Tuesday, May 27, 2014

Taşın, Toprağın, Çamurun ve Mermerin Ruhu: Camille Claudel



Claudel21

“Bir avuç toprağı yoğurmayı bile bilmeyenler,
Duygusuz, yavan insanlar.
Bu benim ruhum, en kutsal varlığım…
Bunlar çalışma saatleri. Ruhumun yandığı saatler.
Siz yiyip içerken, dalga geçerken, oburca tıkınırken, ben heykelimle yalnızdım..
Ve yavaş yavaş akan benim hayatımdı.
Bu toprağın derinliklerine kanımı akıtıyordum…”
Taşın, toprağın, çamurun ve mermerin ruhuna; teri, göz yaşları ve hatta ellerinin kanı ile hayat vermiş bir heykel sanatçısı, Camille Claudel, böyle seslenir miskin ve rahatına alışmış insanlığa. Ve, bu sözleri söyleme hakkını ona sonuna dek vermiş bir yaşamdır onunki.
Yaşam öyküleri hep bir parça daha ilginç olmuştur sanatçıların; parasızlık, değeri bilinemeyen eserler, kabına sığamayan ruhlarının verdirdiği radikal kararlarla, ansızın, değişen akışları ve herkesi benzeştirmek için var gücüyle çırpınan bir dünyada özgün kalabilmenin zorlukları. Söz konusu kadın sanatçılarsa eğer, zorluklar listesinin en üstüne yerleşiverir “kadın olmak”.
Camille Claudel de tüm bu zorluklardan payını, hiç hak etmediği şekillerde almıştır. Onun yaşam öyküsü, okuyanına “Onu anlatmalıyım. İnsanlar, yeryüzünden böyle bir kadının da geçmiş olduğundan haberdar olmalılar.” cümlelerini söyleten ve kağıt kaleme sarılmalara sebep olan bir hayattır.
Tutkuyla bağlandığı sanatı, hem en görkemli eserlerine ilham olan hem de felaketini getiren büyük aşkı, acıları ve olanca yalnızlığı ile Camille Claudel; sanat tarihinde olduğu kadar kadınlık tarihinde de önemli bir figürdür.
***
8 Aralık 1864′te, Kuzey Fransa’da doğar Camille Claudel. Babası, bir bankacı olan Lousie Prosper ve annesi, oldukça varlıklı bir aileden gelen Cécile Cerveaux’tur. Louise isimli bir kız kardeşi ve sonraları ünlü bir şair-diplomat olacak Paul isimli bir erkek kardeşi vardır.
Çocukluğunun neredeyse tek uğraşı, bahçedeki çamurdan, mutfaktaki hamurdan ya da geceleri inşaatlardan gizlice kaçırdığı işlenmiş topraklardan küçük heykelcikler yapmaktır Camille’nin. Henüz on üç yaşındayken, “Bismarck”, “Napoleon1″, David ve Goliath” isimlerini verdiği üç heykeliyle ailesinin karşısına dikilir, bir heykeltraş olmak istemektedir ve oldukça kararlıdır.
Onu zaten hep “erkek çocukları gibi” davranmakla ve başına buyruklukla suçlayan annesi, bu kararına büyük bir tepki gösterir; ona göre, Camille de her genç kız gibi temel bir eğitim almalı ve sonra evleneceği adamı beklemelidir. Kız kardeşi Louise de aynı annesi gibi düşünmekte ve buna uygun davranmaktadır.
Neyse ki; ailenin erkeleri, kadınları gibi düşünmemektedir. Kardeşi Paul, adeta hayrandır ablasına ve babası ise, kızındaki cevheri görmüştür, boşa gitmesine izin vermeyecektir.
Aile, 1881′de, Camille gereken eğitimi alabilsin diye, Paris’e taşınır.
O devirlerde, çoğu sanat akademisi kadınları öğrenci olarak kabul etmemektedir. Seçeneği sınırlı olan Camille, Académie Colarossi’ye kaydolur ve bir sene boyunca heykeltraş Alfred Boucher’in öğrencisi olur. Akademide bir yılın ardından, bir grup genç kadın heykeltraşla birlikte, kendi açtıkları çalışma atölyesinde eğitimine devam eder.
1883 senesi; sanat tarihine eşsiz eserler, bir büyük aşk ve pek çok tartışma kazandıracak bir hikayenin de başlangıç yılı olur; “Camille Claudel ve Auguste Rodin’in hikayesi”.
Rodin, “Düşünen Adam/ Le Penseur” heykeli sayesinde, ismini bilmeyenlerimizin bile aslında bir nebze aşina olduğu, heykel konusunda “devrin dehası” olarak gösterilen bir sanatçıdır ve Camille’nin çalıştığı atölyenin eğitmeni olmayı kabul eder.
Tanıştıklarında, Rodin kırk üç, Camille ise on dokuz yaşındadır. Hayatında, yirmi yıldır birlikte yaşadığı Rose Beruet başta olmak üzere birçok farklı kadın olan, bir yandan da kariyerinde de emin adımlarla ilerleyen, kendi bildiğince yaşayan, özgür ruhlu bir adam ve hem heykel sanatı hem de duygusal ilişkiler bakımından henüz yolun başında olsa da bitmek bilmez bir heykel tutkusunu, çalışma hırsını ve parıltılı bir zekayı taşıyan, genç bir kadın.
“Bir sırrı saklar gibi bakan lacivert gözleri vardı.” dediği Camille’in güzelliğinden etkilenmiştir elbet Rodin ama onu, kendi özel öğrencisi olarak seçmesini sağlayan asıl şey, Camille’in ellerinde şekil değil sanki hayat bulan heykelleri, diğer öğrencilerden kısa sürede sıyrılmasını sağlayan özgün yeteneği ve tıpkı Rodin gibi başına buyruk, özgürlüğüne düşkün karakteri olmuştur.
Daha sonraları; “Ona altının yerini göstermiş olabilirim ama bulduğu altın ona ait.” de diyecektir Rodin Camille için.
Bir yıl sonra, Camille, diğerlerinden ayrılarak Rodin’in özel atölyesinde ve sadece Rodin için çalışmaya başlar, ama ne çalışmadır bu! Yeni atölyesi, gece gündüz heykel yontmaktan başka hiçbir şey istemeyen Camille için büyük bir hazinedir; hem istediği kadar kaliteli malzeme ile hem de Rodin gibi bir usta ile çalışmak, saatler boyu durmaksızın çalışmak…
Fakat, bir süre sonra, durum Camille için tehlikeli bir hal almıştır; çünkü, Rodin’in gölgesi altında yaşamaktadır kendi dehası. Günümüzde bir başyapıt kabul edilen “Cehennem Kapıları/ La Porte de L’enfer” heykelinin oluşumunda var gücüyle çalışan, hatta bazı parçalarını bizzat yaptığı bilinen Camille, eserin tüm övgüsünü Rodin’in tek başına sırtlayışına şahit olmuştur söz gelimi ya da bir başka başyapıtı “Öpüşme/ Le Baiser” de yine Camille’in emek verdiği heykellerdendir.
Birlikte oldukları süre boyunca, kariyerinde bir zirve dönemi yaşayan Rodin’in, Camille’e ne denli büyük bir haksızlık yaptığını, başta babası olmak üzere, ona ve sanatına değer veren birçok kişi anlatmaya çalışır. Camille, hiçbirine kulak asmaz çünkü o artık Rodin’e aşık olmuştur; üstelik tıpkı sanatında olduğu gibi, büyük bir tutkuyla.
Rodin de bağlanmıştır aynı güçlü duygularla ama bu aşk, ilhamını zaten en başından beri kadınlardan alan Rodin’e, genç kadının yaşadığı türden olumsuzlukları değil, ilerleyen yaşını hissetmemesini sağlayan coşkuyu ve Camille gibi her istediğini yapmaya hazır bir aşığı ve eserlerinin zerafetinde büyük pay sahibi olan bir modeli getirmiştir. Ayrıca, sanat çevrelerince onun gibi bir yeteneği ortaya çıkaran adam olarak anılması da kendisine bir başka övünç kaynağıdır.
Rodin hayatına girdiğinden beri, kendi kişisel kariyeri adına tek bir eser bile vermemesine rağmen; belki de gözlerini kör eden aşkının etkisiyle, uzun yıllar halinden memnun olarak yaşar Camille. Küçük bir çocukken bile kendini belli eden asi ruhu, kararlılığı, bağımsızlığına düşkünlüğü; içindeki Rodin tutkusuna yenik düşmüştür. Çalışmalarına asla tam olarak onay vermeyen, bazen çok sert ve umursamaz davranan Rodin’i her koşulda kabul etmiştir. İkinci hatta belki üçüncü, dördüncü bir kadının varlığına bile katlanmıştır. Aşkına asla istediği gibi sahip olamayacağı bir adama; gençliğini, sanatını ve dehasını adamıştır yıllar boyu.
