlarla ileri yönelik bir ülkedir” der yazın için. Ona göre bu özlem “bugün değin dil sayesinde oluşmuş olan her şeyin, henüz dile getirilmemiş olan şeylere de katılmasını sağlar.” Özünde Bachmann’ın söylediği, yazının ütopik yapısı, dile getirilmiş olanlarla, dile getirilecek olanları hep birlikte barındırmasıdır. Yani “susku”, “sessizlik” “yazılmamış olanlar” “metin olamayanlar” hep eski metinlerin içinde yeni metinleri oluşturmak için durmaktadır. Bu yüzden yazına bilimsel bir nesnellikle değil ancak “canlı bir yargıyla” varılabilir.

Ona göre oralarından buralarından kesip alıntıladığımız metinler ya da bir şekilde elediğimiz yazarlar, bir yazın tarihinin ne kadar eksik olabileceğini ifade eder. “Ama tamamlanmamış bir şeydir yazın, eskisi olduğu gibi yenisi de öyledir (...) Çünkü geçmişin tüm ağırlığı ile günümüzü zorlar.” Ve bu durumu yapıtların bu durumunu Bachmann “ütopik” olarak değerlendirir.


Kelime
Nasılsa yalnız
Başka kelimeleri çağıracaktır
Cümle de cümleyi
Böylece dünya,
Kesin bir tutumla
Zorla, ister ki,
Artık söylenmiş olsun.
Söylemeyin” (Siz Kelimeler)
Bachmann’ın Şiirlerinde Anımsama ve Ütopya

Adorno “Sanat yapıtlarında varolmayanın gerçekliğini amaçlayan özlem, anımsama biçimini alır.” demekte. Bu alıntı Huyssen’in “Ütopya Anıları” isimli metninin başında durmakta. Bachmann hakkında yazarken, bu kısa yazıya bu tür bir perspektif kazandırmayı gerekli gördüm çünkü Huyssen ve Adorno, Bachmann’ın gördüğü ya da “Bugün” olarak ürktüğü şeyin iki ucunda duruyorlar, hem düşünsel hem de zamansal olarak. Bachmann’ın şiirlerinde –ki yazının amacı bu şiirlere bakmaktır- serpilip duran bu zamansızlık ya da “bugün-süzlük” bir anımsama biçimi olarak metne, dizelere nufüz ediyor:

“Bir ölüyüm ben dolaşıp duran
Artık hiçbir yerde kaydım yok
Bilinmiyorum mülki amirim görev yerinde
Sayı fazlasıyım altın kentlerde
Ve yeşeren taşra yörelerinde

Vazgeçilmişim çoktan
Ve hiçbir şeyle anımsanmamışım

Yalnızca rüzgarla ve zamanla ve sesle

Ben insanların arasında yaşayamayan

Ben Almanca diliyle
Çevremde kendime mesken
Edindiğim bu bulutla
Bütün dillerde sürüklenmekteyim” (Sürgün)

Huysens’in ütopya kavramına bakışı çok kapsayıcı olmasına rağmen bizim ilgilendiğimiz kısım, Alman dili/sanatı açısından özellikle 60’lardan sonra belirlediği üç ütopya projesi tanımlamasıdır:
sanatı yaşamda içererek yadsıma
radikal metinsellik
estetik aşkınlık

Birinci şık kapitalizm sonrasında, metaların sanat eserinin yerini ve sanat eserinin metaların yerini alması ile hepten tükenmiş olabilir şeklinde açıklar Huyssen özetle.

İkinci şık, “orta sınıfın estetik zevklerini aşma” olarak nitelendiriliyor yazar tarafından ve bu tür biçimci denemelerin etkisinin zayıfladığını, yeni bir avandgarde hareketin pek mümkün olmaması ile malûl olduğunu belirtiyor. Ve özetle iki ütopik projenin tükenişini geniş ölçüde “siyasetin sanatın devrelerine fazla” yüklenmesinden kaynaklandığını söylüyor.

