Saturday, August 31, 2013

Korkularımdan korkuyorum



 
okyanusların yosun tutmamış
gözelerinde yaşayan deniz atının
ürkekliği var dizlerimde
solungaçlarım yorgun
yüzgeçlerim çolak
kuyruğum salyangoz sarısı
köpek balıklarına yem olmaktan
korkuyorum
yaban suların kör kuytularında

dedi karakedi

ve yürüdü elleri ceplerinde
soluk bir akşam vakti
sulu karlar yağarken kızgın damların
portakal rengine
buğurdanlar yayılırken
aç bebelerin gözlerinden
kahve kokuları sinmiş
gaz lambalarıyla ışıyan
düş bahçelerinde

vardı serseri kedinin
penceresine
damladı yağmur bulutlarından arta kalanlarla
sırılsıklam
bir dudak
iki pençe..
sığındı derinliklerine gözlerinin
yüzmek istiyorum dedi..
pınarlarından aşağı sicimlenmelerde
yürümek istiyorum
sahipsiz sokakları
gölgeme yaslanmadan
ıslığımın tükenmesinden korkuyorum
tükürüğümün beni boğmasından
sessizliğime kilit vurulmasından
aynadaki yüzümden korkuyorum dedi
sırra kadem bastı basacak deye...

kilim gibi dokunmuştu
arnavut kaldırımlarının çıplak yüzü
iğde kokuları sarmıştı
susam yanığı simitlerin ısırık uçlarını
bozacılar çoktan terketmişti köşeyi
eskicilerin kir dokuları kalmıştı ayak izlerinde
salep kokularına karışan
öksürüğü duyuldu bekçi bekirin
bir köpek uluması başı aya yönelmiş
bir çakal hırlaması leş peşinde
gümüş renkli azı dişli
bir ürperti takıldı diline
göbek bağı
koptu kopacak
yıkıldı yıkılacak korku duvarı
patladı patlayacak sınır boyları
taştı taşacak nehir sırtları
derken süryani mikrail
attı yükünü kamburundan
soluklandı
boyaları dökük meyhane kapısında..
bir cıgara içimi
soluk aldı
üfledi zehir yağan geceye...
attı omzundan
çatal kazığını
sapladı yere kürt israfil
sofuluğu bozduracak
bu kış
bu kıyamet
bu ihanet
teslim olacağız gayrı korkularımıza
ikiye katlandı ensesindeki derisi
gerindi
uzunca bir of çeker gibi
edi bese
dedi!
dilimizi kaytan gibi çekmekten
cehenneme direnircesine girmekten
korkar olduk
hakik tesbihi dede yadigarı
avucunda üfeleyerek
çömeldi
süryani kilisesinin duvarının dibine
kendi dilinde dualandı
anlamsız buldu
bu toprağın sağırlığını
korkularının ağırlığını
anlamsız buldu
kan akıtıcıları
kavgacıları
kıyamcıları
kerameti bokundan belli politikacıları
anlamsız buldu
elamcıları
eyyamcıları
dermancıları
kelalaka dedi yürüdü
geçti fıratı lastik salla
akıntıya kapılmaktan korktu
güneye uzanan köpüklü sularda
mayına takılmaktan korku
şalvarına sakladı korkularını
dal taşak!

herkes günahından asılır
herkesin korkusu
tekesi toklusu
kendi boynuna
kendi boyunduruğuna
deyemedi karakedi
sahiplendi
alemin mesesini
elalem ne der demedi
korkularına
korkular ekledi
tekledi
tekle
tek
tek başına kalmayı gözü yemedi
karışıp kedi sürüsüne
sürüleşmeden
yürüdü üstüne
üstünleşmeden
atıldı ileri
köpekleşmeden
 
böylesi kavgada var olmak için
varlığına tav olmak için
nisyan olmaktan korktu
isyana sığındı
sığıntı olmadan
kedice sevdi sevildi
evirdi çevirdi korkularını
devirdi kara çamlar gibi
devri aleme serildi

insan” olmak zor mu zor dedi
insanlaşmaktan korktu karekedi
toplu tüfekli
darlı darsız
vede arsız
medyalaşmaktan korktu
bankamatik
didaktik
atletik
artistik vede
fantastik
korkulu düşle
uyanmaktan korktu karakedi

ölümsüzleşmekten korktu karakedi
ölümsüzleş
ölümsüz
ölüm
ölü
ölü yaşamaktan korktu karakedi

korkularından korkmamayı öğrendikce
korkmamaktan korktu karakedi...


Volkan Kemal

Bu öyküsel düttürü, korku imparatorluklarına karşı isyanı bayraklaştıranlara adaklanmıştır.
 

Wednesday, August 28, 2013

Sus, kimseler duymasın.


Sus, kimseler duymasın.
Duymasın ölürüm ha.
Aydım yarı gecede
Yeşil bir yağmur sonra...
Yağıyor yeşil.

En uzak, o adsız ve kimselersiz,
O yitik yıldızda duyuyor musun?
Bir stradivarius inler kendi kendine,
Yayı, reçinesi, köprüsü yeşil.
Önce bendim diyor ve sonra benim...
Ölümsüz, güzel ve çetin.
Ezgisidir dolaşan bütün evreni,
Bilinen, bilinmeyen ıssızlıkları.
Canımı, tüylerimi sarmada şimdi
Kendi rüzgarıyla vurgun...
Sarıyor yeşil.