Ondan uzak kaldığında özleminin yanına güvensizliğinin getirdiği şüphe de eklenir hep. Şöyle bir not düşer mesela;
“Çıplak, uyudum, sanki sen yanımdaymışsın gibi. Ama uyandığımda her şey eskiye dönüyor.
Beni sakın aldatma.”
“Rodin’in öğrencisi” ile “Rodin’in metresi” sıfatları arasında gidip gelen ama bir türlü ipleri eline alamadığı hayatına bir düzen verme, artık kendi varlığını gerçekleştirme fikri ise, oldukça trajik bir biçimde düşer genç kadının aklına. Kendisiyle evlenmeye hiçbir zaman yanaşmamış olan Rodin’in bebeğine hamile olur Camille. “Heykeltraşlar gözleriyle değil elleriyle görürler ilk, hatta görmekten de öte, dokunarak, hissederek öğrenirler.” Bu bir heykel sanatçısı olarak Camille’in de çok iyi bildiği bir gerçektir.
Ve Rodin, tabiatın nesneleri içindeki en küçük bir kıvrımı, bir kıpırtıyı dahi elleriyle keşfetmekte özel bir yetiye sahip olan Rodin, Camille’in her gün dokunduğu karnındaki değişimi fark etmemiştir bile. Bu durum, bir kırılma noktası olur hayatında. Aşık olduğu adamı zaten hep bir başkası ile paylaşmak zorunda olan Camille, onun kendisine dokunurkenki hissizliğinden derinden etkilenir. Rodin’le uzun vadede, istediği bir geleceğin onu beklemediğini artık anlamıştır. Yine de, son bir umutla belki, ya kendisini ya da Rose Bruet’i seçmesini ister.
Rodin’se, sevmenin çeşitleri olduğunu söyler; bir nevi “Senin yerin ayrı, Rose’un yeri ayrı” tavrı takınır ve bir seçim yapamaz. “Ölüm döşeğinde bile tereddüt edeceksin!” der Camille ve büyük bir kavganın ardından, Rodin’le yollarını geri dönüş yolu bırakmadan ayırır. Bu süreçte, bebeğini de aldırmıştır. Bu iki güçlü karakter, en sert mermerleri bile yontup şekil vermekteki ustalıklarını, birbirlerine şekil vermeye çalışmakta kullanmış ve elbette ki, sonuç bir hikayenin bitimi olmuştur.
Camille hem büyük aşkından hem de bebeğinden vazgeçtiğinde, sene artık 1898′dir ve o artık elinde, sanatından başka hiçbir şeyi kalmamış, on beş yılın bütün yorgunluğunu üzerinde taşıyan, otuz dört yaşında, yapayalnız bir kadındır.
Küçük bir atölye tutar kendine Camille, artık tek dayanağı sanatıdır. Yıllar yılı Rodin’in ismi altında gizlenen sanat dehası kendini tüm ihtişamıyla ve inceliğiyle gösterir. Olanca yaşanmışlığını, acısını, hayal kırıklıklarını döktüğü taşlar, çamurlar ve mermerler sanki dile gelip anlatırlar bu kırık hikayeyi. Baş yapıtlarını bu sancılı döneminde çıkarır ortaya; “Vals/ Le Valse”, “Clotho/ Clotho”, “Geveze Kadınlar/ Les Bavardes” ve “Sakuntala/ Sakountala” gibi eserleri verir peş peşe.
Her türlü konfordan uzak, yoksul atölyesinde yonttuğu bu heykellerden bir tanesi vardır ki; bir taşın nasıl olup da bu kadar duyguyu birden yansıtabileceğine hayret ettirir görenlerini.
Heykelin ismi, “Olgunluk Çağı/L’age Mûr”dır; oniks taşı gibi zor bir materyalin kullanıldığı ilk heykel olması ve figürlerin teknik özelliklerinin mükemmel bulunması bakımından sanat tarihinde ayrı bir yeri vardır.
Onu benim açımdan özel yapan ise, Camille’in kendi elleriyle şekil verdiği, somutlaştırdığı acıdır. Kadınca bir tutkunun ve ihtirasın dev bir anıtı olmasıdır.
Fotoğrafta da görebileceğiniz üzere; Rodin, Rose tarafından sımsıkı sarılmıştır, onunla gitmektedir. Camille ise, tüm gücünü yitirmiştir artık, dizleri üzerine çökmüştür, ellerinin arasından kayıp giden sevdiği adamın arkasından bakmaktadır.
Eserleri ile akademik kariyerinde giderek ilerlerken, eleştirmenlerin hayran yorumlarıyla karşılanırken; yonttuğu her mermere kendi ruhundan, kalbinden ve aklından bir parça ekliyormuş gibi sanki, günden güne kendisini kaybetmeye, eksilmeye başlar Camille. Ayrılıklarının üzerinden geçen onca zamana rağmen, Rodin’i unutamamıştır hiçbir zaman. Üstelik; bu tutkulu aşk, karşılığını bulamayınca hırçınlaşmış ve tutkulu bir nefrete dönüşmüştür. Yaptığı heykellerin beğenilmesi, ünlü olmak, para kazanmak umurunda değildir Camille’in, derin bir bunalımın içindedir. Ara sıra ziyaretine gelen ya da ona para yollayan kardeşi Paul Claudel dışında, kimseyle sağlıklı bir iletişimde bulunmaz.
Kendine bir tecrit hayatı yaşattığı küçük atölyesinde, sadece soğuk mermerlerden bir sıcaklık bularak ve içki tüketimini de sağlık problemlerine sebep olacak kadar çok artırarak çünkü tamamen ayık olduğunda, hayatına katlanamayarak ve hala Rodin’i -bu kez nefret içinde- düşünmeye devam ederek yaşayıp gider.
Bir gece büyük bir sinir krizine girer ve atölyesindeki büyük heykellerden küçük insan figürlerine kadar tüm eserlerini kırar, eskizlerini nehre atar. Bu, onun çok yaklaşmış olduğu iç acıtan sonunun da başlangıcı olur aynı zamanda. Sene 1906′dır.
Bir saplantı haline getirdiği ve ondan bağımsız olarak yükseldiği kariyerini baltalamaya ve geçmişini çaldığı gibi geleceğini de çalmaya çalışmakla suçladığı Rodin ise, Camille bir cehennem hayatı yaşarken; ününe ün katmaya ve birçoğunu Camille’le yaptıkları eserlerinin övüncüyle yaşamaya devam etmektedir.
Eserleri, dehası ve erkek egemenliğindeki bir sanat dalında en az erkekler kadar başarılı olabilmesi sebebiyle, en başından beri Rodin tarafından bile bir “tehlike” olarak görülen Camille’in düştüğü bu durum, kimseyi bir şeyler yapma ihtiyacına sokmamış, büyük bir umursamazlıkla görmezden gelinip unutulmuştur.
1913 senesine gelindiğinde Camille’e son ve büyük darbesini vurur hayat, en kötüyü en sona saklamıştır. Ailesinin zoru ve Rodin’in de desteği ile, hayatının kalan otuz senesini geçireceği bir akıl hastanesine kapatılır Camille. Tek isteği çamuru, taşı ve mermeri ömrünün sonuna dek hissedebilmektir ama artık, eline taş alması dahi yasaklanmıştır. Üstelik babası da ölmüştür Camille akıl hastanesine kapatılmadan kısa bir süre önce; hayatında, kardeşi Paul dışında tek kimse yoktur. Annesi ise en başından beri tasvip etmediği bir hayatı seçen kızını çoktan silmiştir.
“Bu kadar yalnız kalmak için ne yaptım?”
Bu soru, Camille’in akıl hastanesinde geçen otuz sene boyunca aklında dönüp duran en büyük soru işaretidir. Ve belki de cevabı, kardeşi Paul’un şu cümlelerinde gizlidir: “Tüm varlığını Rodin’e bağladı. Tüm varlığını onda yitirdi.”
Yalnızdır Camille, heykeller yapmak istemektedir hala ve evine dönmek.
Yedi sene sonra, doktorlar artık iyileştiğini, dışarı çıkmasının ve heykel yontmaya devam etmesinin ona daha iyi geleceğini bildiren bir mektup yollarlar annesine. Fakat, annesinin umurunda bile olmaz bu; kızının orada kalmasını istemektedir. Geri kalan yirmi üç yılını da o hastanede, hiç hak etmediği bir biçimde geçirecektir.
Kardeşi Paul’e umutsuzca sorar bir mektubunda;
“Bu esaretten çok sıkılıyorum… Eve hiç dönemeyecek miyim Paul?”