Huyssen, üçüncü ütopik proje olarak “estetik aşkınlık ütopya”sından bahseder. Bu tür ne birincideki gibi sanat eserini ortadan kaldırır, ne de onu ikincideki gibi siyasanın eline verir. Sanat eserine yaşanılan zaman içinde ütopyanın “ete kemiğe bürünmüş” zamansallığını sağlar. “bu projenin temelinde, modernist epifani sanatı, yani zamanın bildik akışı dışında ve yalnızca estetik deneyim olarak ulaşılabilir olan zamansal deneyim vardır” diye açıklar.

Sanat eserinin son yirmi yıldaki gerilemesini bellek yitimi çağında, geçmişten, onun baskıcı biçimlerinden, adetlerinden, örgütlenmelerine bağlar Huyssen ve modernist projeyi güçlendirmesine rağmen, sanat eserinin modernist projenin yarattığı öteki yaşamın ürünü olduğunu da söyler. Ona göre ‘sanat yapıtı’ eş zamanlı görüntülerin, televizyonun etkisi ile zayıflamıştır. Anlık olan sanatsal, estetik deneyim, ancak geçmişin “arzusunu” (nostalji) taşımaktadır diye düşünebiliriz..

Huyssen şunu belirtir: “Bu tür edebiyat söz konusu ütopya/gerçeklik sorunsalını sinik olarak gerçekleştirmek yerine onun içinden çalışarak bu tür edebiyat gerçekten kurmaca ile gerçeklik, estetik temsil ile tarih arasındaki gerilimi korumaya yardımcı olabilir.”

Bachmann’ın şiirlerini yayınladığı yıllarda ütopyacı projeleri değerlendiren Huyssen açısından baktığımızda Jandl ile Bachmann iki ayrı bakış açısını, iki ayrı projeyi temsil etmekte. Çünkü Jandl’ın “radikal metinsel”liği Bachmann’ın yönünün tam tersi gibidir:

“Almanca konuşan ülkelere Nazi egemenliğinden miras olarak ‘müptezel bir dil’ kalmıştır. Rejimin elinde Almanca, sadece Jandl için değil, savaş sonrasında yazmaya başlayan birçok Alman yazarı için –Orwell’in 1984’te anlattığından geri kalmayan- bir kirlenme geçmiştir. Bu durumda en iyisi, sadece “yöntemlere, tekniklere” değil, cümlelere, kelimelere bile “topyekün kaybolmuş” gözüyle bakmak olacaktır. Yeni şiirin nasıl olacağını deneyerek bulmaktan başka çare “çıkar yol” yoktur.” (Tevfik Turan, Ernst Jandl Seçme Şiirler için Sonsöz)

“...şimdiye kadar hep söyleyecek bir şeyi olasıymış ve
hep bilesiymiş, bunun şöyle, şöyle, şöyle, söylenebileceğini
o yüzden de hiç uğraşması gerekmeyeseymiş ne söyleyeceği
konusunda; tabii bu söyleyişin hangi yoldan olacağını tartasıymış.
Çünkü insanın ne söylemek istediği bakımından seçeneği
olmayasaymış; ama bunu hangi yoldan söyleyeceği
bakımından bir sürü belirsiz olasılık olasıymış, her bir şeyi
söyleyen hem de hep aynı yoldan söyleyen şairler de
olasıymış. Böylesi hiç çekmeyeseymiş; çünkü
nihayet söylenecek tek bir şey olasıymış, ama bu tekrar
tekrar ve her seferinde yeni bir yoldan söyleneseymiş.” (Jandl, Daha İyisi Saksafon, Seçme Şiirler)

“Böylesi hiç çekmeyeseymiş; çünkü
nihayet söylenecek tek bir şey olasıymış, ama bu tekrar
tekrar ve her seferinde yeni bir yoldan söyleneseymiş”. demekte Jandl. Bachmann Frankfurt Dersleri’nde şöyle der:

“Arkamızda bıraktığımız yazın, yürek çeperlerinden koparılmış sözcükler, ağıtsal bir suskunluk, konuşa konuşa yorulan sözcüklerden işlenemeyen tarlalar ve kötü kokulu ürkek suskunlukların oluşturduğu bataklar değil mi; her zaman her şeyin, her iki anlamıyla dilin ve suskunun yer aldığı.