Rüya, bütün çektigimiz.
Rüya kahrım, rüya zindan.
Nasıl da yılları buldu,
Bir mısra boyu maceram...
Bilmezler nasıl aradık birbirimizi,
Bilmezler nasıl sevdik,
İki yitik hasret,
İki parça can.
Çatladı yüreği çakmaktaşının,
Ağıyor gök kuşaklarının serinliğinde
Çağlardır boğulmuş bir su...
Ağıyor yeşil.

Yivlerinde yeşil güller fışkırmış,
Susmuş bütün namlular...
Susmuş dağ,
Susmuş deniz.
Dünya mışıl-mışıl,
Uykular derin,
Yılan su getirir yavru serçeye,
Kısır kadin, maviş bir kız doğurmuş,
Memeleri bereketli ve serin...
Sağıyor yeşil.

Aydım yarı gecede,
Neron, çocuk kitaplarında çirkin bir surat,
Ve Sezarsa, bir ad, yıkıntılarda.
Ama hançer taşı sanki
Koca Kartaca!
Hani, kibrit suyu vermişlerdi üstüne
Bak nasıl alıyor, yigit,
Binlerce yıl da sonra
Alıyor yesil.

Vurur dağın doruğundan
Atmacamın çalkara,
Yalın gölgesi.
Kuş vurmaz, tavşan almaz,
Ama aç, azgın
Köpek balıklarıydı parçaladığı
Bak, Tiber saygılı, suskun.
Bak nilüfer dizisi zinciri.
Bunlar bukağısı, kolbağlarıdır,
Cihanın ilk umudu, ilk sevgilisi,
Ve ilk gerillası Spartakus'un.
Susuyor yeşil.

Sus, kimseler duymasın,
Duymasın, ölürüm ha.
Aymışam yarı gece,
Seni bulmuşam sonra.
Seni, kaburgamın altın parçası.
Seni, dişlerinde elma kokusu.
Bir daha hangi ana doğurur bizi?

Ruhum...
Mısra çekiyorum, haberin olsun.
Çarşılarin en küçük meyhanesi bu,
Saçları yüzümde kardeş, çocuksu.
Derimizin altında o olüm namussuzu...
Ve Ahmedin işi ilk rasgidiyor.
İlktir dost elinin hançersizliği...
Ağlıyor yeşil.

Ahmed ARİF

Wednesday, August 21, 2013

1870'lerden ilginç kedi fotoğrafları

19. yüzyılın sonunda İngiliz fotoğrafçı Harry Pointer (1822 - 1889) özellikle kedilerin başrolünü aldığı bir dizi kartpostal fotoğrafı ile tanınmıştı.
Bugünlerde çok favori olan kedi fotoğraflarının öncüsü olan Harry Pointer garip denilebilecek bir çok çalışmaya imza atmıştı.
1870'lerden ilginç kedi fotoğrafları Resim 0