Dönemez; kardeşinin artık beş yılda bire indirdiği ziyaretlerini bekleyerek, hala Rodin’i düşünüp “O bile terk etti beni. O bile!” diyerek ve atölyesini özleyerek 1943 yılına dek, akıl hastanesinde yaşar Camille. Öldüğünde, ailesi ya da yakın çevresinden ona bir cenaze töreni düzenleyecek kimsesi olmadığından, birkaç hastane çalışanının yardımıyla sessiz sedasız gömülür.
Ölümünden yıllar sonra, eserlerinin gerçek değerlerinin anlaşılmış, hayatı birçok yazar tarafından kaleme alınmış, adına sergiler düzenlenmiştir. Bu çalışmalar, zanaati değil sanatı seçmiş, heykellerini para ya da şöhret için değil kendi var oluşu için yontmuş Camille tarafından bilinse şimdi bir şekilde, bunu ne kadar önemserdi, bu -çoğu zaman olduğu gibi- geç değer bilmeler onu ne derece sevindirirdi bilinmez. Ama sadece şuna inanmak istiyorum ki; hep çok sevdiği toprağa girdiğinde ve karıştığında onunla, yaşamı boyunca bir türlü duyamadığı huzuru duymuş ve ona bu yaşadıklarını reva gören dünyadan artık kurtulduğu için mutlu hissetmiştir kendini.
Camille Claudel’in yaşam öyküsünü okuduğumda, benim aklıma ilk gelen şey olan ve Elisabeth Kübler-Ross’a ait şu cümlelerle bitirmek istiyorum yazımı:
“Tanıdığımız en güzel insanlar hezimeti, acıyı, mücadeleyi, kaybetmeyi bilen ve en dibe batıp sonra geri yüzeye çıkmanın yollarını bulanlardır. Bu insanlarda onları şefkatle, anlayışla ve derin sevgiyle dolduran minnettarlık, hassasiyet ve yaşam algısı vardır.
Güzel insanlar bir anda güzel olmazlar, onlar oluşurlar.”
* Sanatçının yaşam öyküsünü anlatan bir kitap: Camille Claudel: Bir Kadın/ Anne Delbee
** Sanatçının yaşam öyküsü anlatan iki film: Camille Claudel (1988 yapımlı ve akıl hastanesine kapatılmasına kadarki süreci işleyen bir film) ve Camille Claudel, 1915 (2013 yapımlı ve akıl hastanesinde geçen yıllar üzerine bir film)

Sunday, May 25, 2014

Mültecinin Ekmeği Nerede?