Sürekli çağırıyor bizi ve kendine çekmeye çalışıyor her ikisi de hep yanlışlıklara eğilimi ve katkısı olan bizlerin yeni bir gerçeğe katkısı nerede başlayacak? Konu şiir olduğuna göre, şiirin bu gerçekliğe katkısı nerede başlıyor:

KURTLARIN KUZULARA KARŞI
SAVUNMASI

Unutma beni mi yesin akbabalar?
Çakalın deri değiştirip,
Kurtluktan sıyrılması mı isteğiniz?
Dişlerini kendi mi söküp atsın?
Politruks ve papadan
Neden hoşlanmazsınız ki?
Neden bakarsınız bön bön
Şu yalan söyleyen ekrana?
Kim parçalar besili horozu tefecinin önünde?
Kim asar tenekeden haç’ı
Zil çalan karnına? Kim
Alır bahşişi? Gümüşten sikkeyi,
Sus payını? Pek çok
Soyguna uğramış, var oysa hırsız az.
Kim alkışlar ki onları? Kim” (Enzensberger)

Bachmann konuşmanın devamında “yeni biçimler”e dair söyleyememesinin açıklamasını yapıyor. Ve yenilik tutkusunun, modernin yenilik tutkusunun dibinde yatan eski’nin biçimlerine büründüğünü anlatan ve ispat eden Gustav René Hocke’nin iki kitabından bahsediyor. Ve özellikle “Yazında Manierizm” isimli yapıta kısaca değiniyor. Kitabın tezlerinden bahsederken şunları söylüyor: “Önemli bulgularıyla birçok konuya ışık tutan bu ilginç kitap, o denli ilginç sonuçlar doğurdu. Bu kitapta söylenenler, ister 1600 ister 1910 yılında olsun, hep birilerinin daha önce davranmış olmaları nedeniyle yeni dil denemeleri, sözcük çekirdeğini parçalama, yeni imgeler yaratmayla uğraşanları düş kırıklığına uğrattı.” Kitabın ortaya koyduğu görüşler, III. Yüzyılda bile bugünün modernlerinin denediklerini kendi çerçeveleri içinde deneyenlerin olduğu. “Meğer” diyor “herşey her zaman varmış, en sonunda anlayabiliyoruz; her şeyi anlamak her şeyi bağışlamak demek zaten.”

Bachmann, bu tür yeni denemelere, özellikle biçimsel denemelere sıcak bakmıyor bu Manierizm yüzünden. Bunu da açıkça ifade ediyor. Ama bu yeni biçimcileri suçlamasının da altında pek haklı sebep olmamasından dolayı –sonuçta şairin ‘ahlaksal’ ya da ‘anlıksal’ üretimi/tutumu tamamen onun vicdanına ve ispat edilemeyen bazı bağlantılara kalmışsa- bu temellendirme pek işe yaramayacaktır. Kendi zamanının şairlerini eleştirirken, onlardaki bazı olumlu yönleri de buluyor bu yüzden, kısaca onları “bağışlıyor” diyebilirim. “Şiirler (sayıca çok ve birbirlerinden farklı olmalarına karşın) artık tad alınabilecek bir nitelikten öte, iletişimsizlikten kaynaklanan bu dilsizlik çağında, bilinçle bu dil yoksunluğunu giderme çabasını taşıyorlar. Yepyeni bir onura ulaşıyorlar böylece; amaçlamaya cesaret edemeyecekleri denli yüce bir onura.”