1870'lerden ilginç kedi fotoğrafları Resim 1

1870'lerden ilginç kedi fotoğrafları Resim 2

1870'lerden ilginç kedi fotoğrafları Resim 3

1870'lerden ilginç kedi fotoğrafları Resim 4

1870'lerden ilginç kedi fotoğrafları Resim 5

1870'lerden ilginç kedi fotoğrafları Resim 6

1870'lerden ilginç kedi fotoğrafları Resim 7

1870'lerden ilginç kedi fotoğrafları Resim 8

1870'lerden ilginç kedi fotoğrafları Resim 9

1870'lerden ilginç kedi fotoğrafları Resim 10

1870'lerden ilginç kedi fotoğrafları Resim 11

1870'lerden ilginç kedi fotoğrafları Resim 12

1870'lerden ilginç kedi fotoğrafları Resim 13

1870'lerden ilginç kedi fotoğrafları Resim 14

Tuesday, August 20, 2013

[Anlatı] Yaşamın Ucuna Yolculuk - Tezer Özlü

"Yaşamın Ucuna Yolculuk" tan...
Doyum içinde ayrılacağımı sandığım bu yaşamdan, zaman zaman algılıyorsun ki, hiç de doyumla ayrılamayacaksın. Hiç yaşanmamış gibi. Doymak mümkün mü.
**
Yazarken öykü anlatacak değilsin. Çevre öykü dolu. Her insanın her günü öykülerle dolu.
**
Aynı gökyüzünün dünyanın tüm ülkelerini kapsamasına olanak var mı. Tüm yüzyılların, tüm özgürlüklerin, tüm savaşların, tüm cezaların, tüm haksızlıkların, tüm yiyeceklerin, tüm açlığın, tüm yoksulların ve acıların hala var olduğu bugünün dünyasını aynı gökyüzünün bürümesine olanak var mı.
**
Tren raylarını severim. Bağımsızlığı, gidebilmeyi, kalmak zorunda olmamayı, uymak zorunda olmamayı anımsatır. Tren rayları bir tür bağımsızlıktır benim için.
**
Öykü ve şiir yaratmak için doğmuş olanlar, aşık olmakla yetinemezler, çünkü aşkın sanatsal bir yapıtı oluşturacak entellektüel örgüsü yoktur. (*)
**
Her anı ölüdür. Şimdi sen de bir anısın. Sen de ölüsün. Her zaman benimle birlikte olan, birlikte taşıdığım, yaşadığım sözcüklerime dönmem gerek. 
**
Yaşanacak bir yaşam vardır. 
Binilecek bisikletler vardır.
Yürünecek yaya kaldırımları ve tadına varılacak güneş batışları vardır.
**
Kendini bana sunan her şeyi, yetişmekte, solumakta ya da ölmekte olan her şeyi ya da ölmüş olanı daha da büyük biçimlendirmem gerek. Doğanın, yaşamın, düşlerin bana sunabildiğinden daha çoğunu yaşamam, daha çoğunu algılamam, daha büyüğünü duymam gerek. Her nesneyi, her canlıyı, herhangi bir insanı, anlık her görüntüyü yaşantıya dönüştürmeliyim. Yaşamı büyütmek, kendimce geliştirmek, derinleştirmek, genişletmek, rüzgarlarla estirmek, yağmurlarla yağdırmalıyım, ta ki kendimi canlı ya da cansız, doğmuş ya da doğmamış tek bir nokta olarak görene dek. Ve kendi üzerimde kurduğum bu egemenlikle ölümü de büyütmem gerek. Yaşamım, ölümüm her yaşam, her aşk ve her ölüm olmalı.
**
Sen düşüncelerle yaşıyorsun, diğerleri gerçeklerle.
**
Şimdi derinlemesine incelemem gereken duyguların taşkınlığındayım. Sanki duygularımı kilometrelerle uzatıyorum, duygularımı yolların bitmezliğine dönüştürüyorum. Oysa sözcüklere dönüştürmem gereken duygular bunlar.
**
Sınırlar kadar hiçbir kısıtlamadan sıkılmadım ve kendi sınırlarım içinde sınırsızlığımı kurdum. Hiç değilse bana özgü bir sınırsızlık, kendi suskum, kendi çığlığımın sınırsızlığı.
**
Kader diye bir şey yoktur, yalnız sınırlar vardır. En kötü yazgı, sınırları sabırla karşılamaktır. Karşı çıkmak gerekir.
**
Kalıplardan kaçmak için gidiyorum. Gitmekten yılmayacağım. [...] Yaşamı gitmek olarak algılıyorum.
**
Yalnız sağlıklı insan aklıyla yaşansaydı, değmezdi yaşamaya, can sıkıcı olurdu. Tam aksine güzel olan, dünyanın  gökyüzü altında bir deliler topluluğunu andırması.
**
Her duygusal kıpırdanışa ölene dek ihtiyacım var.
**
İnsan çoğu kez her şeyin son bulduğu duygusuna kapılıyor, oysa yaşamın sonsuzluğunu algılayabilmek için bile yeterli değil bir insan ömrü.

**
İnsanın kendi kendinin yükünü taşıması, diğerlerinin yükünü taşımasından daha rahatlatıcı.

**
Ve yaşam yalnız rüzgar, yalnız gökyüzü, yalnız yapraklar ve yalnız hiç değil mi.
---
(*) Bu girdide yer alan bütün italikler (orijinal metinde de) Cesare Pavese'den alıntılardır.
Photos: Josef Koudelka

Monday, August 19, 2013

Sivil İtaatsizliğin Kısa Tarihi



 
Henry Thoreau ( 1817)- (1862) Sivil İtaatsizliğin Kısa Tarihi

Thoreau, kölelik muhalifi harekete dikkat çekmek için "kelle vergisini" ödemeyi reddedip hapse girmişti. Kölelik karşıtı hareketin önde gelen isimlerinden Ralph Waldo Emerson, ona neden içeriye girdiğini sorduğunda cevabı "Sen ne diye girmedin?" oldu.

1817 yılında Amerika'nın Concorde kasabasında doğan Henry Thoreau, 1846 yılında "kelle vergisi"ni ödemeyi kabul etmediği için bir geceliğine cezaevine girdi.

Thoreau, kelle vergisini ödemesini isteyen yerel polis Sam Staples'in bu isteğini yerine getirmedi. Üstelik, Staples'in, "paraya sıkışıksan vergini ben ödeyebilirim"önerisini de geri çevirdi . Thoreau, vergisini ödememesini "bir ilke sorunu" olarak açıklayarak, vergi ödeyerek köleci bir devletin işini kolaylaştırmak istemediğini belirtti. Devlet memuru olduğunu ve yasaları uygulamak zorunda olduğunu anlatan Staples'e önerisi de netti üstelik:

"Olup bitenden hoşlanmıyorsan istifa et."

Gelişmeler karşısında cezaevine konulan Thoreu'nun amacı, tutuklanarak içeri girmek ve böylece dikkatleri kölelik karşıtı harekete çekebilmekti. Ancak, bir gece cezaevinde kalan Thoreu'nun borcu bir yakını tarafından ödendi ve Thoreu serbest bırakıldı. Thoreu'nun gelişmeler karşısındaki tavrı da netti:

Vergi borcunu kendisi ödemediği için cezaevinde kalmasının hakkı olduğunu söyledi. Ancak, çıkmazsa zorla çıkartılacağı yanıtını alınca, mecburen dışarıya çıktı.

Olaydan sonraki ilk görüşmelerinde, kölelik karşıtı hareketin önde gelen isimlerinden Ralp Wald Emerson , kendisine neden içeriye girdiğini sorduğunda yanıtı da oldukça anlamlıydı: "Sen ne diye girmedin?"