Gamze Gökaslan
Göz göze gelmiyoruz ya da göz göze gelemiyoruz!
Bir kadın, bir bebek... Senin dilinden sesleniyor sana: "Ena cuvğani! / Ben açım!"
Duymamazlıktan geliyorsun, hayatına devam ediyorsun ya da etmeye çalışıyorsun...
Sofraya oturduğunda, o cümle kafanda dönüp duruyor ve gözünün önüne güneş altında beklemekten esmerleşmiş suratı geliyor bebeğin... Belki birine belki bir kaçına yardım ediyorsun. Gerisi gelmiyor, gelemiyor...
Savaş mağduru insanlar okulumuzda, sokağımızda, her yerdeler! Ama dedim ya, gözgöze gelmiyor değiliz, gelemiyoruz.
Çeşitli sivil toplum kuruluşları, dernekler, partiler bu mağdur insanları neden görmezler?
Emperyalist çıkarlar uğruna komşu ülkede yüz binlerce insanın hayatı elinden alındı ve hala alınıyor.
Komşu ülke dediğime bakmayın, Suriye de vatandır benim için. Ben ve benim gibi bir sürü Antakyalı çocuk, Suriye'nin ekmeğiyle, şekeriyle, çayıyla helvasıyla büyüdük...
Biz büyüdük ve o incecik güzel tandır ekmeklerini yapan anneler şimdi bizim mahallemizde avucunu açıp bizden ekmek parası istiyorlar. Sınıra sıfır noktasında bulunan Antakya varken bu insanlar neden burada? Kendi halkının yaşadığı Antakya'da kendilerine yeni bir yaşam kurmak varken, neden İstanbul'da dilenmek zorunda kalıyorlar? Uzun uzun sosyolojik araştırmalar yapmaya gerek yok! Bunun cevabını İstanbul'da konuştuğum Halepli bir amca veriyor: "Bizim kafamızı kesenler şu anda senin şehrini istila etti ve biz onlardan kaçarken oralarda barınamazdık."
Yaklaşık 8 aydır içlerinde olduğum Suriyeliler için kime ulaştıysam: "Yapmaya çalıştığın şey çok güzel ama..." diyor ve gerisi gelmiyor. "Ena cuvğani" sözü yankılanmaya devam ediyor kulağımda.
Bu süreç içerisinde ulaşmaya çalıştığım herkesten yarım ağızla aldığım fakat arkası gelmeyen yardım sözlerinin arkasında muhalif kesimin Suriye’yi bilmemesi, içinde yaşadığımız soygun ve cinayet düzeniyle bağını kurmaması ve bu yüzden de istisnalar dışında ilgisiz kalması var. "Yapmaya çalıştığın şey çok güzel ama..." cümlesindeki ‘ama’yı ne zaman tartışmaya başlayacağız?
Peki ya Antakya? Onlar da mı bilmiyor? Burada bizatihi Antakya halkının özeleştirisini vermem gerek diye düşünüyorum.
Hepimiz Suçluyuz!
Antakya halkında her sabah aynı telaş, Suriye'deki akrabalarının yaşayıp yaşamadığını öğrenmek için haberlere bakarak güne başlıyorlar.
Bu hassasiyetleri parti ve örgüt reklamları için sömürmek, her duvara "Suriye kardeştir" yazılaması yapıp altına boy boy parti imzaları atmak yerine, duvarlarını boyadığınız Sveydiye (Samandağ) gibi yerlerde savaş mağduru insanlar için dişe dokunur çalışmalar yapılsaydı, cihatçılara karşı halkın yaşam hakkına sahip çıkılsaydı iş bu kadar çığırından çıkmazdı.
Mülteciler kışın mum ışığında çıplak ayak, küçük bir elektrik sobasıyla onlarca kişi bir odada yaşam mücadelesi verirken, biz televizyona bakıp sadece ağıt yakabildik... “Suriye Duyarcılığı” adı altında yapılan içi boş siyasetlere meze olduk. Bir kere bile birleşip karşılarına çıkamadık. Duyarlılığımızı pratiğe dökerek bu insanlara yaşam alanı sunmadık, sunamadık.
İçimizden bazıları ise ortamlarda Suriye için ağlarken, cihadçı olduğu belli silahlı insan müsveddelerine üç kuruş çıkar için ev verdi, iş verdi. Cihadçıların parası vardı, mültecilerin ise yoktu.
Cihadçılar Antakya’da halkın tepkisine rağmen kalabildiyse bunu kapitalizmin basit kuralına borçludur. Son bir yıldır, Gezi-Haziran İsyanından bu yana şehri ya terkedip sınır boylarına gittiler ya da kısmen kamufle olma yoluna gittiler. Beraberinde bize cevap olarak şu ana kadar 5 faili meçhul cinayet, bir çok aydınlatılmamış adli olay (yaralama, taciz vs.) bırakarak ve kiraladıkları evleri yakarak gittiler. Yetmedi Reyhanlı Katliamı’na da imza attılar.
Bu durum karşısında eylem yapıp ağlamaktan öteye gidemedik. Birimiz bile İstanbul'a sürülen insanlar için fiili bir yardım çalışmasına girmedik. Savaş başladığından beri bir Antakyalı olarak sevinebildiğim tek olay, Keseb'ten kaçırılıp getirilen yaşlı insanlara Vakıflı Köyü sakinleri tarafından kucak açılması oldu.
Açlık varsa bizim yüzümüzden var, gözyaşı dinmiyorsa biz silmediğimiz için dinmiyor. Savaşlar bitmiyorsa biz halk olarak susup oturduğumuz için bitmiyor. Filistin savaşında mülteci Filistinlilere kapılarını açan Suriye halkına, bu gün biz evlerimizi açamadık! Emeğiyle ekmeğiyle büyüdüğümüz Suriyeliler şu an Türkiye'de bu haldeler ise bizim de bunda payımız büyük!
Filistin direnişinin simgesi Gassan Kanafani'nin bu sözü hepimizin kulağına küpe olsun:
"لك شيء في هذا العالم! فقم
Leke şe-e fi hazel ğalem! Fekum!
Bu dünyada senin için bir şeyler var! Ayağa kalk!”

Friday, May 23, 2014

Deneysel Bir Ölümün Mimarı - Beşir Fuat

"Ameliyatımı icra ettim, hiçbir ağrı duymadım. Kan aktıkça biraz sızlıyor. Kanım akarken baldızım aşağıya indi. Yazı yazıyorum, kapıyı kapadım diyerek geriye savdım. Bereket versin içeri girmedi. Bundan tatlı ölüm tasavvur edemiyorum. Kan aksın diye hiddetle kolumu kaldırdım. Baygınlık gelmeye başladı." okuduğunuzda irkildiğiniz bu satırlar ilk Türk materyalisti olarak tanınan Beşir Fuat’a ait intihar mektubundandır… Yaşamı kadar intiharı da ürperticidir. Son gecesinde evine gelip odasına kapanır hizmetçisine rahatsız edilmek istemediğini söyler. Vücuduna morfin enjekte ettikten sonra her zaman yanında taşıdığı neşterini çıkarır bileklerini dört yerinden keser gördüklerini son derece vakur bir şekilde yazar. İlkin çok sakindir ama narkozun etkisi geçmeye başlayınca dişlerini sıkmasına rağmen bağırır. Sesine gelen hizmetçisi şok olur görüntü karşısında hemen doktor çağırırlar, doktor yakın bir arkadaşıdır hemen müdahale eder ama Beşir Fuat’ın son sözleri dökülür dişlerinin arasından; "beş dakikalık ömrüm kaldı boşuna uğraşma"… Sanki intihar eder gibi değil de, bilimsel bir deney yapar gibi, ölüm duygusuna hakim olmanın hazzını tadıp, merakını gidermenin tatlı hezeyanını yaşar gibi… Ölürken, ölmek üzereyken o an’ın hissiyatı ile yazabilmek duygusu, intihar mektubu olarak bilinen son olarak yazdıkları; mektuptan ziyade ölümle ilgili yapılmış bilimsel bir deneyin bitirilmemiş çalışma notlarını andırıyor. Mektubunun son kısmını mürekkebi yerine kanıyla yazmıştır, hatta bazı yerleri okunamayacak durumdadır.
Erken yaşta evlenmiş olmanın getirdiği mutsuz bir evliliği vardır Beşir Fuat’ın, tabi birde sevgilisi. Annesi akıl hastası olduğu için genetik olabilir endişesiyle delirerek ölmekten çok korkar. Daha otuzundadır, çok zekidir, batı dillerine oldukça hakimdir, başta Victor Hugo olmak üzere yaptığı çevirileri ses getirir. Ünlü Alman filozofu Arthur Schopenhauer’i yaptığı çevirilerle edebiyatımıza kazandırmıştır. Tabi bu arada onun karamsarlık felsefesinden de etkilenmiştir. Schopenhauer’e göre ‘Anlamsız, boş, acı-dolu, kötü bu hayattan kaçınmanın tek yolu vardı; o da istencimizi(irade) öldürmek’
1880’li yıllarda edebiyatta hatta şiirde bile pozitivizmden yana olduğunu ve Ekrem Bey ve Muallim Naci önderliğindeki yeniciler-eskiciler akımlarından ikisine de yakın olmadığını söyler. Alaylara konu olur ama hiç birini umursamaz. Ali Ulvi’nin kendini alaya almak için yazdığı şiiri bile beğendiğini söylemekten çekinmeyerek zekasını konuşturur ama bu ironisi anlaşılmaz. Bilime çok meraklı olduğu bilinir. İşte bu yüzden inceleyecek kadavra bulamadığı için, kadavra olarak kendi bedenini kullandığı söylenir. Zaten “Cesedimi, kadavra olarak kullanılmak üzere tıbbiye talebelerine bağışlıyorum. İnşallah buna müsaade ederler…” diye bitiyordu vasiyetinin son cümlesi.(dini gerekçelerle bu vasiyeti yerine getirilemedi cesedi kara toprağın oldu)
Beşir Fuat’ın özgün eserleri yeni harflere çevrilmediği için okuyamıyoruz. Bilimsel bir deney yapar gibi ilginç bir ölümün(intiharın) mimarı olarak tanınsa da daha yolun yarısını göremeden 35 yaşında kendi arzusuyla göçtüğü dünyadan ölüm şekli kadar fikirleriyle de önemli olmayı hak ediyor Beşir Fuat. Tabiri caizse kanının son damlasına kadar yazdı, fonda akan kan, o ölümün şiirini yazdı. İlk Türk materyalisti ve anlaşılamamış bir tanzimat aydını olarak tarih sayfalarındaki yerini aldı.
İntihar edeceğini iki yıl önce gazeteci arkadaşı Ahmet Mithat Efendi’ye bir mektupla bildirir.
‘İntiharımı fenne tatbik edeceğim; şiryanlardan birinin geçtiği mahalde cildin altına klorit kokain şırınga edip buranın hissini ibtal ettikten sonra orasını yarıp şiryanı keserek seyelan-ı dem tevlidiyle terk-i hayat edeceğim.
Kan akmakta iken her zaman şiryanı sıkıca tutarak vesair tedbire müracaat ederek
muhafaza-i hayat mümkün olduğu halde azmimden nükul etmeyeceğim!
Şairler söz ile pek çok kahramanlık satarlar; fakat fiiliyata gelince, böyle bir metanet göstereceklerinden pek emin değilim. Çünkü şu intihar, beyne bir tabanca sıkmak, kendini asmak veya suya atılmak gibi değildir. Onlara bir kere teşebbüs edilince, onu menetmek ihtiyarı elden gider."
24 Kanun-ı Sani sene 302, Beşir Fuad