Bachmann için biçimsel sorunlar geri planda. En erken şiirlerinden, en olgun şiirlerini barındıran “Büyük Ayı’ya Çağrı”ya ve son şiirlerine kadar çok daha bozulmamış bir sessizliği ifade etme yönündedir. Kelime seçimleri, okurun gözlerinin önüne serdiği “ön” dışında bir de “arka” planı oluştururken izlediği yol, okuru sadece kağıt üzerine karalanmış “harflerle” baş başa bırakmaz. Eğer kelimeler okurun kafasında birleştikçe “bilgi yüklü iletiler” olarak iş göreceklerse, daha sarsıcı ve sahici bir deneyimi ortaya koymayı amaçlar. Okurken şairin sesinin onca “ben” zamirine rağmen aradan kalktığını ve okurun “ben”i haline geldiğini hissedebilir insan..

Bu yüzden Jandl’ın bildirisi “eski de olsa yeni bir yolla söylemek” fikri Bachmann’a pek iç açıcı gelmemiştir. Ona göre “geçmişin işlenmesi, geçmişin zorbalıklarının ortadan kaldırılması” ile mümkündür, Adorno’nun işaret ettiği gibi. Geçmişle yüzleşme ya da susmanın gerçekten bir “kabullenmeden” öte –büyük Alman suçu ve Faşizm düşünüldüğünde- gerçekten yaratıcı bir susku olması için, kelimelerin biraz “rahatsız” edilmeleri gerekiyor. “siz, tek kelime etmeyin! Kelimeler” vurgusu, işte eski şeylere yeni kılıflar uydurmaktan değil, yeni şeylere, eski ama eskide pek görünmeyen taraflar eklemekle mümkündür belki de..

Bachmann’ın gündelik olanla, gündelik konuşma dili ile, gündelik hayatın şeyleri ile tanışması, genellikle son şiirlerine denk geliyor. Onun dışında daha fazla çağrışımları aha “anıtsal” gibi görünen bir dil içinde karıyor kelimelerini. Daha ekonomik değil, dil kullanımı ama daha arındırılmış, gündelik olanın hayhuyundan arındırılmış bir yanı var. “Büyük Ayı’ya Çağrı” bir sal yapma çağrısı ile başlar, Mercan’lar, dağlar, gece, yıldız, rüzgar, yaprak vs. Şiirlerinde Bachmann’ı ya da okuru “bugün” içinde konumlandırabilecek, çok az ipucu vardır bana göre.

Daha önce de belirttim, Malina “bugün” ile başlar, Bachmann için en temel sorun olarak. Ve Zaman, zamanın bilinci her şeye yakın olmanın bu zorunlu durumu bir sürü şeyi yapmaktan alıkoyar bizi

“Bunca yaşamda ve ölüme bunca yakın,
o yüzden hesaplaşamıyorum kimseyle,
koparıp alıyorum yeryüzünden kendi payımı;

saplıyorum yeşil hançeri yüreğinin ortasına
Atlas Okyanusunun, kendi sularımda boğuluyorum.

Tarçın kokusu yükseliyor çatıdaki kuşlarla!
Katilim olan zamanla yalnız başımayım.
Esrikliklere ve maviliklere sığınıyoruz birlikte.”

Fakat bu zamandır ki –katilimiz olan Zaman- geçmiş ile gelecek arasında bugünü de var eder. O yüzden ancak Zaman’ın yanında onunla birlikte sığınılabilir maviliklere. Geçmiş olanın da dili zamanda gizlidir.

“ben almanca diliyle
çevremde kendime mesken
edindiğim bu bulutla
bütün dillerde sürüklenmekteyim.”

Ve sanki, çelimsizce ve haddi olmayarak aldığı bu sözü, yine suskunluğa ulaşmak için zaman içinde kullanacak, eskitecektir.