Thoreu, cezaevinden çıktıktan sonra eylemlerini ve cezaevine giriş öyküsünü merak eden kasaba halkına konferanslar verdi. Thoreu'nun bu konferanslarda anlattıkları daha sonra 'Resistance To Civil Government' başlıklı bir manifestoya dönüştü. Bu manifesto Türkçeye de, "Sivil itaatsizlik" başlığıyla çevrildi.

Sağlığında "Concorde ve Merrimack Irmakları Üzerinde Bir Hafta" ve "Walden" adlı kitaplarını yayınlayabilen Thoreu yazılarını genellikle "The Dral" dergisinde yayınladı. Thoreu, 1862 yılında tüm hayatını geçirdiği Concorde kasabasında öldü.

Makalenin içeriği

Thoreu'nun 'Resistance To Civil Government' adlı manifestosunda cezaevine girişine neden olan eylemini şu sözlerle açıkladı:

"Şu kılavuz söze bütün yüreğimle katılıyorum: En iyi yönetim en az yönetendir. Ancak kendilerini 'yönetimin tümüyle ortadan kalkması için uğraşanlar' olarak isimlendirenlerden farklı olarak, yönetimin ortaya çıkmasını istiyorum."

"Tek bir namuslu kişi Massachusetts eyaletinde köle kullanmayı bırakarak bu ortaklıktan çekilse bu nedenle de cezaevine kapatılsa Amerika'da köleliğin kaldırılmasıyla sonuçlanır bu; çünkü ilk girişimin belirsiz olup olmamasının önemi yoktur. Bir kez iyi yapılan iş sonsuza kadar öyle kalacak demektir. Oysa daha çok bu soru üzerin de laflamayı severiz biz... Her hangi birini haksız yere cezaevine tıkan bir yönetimde, doğru kişinin bulunması gereken yer de bir cezaevidir... Bütün doğru insanları cezaevinde tutmak ya da köleliği kaldırmak seçenekleri söz konusu olursa devlet hangisini seçeceği konusunda duraksamayacaktır."

"Kendimi şöyle bir devlet düşleyerek avutuyorum: Sonunda bütün insanlara karşı doğru olmayı gözeten, bireye sanki komşusuymuş gibi davranan bir devlet! Komşularıyla yurttaşlarının tüm ödevlerini yerine getiren bir avuç kişi, onun işlerine karışmaksızın ne de onunla kuşatılmaksızın kendisinden uzakta yaşayacak olursa, bunu kendi amacına aykırı saymayan bir devlet! Bu tür meyveler veren, bu meyvelerin olabildiğince çabuk olgunlaşıp dökülmeleri uğruna sıkıntı çeken bir devleti Böylesi bir oluşum daha yetkin daha parlak bir devletin yolunu açacaktır. Benim düşlediğim de bu işte. Gel gelelim henüz böylesi yok orta yerde."
“Haksız kanunlar vardır, onlara uymaya razı mı gelmeliyiz, onları değiştirmeye çalışıp başarılı olana kadar mı bu kurallara uymalıyız yoksa bu kuralları hemen mi çiğnemeliyiz? Günümüzdeki hükümete benzer bir yönetim altında insanlar, genellikle, çoğunluğu bu kuralları değiştirmeye ikna edene kadar beklemelerinin uygun olacağını düşünüyorlar. Eğer direnirlerse çarenin dertten daha beter sonuçlar doğuracağını düşünüyorlar. Ama çarenin dertten daha kötü olması hükümetin suçudur. Hükümet çareyi daha kötü bir hale getirir. Hükümet neden reform geliştirip uygulamaya daha açık değildir? Neden akıllı azınlığına daha fazla değer vermiyor? Neden daha yaralanmadan ağlayıp direniyor? Neden vatandaşlarını kendi hatalarını bulup kendi yaptığından daha iyisini yapmaya teşvik etmiyor? Neden hep İsa’yı çarmıha gerip Kopernik ve Luther’i afaroz eder, Washington ve Franklin’e ayaklanmacı der?

Hükümetin kendi otoritesini bilinçli olarak reddedip bu karara göre davranması, hükümetin şimdiye kadar hiç düşünmediği tek suçtur, demek geliyor insanın içinden; aksi halde, bu suça uygun kesin cezayı belirlemiş olurdu..”



Tarihteki sivil itaatsizler:

Dünyada sivil itaatsizliğin duyulmasında ve yaygınlaşmasında önemli rol oynayanlardan birisi de, Hindistan'ı İngiliz egemenliğinden kurtarmak için başlayan hareketin yönlendiricisi konumuna gelen Gandhi oldu. Thoreu'nun Sivil İtaatsizlik makalesiyle Oxford Üniversitesi'ndeyken tanışan Gandhi, otuz yıl boyunca ülkesinin her yanında sivil itaatsizlik prensiplerine dayalı savaşımını sürdürdü.

Kazançlı bir tekel oluşturmak isteyen İngiliz yönetimi tuz yapımını yasaklayınca Gandhi arkadaşlarıyla deniz suyunu buharlaştırma sonucunda tuz elde etti ve yasayı simgesel anlamda çiğnedi. Tam da umduğu gibi hapse atıldı. Gandhi'yi yüzlerce, binlerce kişi izledi sonra. Hapishaneler tıka basa doldu. İngiliz yönetimi cezaevinde açlık grevi başlatan Gandhi'nin kendi ellerinde ölmesini göze alamayarak onu serbest bıraktılar. Ancak Gandhi yasayı tekrar çiğnedi ve tekrar hapse girdi. Neticede iş bir kedi fare oyununa döndü ve yönetim yasayı kaldırmak zorunda kaldı. Sonunda Hindistan Gandhi'nin önderliğinde sivil itaatsizlik yöntemlerini kullanarak bağımsızlığına kavuştu.