İntihar haberi dönemin Tarık gazetesi'nde şöyle yer aldı:
’’muharririn-i osmaniyeden Beşir Fuad Bey evvelki gece Babıâli civarında, nallı mescit mahallesi'nde vaki hanesinde facialı bir surette intihar etmiştir.’’
Evinin hamamına girip sıcak suya girdiğini, suyun içinde damarlarını nasıl usturayla kestiğini, bileğinden fışkıran kanların suyun içinde nasıl iz iz, dalga dalga yayıldığını kaydediyor ve" arzu ettim ki, bir insanın öldüğünü ve ölürken neler duyup hissettiğini bildirmek suretiyle insanlığa bir faydam dokunsun" diye yazıyordu günlüğünde…
BEŞİR FUAT AFORİZMALARI
- Bir adamın filozof olup olmadığını bilmek için bulunduğu memleketi dikkate almaktan ziyade yaşadığı asrı görmek lazımdır.
- — hakikaten Osmanlılar içinde filozof ünvanına hak kazanmış birisi varsa o da hazreti Mithat’tır (Ahmet Mithat efendi'yi kastediyor).
— Jean Jacques Rousseau'yu hiç sevmem.
— bir deli bir cinayet işlese hiçbir yerde ceza görmez. (...) caniler de bir çeşit deli sayılamazlar mı? (ölüm cezasına muhalefet edişine örnek vermek için soruyor bu soruyu).
-— İbn-i Sinalar, İbn-i Rüşd'ler gibi bilimle ilgilenenler yetişmeyince doğu medeniyeti çökmeye başlamıştır.
— yanlış mesel -
bir zaman da böyle geçsin, pusula
durmadan dönüp dursun: şimdi
neredeyim? Yüksek düş'ün içinde
sarsıntı, soğuk ter gırtlağımda
bir güz mührü, neredeyim ki azalıyorum
gecede yükseliyor simsiyah kanım.

bir zaman da böyle geçti, pusula
durmadan döndü ve durmadan durdu:
şimdi buradayım: kağıtla kalem
arasında titrek, kararsız, bir sınır
varsa beni benden ayıracak, tam da
kanın mürekkebe dönüp kuruduğu yerdeyim.
— Beşir Fuat, yanlış kardeşim benim.
Enis batur

Beşir Fuat haklıymış
'kırık cam paslı bıçak denendi bileğimde
alkole batmış kanım süzüldü usul usul
dönüp baktım aynaya gözlerimde bir şenlik
benden cazip olamaz şimdi hiçbir İstanbul

Beşir Fuat haklıymış hem sergey yesenin de
intihar bir şairi benimseyen tek kundak
damarımı terk eden tutsaklığım belki de
o ki rüyalarımı süsleyen kanlı dudak'
Sefa Kaplan

Ölürken son izlenimleri;
"Ameliyatımı icra ettim. Hiçbir ağrı duymadım. Kan aktıkça biraz sızlıyor. Kanım akarken baldızım aşağıya indi. Yazı yazıyorum, kapıyı kapadım diyerek geri savdım. Bereket versin içeri girmedi. Bundan daha tatlı bir ölüm tasavvur edemiyorum. Kan aksın diye hiddetle kolumu kaldırdım. Baygınlık gelmeye başladı.
Canib-i zabıtadan gelecek tahkik memuruna size anlatmağa mecbur olmadığım bazı esbabdan dolayı terk-i hayata mecburiyet gördüm. Kendi kendimi öldürdüm. Benim yazım ve imzam alem-i matbuatta bulunan muharrirlerce malumdur. Binaenaleyh beyhude işgüzarlık edeceğim diye zaten matem içinde bulunacak familyam azası hakkında bi-lüzum tahkikata girişip de onları iz'ac etmeyiniz. Şu itirafnamem intiharın vukusunu müsbittir. Sizin vazifeniz kağıdı alıp bir jurnal ile makama takdim etmekten ibarettir.
Vücudumu teşhir olunmak üzere Mekteb-i Tıbbiyye'ye teberrüan bahşettim. Cenaze oraya naklolunmalıdır. Beşir Fuad"
5 Şubat 1887

Wednesday, May 21, 2014

Ben hayatımda üç şeyden vazgeçemem.