“söz bende şimdi, onu
hüznün elinden aldım,
layık olmaksızın, çünkü ben
nasıl da layık olabilirim
bir başkasından – ben ki,
kendim gökten düşüp
içimize yayılan o korkunç
ve yabancı, bu dünyanın
bütün güzelliklerine ve
kötülüklerine katılan bulut
için, bir kaptan başka
bir şey değilim.” (Budala, Prens Mişkin’in bir monologu)

Bir söz bulutundan bahsediyor Bachmann. Belki de her sözün, geçmişe ait her sözün etrafını saran bir söylem bulutundan, ağır ve kasvetli bir buluttan, bir yan okumalar cehenneminden ve bir kurgular, örgüler ağından da bahsediyor. Öyle ya, eğer geçmişi örneğin Faşizmi ortaya çıkaran da bu sözler olabilir pekala. Ya da bu sözlerin içinde, söylenmemişler..gizlenmişler ya da görünememiş olanlar. Bu yüzden Bachmann’ın “söz bulutu” tam anlamı ile bir “söylem bulutu”dur bana göre.

Belki de dil, ya da şiirdeki dil, işte bu bulutun ağırlığını ne kadar hafifletebilirse, onun toplumsal ama baskıcı yanını ne kadar törpüleyebilirse, okur ile hem tek tek hem de büyük ölçeklerde bağlantı kurabilecektir. Ne yazık ki bu şairi, şiirinden soyutlayan, onu kelimeleri seçen birine indirgeyen bir düşünce. Bachmann’ın Türkçe’ye çevrilmiş şiirleri bile bu tür bir boyunduruktan kurtaramaz okuyucu. Sonuçta arkalarında illa da hesaplaşılması gereken bir “geçmiş”in kelime izlerini bırakırlar. Kelimelerini değil, izlerini sadece..

O yüzden örneğin Bachmann’ın birey olarak içine girdiği “dil” deneyimi asla ve asla, sadece Ingeborg Bachmann’ın kişisel tasarrufu değil, daha başka büyük sistemlerin dillerinin çarpışmasıdır. (Fatih Altuğ, Mizan Sayı 9, “Yazı Antropolojik Savaş Aleti”). Bu yüzden belki de “o sözleri ödünç aldığını” ya da “layık olmadığını” ve sadece bir “kap” olduğunu söyletecektir Mişkin’e.

Elbette sadece bu değildir, ama Bachmann’ın şiir eleştirilerini daha çok bilimsel, nesnel değil, “canlı bir yargıya” dayandıran ve ancak öyle anlaşılabileceklerini söylediği “canlılık” da bu karşılaşmadan, antropolojik karşılaşmadan nasibini alacaktır. Bachmann hiçbir zaman dil’in boyunduruğundan kurtulamamıştır sonuçta..o yüzden “tek kelime etmeyin/siz/kelimeler” der. Kelimeler de geçmişin, bugün üzerine kurduğu tahakkümün araçlarıdır..

Bu kalıpları sadece estetik kalıplar olarak görüp, onlardan kurtulmayı göze alan Jandl’ın yanında biyografisini gözden çıkararak bunun daha içsel bir deneyim olduğunu bize gösteren Bachmann arasındaki fark, Bachmann’ın yapıcılığı ile Jandl’ın ve diğer radikal metincilerin, avangardların, “Edebiyat Öldü” sayısı ile Kursbuch dergisinin, Kaspar oyunu ile Hendke’nin, ya da tamamen kendi kişisel varoluşunun edebiyatını, en karamsar biçimde yapan Thomas Bernhard’ın içkin yıkıcılığının yanında daha üstte değildir. Bu belki de bize Avrupalı Modern estetiğin ilmek ilmek çözüldüğünü gösteren işaretlerdir. Alman dili ve çevresi için gecikmiş bir modernliğin sorunsal olarak edebiyata yansıması, sanatçının, Bachmann’ın şiirlerindeki gibi “toplumsal alanda belleğe dayanma, öznelliğin sınırlanmasına ve toplumsal tutarlılığın çözülmesine direnme arzusunu” gösterir (Huyssen). Fakat bunun ötesinde, Bachmann’ın şiirleri üzerinden söylemek gerekirse:

“ne varsa bırakıp git, ey düşünce!