Danimarka halkının başarısı

İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazilerce işgal edilen Danimarka'da, Nazi yönetimi Yahudileri kolaylıkla ayırt edebilmek için, onları, arkasında altı uçlu sarı yıldız bulunan giysiler giymeye mecbur etti. Danimarka halkı, Yahudilere karşı çıkarılan bu yasayı kabullenmedi. Aralarında kralın da bulunduğu hemen herkes, sırtı sarı yıldızlı giysilerle çıktı sokağa. Danimarka halkının bu tavrı, Yahudilerin tanınmasını da imkansızlaştırdı. Naziler, hareketin lideri olarak gördükleri Danimarka kralını gözetimleri altında tutabilmek için onu çok hasta olduğunu açıklayarak, kralı saraya hapsettiler. Ancak Danimarka halkı, ülkenin hemen her yerindeki çiçekçilere gidip krala gönderilmek üzere buketler hazırlattılar. Kısa sürede günlük hayat işlemez duruma geldi. Sonuçta, çiçek taşıdıkları için insanları tutuklayamayan Nazi yönetimi, kralın aniden iyileştiğini bildirmek zorunda kaldı.

Amerika örneği

Amerika'da, ırkçılık karşıtı hareketin en önemli aracı da, sivil itaatsizlik eylemleriydi. Irkçılık karşıtları, ırk ayrımı gözeten dükkanlardan alışveriş yapmıyor, bu tip otobüslere binmiyordu. Ayrıca, Vietnam'a gitmek istemeyen gençlerin askerliğe çağrı belgelerini herkesin gözü önünde yakması, savaş karşıtlarının devlete vergi vermek yerine sivil itaatsizlik makalesi hediye etmesi önemli örneklerdi.
 
- Henry David Thoreau, Sivil İtaatsizlik Üzerine

Saturday, August 17, 2013

Kendimi duyusal’dan daha çok ruhsal’a yakın gördüm hep.”

“Yaşamımda yüksek gerilimli yüceltme (sublimasyon) zamanları olmuş, ruhanileşme amacına yönelik çilekeşlik dönemlerin naif duyusal’a, çocuksal’a, ayrıca çılgınlıklara ve tehlikelere teslimiyetle yer değiştirdiği dönemler yaşanmıştır. Her insanın içinde var olan bir şeydir bu. Yaşamımın bu karanlık, belki de öbürsünden daha derin yarısının büyük, hatta en büyük bölümü eski yapıtlarımda bilincine varılmadan sükûtla geçiştirilmiş ya da olduğundan güzel gösterilmiştir. Sükûtla geçiştirme, öyle sanıyorum ki, duyusal’ın naif bir biçimde bilinçdışına itilmesinden değil, bu alandaki aşağılık duygusundan kaynaklanıyor. Kendimi duyusal’dan daha çok ruhsal’a yakın gördüm hep.”

- Hermann Hesse
Yaşamımda yüksek gerilimli yüceltme (sublimasyon) zamanları olmuş, ruhanileşme amacına yönelik çilekeşlik dönemlerin naif duyusal’a, çocuksal’a, ayrıca çılgınlıklara ve tehlikelere teslimiyetle yer değiştirdiği dönemler yaşanmıştır. Her insanın içinde var olan bir şeydir bu. Yaşamımın bu karanlık, belki de öbürsünden daha derin yarısının büyük, hatta en büyük bölümü eski yapıtlarımda bilincine varılmadan sükûtla geçiştirilmiş ya da olduğundan güzel gösterilmiştir. Sükûtla geçiştirme, öyle sanıyorum ki, duyusal’ın naif bir biçimde bilinçdışına itilmesinden değil, bu alandaki aşağılık duygusundan kaynaklanıyor. Kendimi duyusal’dan daha çok ruhsal’a yakın gördüm hep.
- Hermann Hesse
 
"Kendisini kadına bağlayan son bağı da koparmamak uğruna, kitap adları, yazar adları, takma adlar, diller, çeviriler, baskılar, kapaklar, başlıklar, bölümler, başlangıçlar, sonuçlar arasına karışıklık ekiyordu ki, kadın onun varlığının işaretlerini fark etsin, onun yanıt almayı umut etmeyen selamını alsın. ‘Sınırlarımı anladım,’ dedi bana, ‘Okuma sırasında kudretimin yetmediği bir şey gerçekleşiyor.’ Bunun en güçlü polisin bile aşamayacağı bir sınır olduğunu söyleyebilirdim. Okumayı engelleyebiliriz: Ama okumayı yasaklayan kararnamede asla okunmasını istemeyeceğimiz gerçeğe ilişkin bir şeyler okunacaktır…”

- Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu

Görsel: Wolfgang Stiller.
"Kendisini kadına bağlayan son bağı da koparmamak uğruna, kitap adları, yazar adları, takma adlar, diller, çeviriler, baskılar, kapaklar, başlıklar, bölümler, başlangıçlar, sonuçlar arasına karışıklık ekiyordu ki, kadın onun varlığının işaretlerini fark etsin, onun yanıt almayı umut etmeyen selamını alsın. ‘Sınırlarımı anladım,’ dedi bana, ‘Okuma sırasında kudretimin yetmediği bir şey gerçekleşiyor.’ Bunun en güçlü polisin bile aşamayacağı bir sınır olduğunu söyleyebilirdim. Okumayı engelleyebiliriz: Ama okumayı yasaklayan kararnamede asla okunmasını istemeyeceğimiz gerçeğe ilişkin bir şeyler okunacaktır…”
- Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu
 Italo Calvino