Ben hayatımda üç şeyden vazgeçemem. Birincisi aşkım Diego, ikincisi sanatım, üçüncüsü ise Komünist Parti. Kimine göre acının simgesi, kimine göre direnişin, kimine göre tutkunun, kimine göre aşkın, kimine göre feminizmin, kimine göre biseksüelliğin, kimine göre devrimin simgelerinden Frida.
Meksikalı ressam Magdalena Carmen Frida Kahlo Calderon, 6 Temmuz 1907′de, Mexico City yakınlarındaki Coyoacan’da doğmuştur. Fakat doğum tarihini, Meksika devriminin gerçekleştiği 1910 olarak söylemiş, yaşamının modern Meksika’nın doğuşuyla başlamış olmasını istemiştir. “Meksika devrimiyle beraber doğdum” demiştir. Bu ayrıntı, onun bağımsız kimliğinin  sosyal ve ahlaki kalıplara karşı koyuşunun, tutkularıyla hareket edişinin, Amerikanlaşmaya karşı Meksikalılığını ve kültürel gelenekleri savunmasının ipuçlarını vermektedir.
Frida Kahlo 4 Yaşlarında
Meksika devriminin çocuğu olan Frida, yaşamı boyunca bedeninde ve ruhunda dolaşan acılarla yoğrulmuş isyan ateşini resimlerine yansıtır. Ama, bu resimlerini sanat sermayesinin kataloglarında görme imkanı bulamazsınız. Resimlerinde dik duran başına rağmen yoğun olarak hissedilen acının nedeni çocukluk yaşlarına dayanıyor. 6 yaşındayken çocuk felci geçirmesiyle başlıyor hikayesi. Aylarca babası bakıyor Frida’ya. Geçirdiği çocuk felci nedeni ile bir bacağı gelişmiyor ve Frida “tahta bacak Frida” oluyor. Zorlu geçen çocukluk yıllarından sonra tıp eğitimi alır Okul’daki yılları onu, dönemin kültürel ve politik havasına çok yakınlaştırır; sanat, edebiyat, özellikle babasının yardımıyla Alman felsefesini irdeler. Daha sonra anarşist bir edebiyat grubuna dahil olan Frida, bilmediklerini öğrenme hırsıyla kitaplarla arkadaştır. Giderek politik bir kimliğe bürünen Frida, 17 yaşında Komünist Gençlik Birliği’ne üye olur. 18 yaşında ise hayatına damgasını vuran tramvay kazasını geçirir. Kahlo’ nun bütün hayatını derinden etkileyen kaza, 17 Eylül 1925′te, erkek arkadaşı Alejandro Gomez Arias ile birlikte otobüsle okuldan dönerken gerçekleşir. Bindikleri otobüs, bir tramvayla çarpışır ve çok sayıda kişi ölür. Alejandro Arias Gomez, trenin çelik çubuklarından birinin, Frida’nın leğen kemiği hizasında, bir  tarafından girip, diğer tarafından çıktığını anlatmıştır.
Ambulans gelip de Frida hastaneye götürüldüğünde, doktorlar, omurgasının, bel bölgesinde üç noktadan kırıldığını, köprücük kemiği ile üçüncü ve dördüncü kaburgalarının da kırık olduğunu gördüler. Sağ bacağı on bir yerden kırılmış, yerinden oynamış ve ezilmişti. Sol omzu çıkmış, leğen kemiği de üç yerden kırılmıştı. Çelik çubuk karnının sol tarafından girip cinsel organından çıkmıştı. Doktorlar, tekrar yürüyebileceğinden, hatta yaşayabileceğinden bile şüpheliydiler. Onu parça parça bir araya getirmeleri gerekiyordu. 32 defa ameliyat olan Frida’nın çocuk felci nedeniyle özürlü olan sağ bacağı kesildi.
Kızıl Haç Hastanesi’nden tam bir ay sonra, 17 Ekim’de ayrıldı. Taburcu edilmişti, ama aylarca evden çıkamayacağı düşünülüyordu. Resimle olan samimiyeti, resmin içinde kayboluşu, resmin onda doğuşu tamda o günlerde başlar. Yatağa mahkum geçen günlerinde sıkıntı ve acıdan kaçmak için resim yapmaya başlar. Kendisini görmek ve resmini yapmak için yanında küçük bir aynası vardır. 1925 yılından başlayarak, Frida’ nın hayatı, korkunç bir savaş ve omurgası ile sağ bacağında dinmeyen bir ağrıyla geçer. Ama çok acı çektiği halde, bunu göstermekten kaçınır.
5 Aralık 1925′te şunları söyler: “Başıma gelen en iyi şey acı çekmeye alışmaya başlamam.” Sadece Frida değil, ailesinin de bu duruma alışması oldukça zaman alır. Sürekli alçı korseyle yatan, acılar içinde haykıran kızlarının karşısında çaresizdirler. Frida’nın tedavi masrafları için aile elindeki her şeyi satmış, zor günler yaşamaktadır.
Bir Pazar günü aile Frida’ nın odasında toplanır. Tahtalar taşınır, alet çantası açılır. Frida’ ya yeni bir karyola yapmaya karar vermişlerdir. O günün akşamı karyola bitirilir. Tıpkı kralların sütunlu karyolasına benzer. Annesi Matilde, sürpriz yaparak yatağın tavanına da bir ayna asar, Frida kendini seyredebilsin diye. Frida’nın ilk tepkisi dehşetlidir. Parçalanmış bedeni ve kendisi ile karşı karşıyadır artık. Bir süre sonra aynanın altında yatan bedenine, parçalanmış kimliğine daha az korkarak bakmaya ve aynadaki Frida’yı çizmeye başlar. Dayanılmaz şiddetteki ağrılarını duymamanın bir yoludur bu: “Aslında pek önem vermeksizin, resim yapmaya başladım” der sonraki yıllarda.
Frida resim çalışmalarını sürdürür, mecburen başladığı resim yapma serüveni daha ailesine maddi olarak destek vermek için kullanmak ister. Yataktan kalkıp iyi hissettiği bir gün dönemin işçi partisi başkan, olan devrimci Diego Rivera‘nın yanına resimleri hakkında danışmak için gider. Pek çok kadının etrafında döndüğü Rivera; çirkin, uzun boylu, şişman bir adamdı. Patlak gözleri, yayvan bir burnu, kalın dudakları ve bozuk dişleri vardı. 21 Ağustos 1929′da Kahlo ve Rivera evlenirler. Evliliklerinin ilk yılında Frida hamile kalır ama hamilelik sırasında yaşadığı sorunlar yüzünden, bebeği aldırır. Başına gelen kötü olaylar bununla da bitmez. Diego’nun, küçük kız kardeşlerinden biriyle ilişkisi olduğunu öğrenir. Hayatının sonraki yıllarında, başından iki düşük vakası daha geçer ve Diego’nun, başkalarıyla da ilişkisi olduğunu öğrenir. 1939 yılında nihayet boşanmaya karar verdir ama 1940′ta yeniden evlenirler.
Marksist Troçki (solda) ve Frida’nın Kocası  Diego Rivera (ortada)
Diego’ya aşık oldum, ailem bundan hiç hoşlanmadı, çünkü Diego bir komünistti ve bizimkiler onu çok çok çok şişman Breughel’e benzetiyordu. Bunun bir fille beyaz güvercinin evlenmesini andırdığını söylüyorlardı. Her şeye rağmen 21 Ağustos 1929′da evlendik. Diego’ya; ‘Kızımın hasta olduğunu ve yaşamı boyunca sağlık sorunları olacağını unutmayın. Akıllıdır ama güzel değildir. Bunu aklınızdan çıkarmayın. Her şeye rağmen onunla evlenmek istiyorsanız, rıza gösteriyorum’ diyen babam dışında düğüne kimse gelmedi.”
Frida için Diego’nun anlamını, günlüğüne yazdığı şu sözlerden izlemek olanaklı: “Başlangıç Diego. Yapıcı Diego. Çocuğum Diego Ressam Diego. Babam Diego. Oğlum Diego Sevgilim Diego. Kocam Diego. Dostum Diego. Anam Diego Ben Diego Evren Diego
İlişkileri, inişli çıkışlıdır. Rivera, skandallar yaratan ilişkiler kurar ve defalarca Frida’yı aldatır. Frida’yı aldattığı kadınlardan biride Frida’nın küçük kız kardeşidir. Frida’nın da aşk diye tanımladığı ilişkileri olur. Bunlardan biri de, Rivera’nın Meksika Cumhurbaşkam’ndan aldığı özel izin sonucu Meksika’ya gelen Troçki’yledir. Troçki, Kahlo’nun evine yerleşir. Aralarında engellenemez bir yakınlık olur. Gizlilik koşullarında bir süre devam eden ilişki, Troçki’nin karısı tarafından fark edilir. Frida, Troçki’den ayrılır.
Marksist Yahudi Leon Trotsky, Karısı Natalia Sedova (solda) ve Gizli Aşkı Frida Kahlo - Mexico – 1937
Frida’nın sağlığı sık sık bozulur. Dayanılmaz ağrıları teklarlar. Buna rağmen bütün gücüyle resim yapar. Amerika’da, Fransa’da sergiler açar. Başarıdan başarıya imza atar. Ama içindeki boşluk duygusundan kurtulamaz. Üç gebeliği de düşükle sonuçlanır. Bebeğe yaşam vererek, bir anlamda bedenindeki ölümle yaşam arasındaki mücadeleden, yaşamı doğurmak ister. Frida, çocuğu olmadığı için, bakıp oyalanabileceği hayvanlar besliyordu. Bunlarla ilgili iki portresi vardır: 1941′de yaptığı “Ben ve Papağanlarım” ile 1943′te yaptığı “Maymunlarla Otoportre”.
1950 yılında, omurgasından olduğu ameliyatlar nedeniyle, yine dokuz ay hastanede yattı. 1953′te ise Meksika’daki galerisinde, ilk kişisel sergisini açtı. Bu sergiye katılamaması, yatağından çıkmasının mümkün olmadığını söylemiştir doktoru. Ama Frida içinden çıkmadığı yatağını taşıyan karyola ile sergiye katılmıştır.1954′te, hastalığı ağırlaştı. Buna rağmen Kuzey Amerika’nın Guatemala’ya müdahale etmesine karşı yapılan gösteriye katılmıştı. 13 Temmuz 1954′te, akciğerlerindeki damarların tıkanması sonucu ölmüştür. Sık sık intihar adına söylemlerde bulunduğu için intihar ettiğide düşünülmektedir. Ölmeden önce yazdığı son notta şöyle demiştir: “Çıkış yolunun güzel olacağını ve asla geri dönmeyeceğimi umarım
1954 Yılında İntihar Ettiği Düşünülen Frida Kahlo’nun
Ceseti Yakılarak Külleri Muhafaza Edildi
Frida’ nın sanatı sürrealist olarak tanımlanmak istense de o bunu reddetmiş sadece kendisini çizdiğini, hayallerini çizmediğini söylemiştir. Bir sürrealist ressam kabul edilse bile gerçeklik Frida’ nın üç cümlesinde gizlidir; ‘Ben hayatımda üç şeyden vazgeçemem. Birincisi aşkım Diego, ikincisi sanatım, üçüncüsü ise Komünist Partisi
Frida’nın resimleri rahatsız edici görünebilir. Dik başlı meydan okuyan bakışlar kimi zaman, kimi zaman Frida başlı oklar yemiş bi ceylan, kimi zaman parçalanmış uçuşan organlar, yıkım, kayıp, kan, acı ama asla kökleri topraktan kesilmeyen varlıklar. Yaşam ve ölüm, bedenin parçalanmışlığı ve aklın bütünlüğü, geleneksel olanla modernlik, gerçek ve beklentiler. Acıyı, umudu, umutsuzluğu ya da direnci anlattı resimlerinde Frida. Kendi gerçekliği ile birlikte Meksika gerçekliğini çizdi.
“Elbisem bu askıda asılı” adlı resminde Amerikan kültürünün öğelerini bir çöplük gibi üst üste yığdı. Kökler ile Meksika tarihinin derinliklerine işaret etti. Kalılo’nun sanatında genel olarak bedenin hissettikleri anlatılıyor. Bedeninin çektiği acı.
Çocuk felci, kaza, bitmek bilmeyen ameliyatlar, buna rağmen ‘Hasta Değilim” diyordu. “Sadece paramparçayım, yine de resim yapabildiğim sürece hayatta olmaktan memnunum”. En büyük acıyı resim yapamaz hale geldiğinde yaşadı.
 Frida Kahlo’nun Umutsuzluk Tablosu – 1945
1943’de La Esmeralda adlı yeni bir sanat okulunda öğretim üyeliğine başlayan Frida, sağlık durumu kötüleşmesine rağmen ders vermeyi on yıl boyunca sürdürdü. Sağlık koşulları nedeniyle Mexico City’e gidemediğinden, derslerini evinde veriyordu. Öğrencilerine “Los Fridos” (Frida öğrencileri) denildi.
1948′de yeniden Meksika Komünist Partisi’ne katılmak için başvurdu ve başvurusu kabul edildi. 1950’de omurgasındaki sorunlar nedeniyle hastaneye kaldırıldı ve 9 ay hastanede kaldı. 1953 yılı Nisan ayında Mexico City’de bir kişisel sergi açtı; Temmuz ayında sağ bacağı kesildi. Frida Kahlo, 13 Temmuz 1954’te, akciğer embolisi teşhisiyle son nefesini verdiğinde; arkasında bıraktığı son tablosu; Yaşasın Yaşam isimli bir natürmorttu. Cenazesi, ertesi gün yakıldı. Külleri, Mavi Ev’de muhafaza edilmektedir. Mavi Ev, 1955′te Rivera tarafından devlete bağışlanmıştır.