Acılarımızdan başka bir şey olmasın hamurunda.
Bütünüyle tercüman ol bize!”

onarımcılıktan öte, geçmişin onarılmasından öte bir işlev de görmeyecektir “söz” ve sanatçıyı da geçmişin içinde bir yerde konumlayıp, söz bulutunun içinde boğup, öldürecektir. Kaldı ki “geçmişin” kurgulanmasını ve meşrulaşmasını sağlayan, onu herkes, her dil için örgütleyip, hizaya sokan da yazının kendisinden başkası değildir...o “kap” metindir/gövdedir, ve ancak sözü taşırdıkça işe yaramaktadır..

Kaynaklar:

Alacakaranlık Anıları – Andreas Huyssen (metis)
Ingeborg Bachman – Toplu Şiirler YKY
Bu Tufandan Sonra – Bachmann Seçkileri (metis)
Frankfurt Dersleri – Bağlam Yayınları
Geçmişim İşlenmesi Ne Demektir? – Adorno, Defter sayı 38
En İyisi Saksafon - Ernst Jandl, YKY
Sanayileşme – Edebiyat İlişkileri Açısından Alman Naturalizmi – Dr. Sevim Acar (işaret)
Malina – Bachmann (B/F/S Yayınları)

Saturday, April 19, 2014

Yüzyıllık çocukluk!


Umur Talu
utalu@htgazete.com.tr   

19 Nisan 2014 Cumartesi
Yıl 1967’ydi.
İki ayrı kıtada, iki ayrı ülkede, gazetecilik de yapmış iki ayrı yazar iki ayrı kitap yayınladı.
Yıllar içinde biri ülkesinde hapis de olmuş; biri ülke dışında sürgünlere koşmuştu.
47 sene geçti. Yıl 2014 oldu.
Biri, bir yangın yerinde yakılmış, boğulmuş, kül olmuş kendinden genç şair, müzisyen ve gençlerin arasından sağ çıktıktan ve katliamda bile en çok kendisi suçlandıktan bir süre sonra ülkesinde öleli 19 yıl olmuştu.
Biri, dünyanın kucağında önceki gün son nefesini verdi.
***
Önceki gün ölenin o kitabı Yüzyıllık Yalnızlık’tı; bu Latin “büyülü gerçekliği” dünyanın her yerinde selamlandı, okundu, milyonları büyüledi.
En soğuk, en kibirli, en mağrur olanlar bile o büyüye hiç olmazsa bir süre kapıldı.
Öldüğünde, “emperyalizmine karşı mücadele ettiği”, Latin Amerika’nın kesim damarlarına kustuğu “diktatörler”ine karşı yazdığı ABD’nin başkanı dahil, dünya büyük bir yazarı, o büyük kitabın ruhundaki adamı, bir tarafından bakarsan “bir sosyalis”i selamlıyordu.
Aynı gün, “öteki yazar”ın yine 47 yıl önce yazdığı kitap ise ülkesinde (bir kez daha) lanetleniyordu.
*** 