Friday, August 16, 2013

Fahişeliğin Öbür Yüzü On Beş Kadının Tanıklığı

 

Baskı Hazırlık Metis Yayıncılık
Kitabın Baskıları:
1. Basım: Mayıs 2002
Dünyanın en eski mesleğinin fahişelik olduğu kabul edilir. Fahişeler tarih boyunca aşağılanmış, dışlanmış aynı ölçüde de vazgeçilmez olmuşlardır. Özetle bu kurum insanlığın zaman aşımına uğramayan en eski ikiyüzlülüğüdür.
Türkiye dahil pek çok ülkede fuhuş yasal çerçeve içine alınmıştır, ancak bunun bir meslek olup olmadığı, bu meslek sahiplerinin ne tür hakları olması gerektiği hâlâ tartışmalıdır. Fahişeliğin Öbür Yüzü'nde bu meslek, bizzat onu icra edenler tarafından anlatılıyor. Kitapta fahişeliğin etik, hukuki ya da toplumsal boyutları doğrudan ele alınmamakla birlikte, her kadının öyküsünde bütün bu sorunlar karşımıza çıkıyor.
On beş kadın, deneyimli gazeteci Fügen Yıldırım aracılığıyla okuyucuya ve topluma bu "iş"i seçiş nedenlerini, acılarını, dertlerini ve umutlarını aktarıyorlar. On beş tanıklık, sadece fahişeliğin değil, "Bu yola neden düştün?", "Nasıl düştün?" sorularının arkasında gizlenen toplumun diğer yüzünü de açığa çıkarıyor.
 (...)
Seks işçileriyle ilk kez 1994 yılında tanıştım. Çalışmakta olduğum dergi için bir yazı hazırlamaya karar vermiştim. On beş kadınla yaptığım görüşmelerden öylesine etkilenmiştim ki görüşmeler bitip yalnız kaldığım an, en yakın çay bahçesine oturup kendime gelmeye çalıştığımı hatırlıyorum. Hırpalanmış gibiydim. Bu etki zamanla hafifledi ama hep benimle kaldı.
Röportaj yaptığım kadınlar, vesikasız olarak çalışıyorlardı. Bu yüzden polis tarafından yakalanarak, sağlık kontrolleri için Zührevi Hastalıklar Hastanesi'ne getirilmişlerdi.
Beni en çok etkileyen nokta, kadınların yaşadıkları şiddetin boyutu olmuştu. Buna katlanmaya razı olmak ya da göze almak! Buna hangi koşullar altında razı oluyorlardı?
Özel hayatları, çocukları, eşleri, üvey babaları-anneleri, kendi çocuklukları, yaşadıkları yoksulluk... Bu işe başladıktan sonra edindikleri sevgililer (dostları), pezevenkler, tehlikeler, tecavüzler, yalnızlıkları, müşterilerle yaşadıkları... Bütün bunları dergi sayfalarına sığdırmam imkânsızdı. Ama hiçbirinden vazgeçemiyordum. Hepsi zincirin birbirine geçen halkaları gibi birbirini tamamlayan bilgilerdi. Sonunda on sayfayla sınırlamaya çalıştığım yazım, dergide bölüm bölüm yayımlandı. Ama gördüklerim, duyduklarım ve hissettiklerim yazdıklarımdan çok daha fazlaydı. Bunu ancak bir kitapta gerçekleştirebileceğime o zaman karar verdim.
Tüm sorunların temelinde, toplumun seks işçileri hakkındaki önyargılarının, aşağılayıcı, damgalayıcı yaklaşımının bulunduğunu düşünüyordum. Mahkemelerinin, "fahişeye tecavüz edenlere ceza indirimi" uyguladığı bir ülkede yaşıyorduk. Genelevler, yasalarla düzenlenmiş, denetim altında tutulan kurumlar olduğu halde orada çalışanlar adeta görünmezdi. Sosyal güvenlikleri, hakları yok sayılıyordu. Aslında yok sayılan bizzat kendileriydi.
Bir yanda "kutsal aile" kurumu, diğer yanda eşlerini pazarlayan kocalar; bir yanda vergi rekortmeni seçilen genelev patronları, diğer yanda seks işçisi olduğu için aşağılanan, hor görülen, damgalanan kadınlar vardı.
O günlerde okuduğum, Prof. Dr. Yıldız Tümerdem ve arkadaşlarının 1993 yılında, kayıtsız çalışan seks işçileriyle ilgili Ankara'da yaptıkları araştırmanın sonuçları düşüncelerimi rakamlarla doğruluyordu. Araştırmaya göre kadınların yüzde 30'u kocası, yüzde 10'u diğer yakınları, yüzde 3.4'ü de sevgilileri tarafından satılıyordu. Para karşılığı seks yapanların yüzde 63.4'ü resmi nikâhla, yüzde 12.2'si imam nikâhıyla evlenmişti. Yani kadınlar toplumun bu ikiyüzlü anlayışının kurbanlarıydı.
Yıllar boyunca yazmayı düşündüğüm kitapla ilgili sistemli çalışmalara ancak 2000 yılının mart ayında, çalıştığım gazetedeki işimden istifa ettikten sonra başlayabildim. Hem kayıtlı (vesikalı), hem de kayıtsız (vesikasız) çalışan kadınlarla konuşmak istiyordum. Kayıtsız çalışanlarla nasıl iletişim kuracağımı biliyordum. Genelevlerde çalışan kadınlarla görüşebilmek ise oldukça zora benziyordu. Çalışanların kendilerini rahat hissedebileceği, patron, idareci (vekil), diğer çalışanlar ve zaman baskısının olmadığı bir ortam yaratmalıydım. Genelev koşulları, böyle bir görüşme için hiç de elverişli olmazdı.