Sunday, May 18, 2014

Ser verip sır vermeyen yiğit: İbrahim Kaypakkaya

Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu’nun (TİKKO) kurucularından İbrahim Kaypakkaya’nın işkencede yaşamını yitirmesinin üzerinden 41 yıl geçti
İbrahim Kaypakkaya, 1949′da Çorum’da, daha sonra fabrika işçisi olan yoksul bir köylünün ilk çocuğu olarak doğdu. İlkokulu bitirdikten sonra 1960 yılında Hasanoğlan İlköğretmen Okulu’na girdi. 1965 yılında İstanbul Çapa Yüksek Öğretmen Okulunda ve MEB’e bağlı bu okulun parasız yatılı bursu ile İ.Ü. Fen Fakültesine devam etti. 1967 yılında FKF’nun Çapa Yüksek Öğretmen Okulu Şubesini kurdu ve TİP’ne kaydolarak TİP’nin revizyonist yöneticilerine karşı mücadele etti. Burada meydana gelen ayrışmada Milli Demokratik Devrim tezini savunanlar arasındaydı.
1969 yılında FKF’nin DEV-GENÇ’e dönüştüğü kurultayda, Proleter Devrimci Aydınlık ve İşçi-Köylü dergi ve gazetesi çevresinde yer aldı. Bu arada Trakya’daki topraksız köylülerin, ellerinden toprağı jandarma gücüyle gasp etmiş büyük çiftlik sahiplerinin topraklarını işgal eylemlerine, İstanbul’da Demir Döküm, Sungurlar, Horoz Çivi, tertriks, Ege Sanayi, EAS Akü, Gislaved, Gamak, Singer ve Derby fabrikalarındaki işçilerin haklı grev ve direnişlerine katıldı.
12 Mart cuntasının terörü altında Doğu Anadolu’nun çeşitli yerlerinde yoksul köylülerin toprak mücadelelerini örgütledi. O süreçte içinde bulunduğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi (TİİKP) yönetimini revizyonizmle eleştiriyordu. 1972′de Türkiye Komünist Partisi – Marksist Leninist (TKP – ML) ve Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu (TİKKO)’yu kurdu. 1973 Ocak ayında Vartinik’te, jandarmayla girdiği bir çatışmada yaralanıp beş gün dağlarda kaldıktan sonra yakalanarak Diyarbakır sıkıyönetim zindanlarına kapatıldı. Öldüğü gün olan 18 Mayıs’a kadar işkenceden geçirildi. Kaypakkaya, sorgusunda ve işkencede komünist olduğu dışında hiçbir şey söylemedi.
İbrahim Kaypakkaya, Türkiye Devrim tarihinde ser verip sır vermeyen komünist önder olarak Türkiye halkları tarafından daima hatırlanacak.