Gabriel Garcia Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlık’ı ile Aziz Nesin’in Şimdiki Çocuklar Harika’sı, 47 yıl önce, aynı yıl yayınlandı.
O yıl 40’ında olan ve gazeteciliği bırakıp “evi borçla çevirerek” roman yazmaya kapanan Marquez’in ilk büyük eseriydi; o yıl 52’sinde olan Nesin’in ise kim bilir kaçıncısı.
Bu kitaplar, Türkiye’den Latin Amerika’ya, kendi dillerinde veya başka başka dillerde çok kitapçıda buluştu.
Kader bu ya, 2014 Nisan ayının 18’inde de kucaklaştı iki kitap.
Biri Marquez’in son nefesini taşıyordu; biri ise sanki kendi lanetini.
Dünya Kolombiyalı bir yazarı ayakta selamlarken; İstanbul’da, arazi ve rantın sahil orta yerinde hem de, “Şimdi Çocuklar Harika”yı şimdiki çocuklara tavsiye eden öğretmen için soruşturma açılıyordu!
***
Şunu unutmayalım.
Marquez’in anavatanı Kolombiya da, büyük vatanı Latin Amerika da, Nesin’in anavatanı Türkiye de yazarlara, kitaplara çok acı çektirdi.
Diktatörler, darbeciler, cuntalar, cadı avları, işkenceler, sürgünler, faşizmler!
Lakin Marquez ölüme giderken “Çocuklara kanat verebilseydim” diye hayal edebiliyordu artık…
Burada bir öğretmen çocuklara 47 yıl önceki bir kitabı vermeyi pek hayal etmesin isteniyordu!
***
İki ayrı şehre düşmüş iki arkadaşın, “47 yıl önceki harika çocuklar Zeynep ile Ahmet’in mektupları”ndan utanan “milli” devlet; “şimdiki harika çocuklar”ın tamahkâr telefon konuşmalarından, kasalarından, üç-beş kuruşluk trilyonlarından, eritemedikleri milyonlarca dolarlarından, filolarından utanmıyor!
Çocuklar 47 yıl önce kendileri için, ama büyükler için de yazılmış bir kitabı okursa ahlakları bozulur diye debelenenler;
Küçücük çocukların taciz, tecavüz, şiddet kuyularında kaybolduğu;
Çocukların devlet şiddetiyle organlarını, hayatlarını kaybettiği;
Çocukların gençliğin başında askerlik şiddetiyle tüfeği çenelerine dayadıkları;
Çocukların dayak şiddetiyle küçücükten derin yaralandığı;
Çocukların ailede, okulda, işte, sokakta hakarete ve baskıya maruz kaldığı
Minicik çocukların artık dayanamayan anneleri kendini asmışken üşümesin diye saç kurutma makinesiyle bebek kardeşini ısıttığı;
Çocukların günde üç liraya süt sağmak için kamyona doldurulup bir derede boğulmaya sürüklendiği;
Çocukların pazarda tezgâh-sandık artığı salata yapraklarını toplamak isterken topluca araç altında kaldığı;
Çocuk işçilerin ezildiği, parçalandığı;
Çocukların Kuran kursu çıkışı serinlesinler diye denize salınıp cesetlerinin toplandığı; Çocukların cinnet geçiren babalarına yalvara yalvara çatıdan fırlatıldığı;
Çocukların ıslahevinde, cezaevinde, yurtlarda taciz, tecavüz, baskı cenderesinde un ufak olduğu;
Çocukların çocuk kemiklerinin yıllar sonra asit kuyularında bulunduğu yahut bir kemiği bulunsun, bir mezarı olsun diye yıllarca bekleyen annelerin o en zor teselliyi bile bulamadığı;
Çocukların yüzyıllık bir yoksulluğa ana kucağı diye, vatan diye, meme diye, mama diye, hayat diye, umut diye sarılıp tırnaklarını geçirdiği ve aşsız, işsiz, umutsuz ordular halinde eritildiği bir ülkeyi yönetmekten, yürütmekten utanmıyorlar!
***
 

Unutmayın:
Aziz Nesinler’in, Nazım Hikmetler’in, Sabahattin Aliler’in, soldan ve sağdan da nicesinin esas çile yıllarını cumhuriyet diye selamlamıştık…
Bitmeyen çile, lanet ve korkuyu da bugün demokrasi diye kutsuyor kimimiz!
Her yerde tahakkümcülerin korkusu şudur zaten:
Yazar ölse de kitap kalır!
Yazarı zincirlesen de kitap su gibi yolunu bulur!
O yüzden, Nesin aynı zamanda Latin Amerikalı…
O yüzden, Marquez aynı zamanda Türkiyelidir!
O yüzden, 47 yıl önce çıkmış bu iki kitap da bütün çocuklarındır.