Sonunda seks işçisi olarak çalışanların "Cancan" dedikleri, Zührevi Hastalıklar Hastanesi'ne başvurdum. Sağlık Müdürlüğü'nden de bu çalışma için gerekli izni aldıktan sonra nisan ayında görüşmelere başladım.
Sık sık Zührevi Hastalıklar Hastanesi'ne gittim ve hem kayıtlı hem de kayıtsız olarak çalışan kadınlarla tanıştım. İlk görüşmelerde çoğunlukla ben konuşuyor, ne yapmak istediğimi, nasıl bir yaklaşıma sahip olduğumu anlatmaya gayret ediyordum. İçimde hep reddedilme korkusunu taşıyarak! Bu kısa sohbetlerde çoğunlukla telefon numaralarımızı alıp daha sonra görüşmek üzere ayrılıyorduk. Böylece gerçekten gönüllü olan kadınlarla görüşme imkânını da yaratmış olacağımı düşünüyordum. İkinci görüşmeler, çok daha yakın ve sıcak geçiyordu. Bazen dışarıda buluşuyor uzun bir zamanı birlikte geçiriyorduk, bazen de hastane bahçesinde.
Her görüşmede ayrı ama yoğun duygular yaşadım. Kimi zaman ayrıntıların içinde boğulduk. Yorgun düştük.
Dışarıdan aynı gibi görülen hayatların, her tanıştığım kadınla ne kadar ayrı olduğunu gördüm. Her kadının ayrı ve özel bir tarihi vardı. Aynı olanlarsa yoksulluk, şiddet, açlık, sevgi ve ilgiden yoksun geçen çocukluk yıllarıydı.
Görüşmeler sırasında duygu dünyamın karıştığını, kimi zaman suçluluk duygusuyla kıvrandığımı da söylemeliyim. Bu koşullarda para kazanmak zorunda olmadığım için, verdikleri mücadeleyi anlatan kadınlardan gizli gizli utandığım zamanlar oldu.
Kimi zaman çözüm arama cüreti gösterdim. Dünyaya, dünyadaki örneklere bakarak neler yapılabileceği üzerine uzun uzun kafa yordum. Bunu kimi zaman seks işçisi kadınlarla da tartıştık. Oysa buna gücümün yetmeyeceğini, yapmam gereken işin başka bir şey olduğunu en başından beri biliyordum.
Bu kitabı hazırlarken, en fazla bana anlatılanları aynen aktarabilmeye ve kadınların gerçek kimliklerini vermemeye özen gösterdim. Kitapta anlatılanların hepsi kadınların ağzından aktarılmış gerçek yaşamöyküleri olduğu halde, isimlerin hiçbiri gerçek değildir. Önce yaptığım görüşmeleri, izlenimlerimi de katarak yazmayı denedim. Ancak objektif olma kaygısıyla sonradan bundan vazgeçtim. Sonunda okuyucuyu anlatıcılarla baş başa bırakmaya, yani aradan çekilmeye karar verdim.
Bu sırada bulabildiğim konuyla ilgili kitapları, araştırmaları, tez çalışmalarını okudum. Bu konuda dilimize çevrilmiş birkaç kitap dışında çok az kaynak olduğunu söyleyebilirim. Beni umutlandıran, son yıllarda az da olsa bilim çevreleri ve bazı sivil kuruluşların yaptığı çalışmalar oldu. Önyargılardan uzak durmaya çalışan, sosyal destek çalışmalarını öne çıkaran, vatandaşlık hakkı, sosyal güvenlik, güvenli cinsel ilişki, işyeri koşullarının iyileştirilmesi gibi yeni yaklaşımlarla seks işçilerine dönük çalışmalar yürüten kurumları da yakından tanıma fırsatı buldum.
Dünyanın çeşitli ülkelerinde projeler yürüten sivil toplum kuruluşlarının birkaçıyla haberleştim. Bazı kurumlar doğrudan seks işçilerine yönelirken, bazıları seks işçilerine hizmet veren hastane ve sosyal hizmet kurumlarını, bir bölümü de işyeri koşullarının iyileştirilmesi ya da sivil haklar gibi konulara öncelik veriyor.
Sivil haklar konusuna dikkat çeken projeler, sağlıklı olmanın insan haklarının ayrılmaz bir parçası olduğunu, bunun sadece seks işçilerinin eğitimiyle gerçekleştirilemeyeceğini söylüyor. Bu nedenle eğitimin sadece seks işçilerini değil, aynı zamanda müşteriler, patronlar, genelev yöneticileri, pezevenkler, sağlık çalışanları, polis ve yargıçlar, yerel yöneticiler, medya, komşular, aileler ve kişisel ilişkileri kapsaması gerektiğinin altı çiziliyor. Artık seks işçilerinin etrafında çok büyük bir sektör oluştuğunun, milyonlarca kişinin bu yolla para kazandığının farkında olarak.
Seks sektörü; turizmi, otelcilik hizmetlerini, sauna ve masaj salonlarını, sağlık kliniklerini, barları, ulaşım hizmetlerini, restoranları, içki ve sigara satışlarını da içine almış, uluslararası kadın ve çocuk ticareti ağlarını oluşturmuş durumda. Yani seks işçilerinin etrafında giderek gelişen, güçlü çıkar gruplarının da içinde yer aldığı, organize bir ekonomik yapı var.
Kimi ülkelerde seks ticaretinden elde edilen gelir, gayri safi milli hasıla içinde önemli bir pay oluşturuyor. Mesela Tayland'da 1995'te seks ticaretinin yıllık bilançosu 27 milyar dolardı. Aynı yıl Tayland'da sadece kentlerde seks işçisi olarak çalışan kadınların, köylerde yaşayan ailelerine gönderdikleri para, yılda 300 milyon dolara ulaşmış. Bu hükümetlerin kalkınma programlarına ayırdıkları bütçelerden bile fazla.
Bu sektörde çocukların sayısının her gün hızla artması en ciddi sorunların başında geliyor. Savunmasız oldukları için, kolayca fiziksel şiddetin, işkencenin, uluslararası pazarlamanın kurbanı olabiliyorlar. Hem cinsel sömürüye, hem şiddete maruz kalıyorlar, hem de yaşamları tehdit altında. Çocuklarla ilgili gerçek rakamlara, yetişkinlerde de olduğu gibi, ulaşmak mümkün değil. Ulaşılabilenler, sadece polis ya da hastane kayıtlarından elde edilebilen resmi rakamlar. Uluslararası Çalışma Örgütü'nün (ILO) 1998 raporu, 1997 yılında Filipinler'de 75 bin çocuğun bu sektör içinde yer aldığını yazıyor.
26-27 Haziran 2000 tarihindeki 1. İstanbul Çocuk Kurultayı'nda, Prof. Dr. Esin Küntay ve Doç. Dr. Güliz Erginsoy'un 1998 yılında yaptıkları, "Fuhuş Sektöründe Çalışan Kız Çocukları" başlıklı araştırmadan "İstanbul'da 500 kadar küçük yaşta kız çocuğunun cinsel sömürüye maruz kaldığı" bilgisine ulaşabildim.
Dünyanın hiçbir ülkesinde seks işçileriyle ilgili açık ve etkili bir kamu politikası ya da programının olmaması düşündürücü. Var olan düzenlemeler ve iyileştirme gayretlerininse etkisiz olduğu ortada. Bazı ülkeler, artık bu yöntemlerle "cinsel yolla bulaşan hastalıklar"ın önlenemeyeceğini, seks işçiliğinin denetlenemez bir alan olduğunu fark ettikleri için izinli genelevleri kaldırdı.
Göstermelik de olsa hâlâ genelevleri olan dünyadaki az sayıdaki ülkelerden biri de Türkiye. Genelevlerde çalışanlar düzenli olarak sağlık kontrolünden geçiriliyor. Ayrıca genelevlerde çalışmanın bazı koşulları var; kadın olmak, 21 yaşını doldurmak, Türk vatandaşı olmak, evli olmamak gibi.
Bu tanımın dışında kalan binlerce seks işçisi kayıtsız olarak çalışıyor. Erkek ve kadın seks işçileri, transseksüeller, travestiler, yabancı uyruklular ve çocuklar, işte bu kayıtsız çalışan çoğunluğu oluşturuyor. Çok daha zor ve riskli olmasına rağmen, genelevlere sınırlı sayıda seks işçisi kabul edildiği için, seks işçileri illegal olarak çalışmayı tercih ediyor ya da illegal çalışmak zorunda kalıyor.
Emniyet Genel Müdürlüğü'nün 1998'de yaptığı "Fuhuş Olaylarını Değerlendirme Çalışması"na göre, Türkiye'de toplam 56 tane genelev ve buralarda çalışan 2 bin 603 seks işçisi var. Oysa sadece İstanbul'da çalışan seks işçisi sayısının 30 bini geçtiği tahmin ediliyor.
Zaten ne genelevler ne de genelev çalışanlarına hizmet veren sağlık kuruluşları bu yükü kaldırabilecek altyapıya sahip. 30 bin çalışanlı bir genelev hayal etmek bile imkânsız. 30 bin kişinin haftada iki kez sağlık kontrolünden geçmesini de...
Yani "Genel Kadınlar ve Genelevlerin Tabi Olacakları Hükümler ve Fuhuş Yüzünden Bulaşan Zührevi Hastalıklarla Mücadele Tüzüğü"nün öngördüğü hükümlerin hayata geçebilmesi için kayıtlı seks işçilerinin, belli bir sayıda tutulması gerekiyor! Artık seks işçileri için genelevlerde iş bulabilmek eskisi kadar kolay değil, hatta imkânsız.
Görüldüğü gibi, yoksulluk arttıkça, seks işçilerinin sayısı da artmaya devam edeceğe benziyor...
Bu kitap seks işçilerinin yaşadıkları sorunları tartıştırabilir, en azından bazılarımızın yüzyıllardır içinde kök salmış önyargılarını sorgulamasına küçük bir katkı sağlayabilirse, amacına ulaşmış olacak.