Wednesday, May 7, 2014

İki kadın, üç fidan

Bugün 6 Mayıs. Halkın üç fidanının idam sehpasında yiğitçe sonsuzluğa yürüdükleri gün. Türkiye'nin bir çok yerinde öncülüğünü öğrencilerin yaptığı eylemler düzenleniyor. Yusuf Yavuz'un kaleminden çıkan bir hikaye ise, üzerinden 40 yıl geçmesine rağmen neden hala bu "çocukların" unutulmadığını anlatıyor.
Bugün 6 Mayıs. 6 Mayıs’ın bu topraklardaki anlamı çok çeşitli. Hüznü ve mutluluğu, ölümü ve dirilişi, umudu ve direnci simgeliyor. Birçoklarına göre de daha pek çok şeyi. Bugün Hıdrellez. Doğa tanrıcı inanışın günümüze taşıdığı en güzel inanışlardan biri.
Aynı zamanda bugün, gencecik üç fidanını darağacında idam eden bir ülkenin utancının yıldönümü. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın toplumsal belleğimizden çıkmayan, yıllarca da çıkmayacak olan o anlamlı ve onurlu bakışlarının bir kez daha yürekleri dağladığı gün…
Bugün Türkiye’de yaşananlara bakınca, geçmişle ve tarihle yüzleşme nutukları atanların, 27 Mayıs’ın idam ettiği Menderes, Polatkan ve Zorlu’ya karşı rövanş olarak öldürülen üç fidanın ayaklarının altındaki sehpaları çekenlerin hesabını sorup soramayacağı sorusunu bir kenara not edip, umudun hiç tükenmediği bu topraklarda yaşanan bir başka 6 Mayıs gününe, Antalya’ya gidelim.
Hıdrellez sabahı kırmızı hırkalı kadın denizden üç taş aldı ve...

Tarih 6 Mayıs 2010. Antalya, Konyaaltı sahili. Saat sabahın 5’i. Her yıl olduğu gibi Hıdrellez’i deniz kıyısında karşılayan yüzlerce Antalyalı kadın, kıyıdan topladıkları çakıl taşlarına dileklerini okuyup denize atıyor, kumsala resimler çiziyorlar. İçlerinden biri gökyüzünün koyu lacivert renginin altında parlayan kırmızı hırkasıyla eğilip elindeki şişeye deniz suyunu doldurdu. Sonra da üç çakıl taşını hırkasının cebine koyup gün ağarırken yola çıktı. Arabasına bindi. Yalnızdı. Yolu uzundu. Arykandos yamaçlarını sarıya kesen katırtırnaklarından, sedirlerden ve Torosların keçilerinden geçerek iki saat sonra Avlan Gölü’nün ortadan ikiye bölünen sularıyla buluştu.

İçinde garip duygular vardı. Hem huzur hem de tarihi bir anı yaşayan insanların gerilimi…
Avlan yollarında

Kırmızı hırkalı kadın, Hıdrellez sabahı Akdeniz’in kıyısından topladığı üç çakıl taşını cebinden çıkarıp birer birer Avlan Gölü’nün sularına bıraktı. İçinden, Deniz ve arkadaşlarının, üç fidanın ruhlarının “yıldızlarla yarışırcasına özgür olmasını”diledi. Sonra da yanında getirdiği karanfilleri ve Akdeniz’den doldurduğu suyu Avlan’ın sularına kattı. Suyun içinden de sürpriz iki çakıl taşı çıktı. Gülümsedi. Kimseye söylemedi ama göle düşen o iki küçük çakıl taşı için de bir dilek tuttu, gelecek güzel günler için…

Ufukta görünen üç kızıl kanatlı at
Deniz’in adının Elmalı ovasında bir efsane gibi dolaştığını duyunca o günlerin hikayesinin peşine düşüp, yaşananları hayretle okumuştu kırmızılı kadın. O akşam eve dönünce o gün yaşadıklarını dolu dolu yüreğiyle defterine şöyle yazdı: “Mavi derinliklerin koyu geceyle kavuştuğu ufukta üç atlı gördüm. Boğuk sesler yaklaştı ve kurşun ağırlığındaki bulutlardan inerken, suya değdiği yerde katanları kalana kadar kor olup yandı atların boz gövdeleri. Beyaz kanatların beyaz köpüklere vurarak çırpınışını izledim. Hiç direnmeden. Aman dilemeden. Sessiz, vakur bir kabullenişle boğularak yitip gidişini izledim, kara gecenin kararan derinliklerine. Ve üç kızıl gül tomurcuklandı iyot kokulu sulardan. Ufka doğru yol alırken ardı ardına, mavi derinliklerin koyu geceyle kavuştuğu ufukta üç kızılkanatlı at gördüm, doludizgin…”

nostaljik_foto.jpg Dönemin öğrencilerinden Korkmaz Alemdar sol arkada, Nurettin Sarılar sağ arkada ve beyler köyünden Halil Tak önde
Deniz’in ruhuna 40 yıldır kuran okuyan 88 yaşındaki kadının sırrı
Hıdrellez ve Deniz’lerin idam edildiği gün olan 6 Mayıs’ta Avlan Gölü’nün sularına Akdeniz’i, umudu ve aşkı mayalayan kırmızı hırkalı kadın, o günden sonra her 6 Mayıs’ta Avlan’a gideceğine söz verdi. Aynı saatlerde Avlan’ın hemen yakınındaki Elmalı’da yaşayan ve bugün 88 yaşında olan bir başka kadın 40 yıldır sessiz sedasız Deniz ve arkadaşlarının ruhuna Kuran okuyup yemek dağıtıyordu.

Peki ibadetini ve inancını göstermekten imtina eden adı bizde saklı Elmalılı kadının, sessizce ve hiç aksatmadan her 6 Mayıs’ta yinelediği bu anmanın sırrı neydi?
Elmalı ovasında toprak kavgası ve 68’in ruhu
Bunu anlamak için biraz geriye gidelim. Tarihi yazanların değil, yapanların sessiz tanıklığını anlamadan bu ülkede hiçbir şeyi tam olarak çözemeyeceğimizi de unutmadan… Yıl 1968. ODTÜ’lü beş öğrenci, gece yarısı saat 01’de bir otomobile binerek apar topar Antalya’ya doğru yola çıkar. O günlerde öğrenci olanların arasında, Deniz ve arkadaşlarının ruhuna Kuran okuyan Elmalılı kadının, İstanbul’da öğrenci olan oğlu da vardır. Elmalılı kadın, bütün öğrencileri kendi oğluyla bir tutar. O yıllarda bütün annelerin bütün askerleri kendi oğluyla bir tuttuğu gibi… Gençlerin Antalya’ya gitme nedeni, Elmalı ovasındaki köylülerin yöredeki ağalara karşı yürüttüğü toprak kavgasından yükselen çığlıklardır. Elmalı’nın Beyler, Bayralar, Karamık, Sarılar, Taşağıl, İslamlar, Eymir, İmircik ve Yuva köylerindeki topraksız köylüler, Avlan gölünün taşkınlarından geriye kalan arazileri ekerek varlıklarını sürdürme çabası verirken, köylülerle ağalar arasında uzun süredir derinden seyreden toprak kavgası da yavaş yavaş yüzeye çıkmaya başlamıştır.

‘Öyle bir mahsul vardı ki, o derece yani…’

İlk kıvılcım ağaların köylülerin ekili arazilerini traktörlerle ezmesiyle patlak verir. 1967 Ağustos’unda, Avlan gölü kıyısında jandarma eşliğinde hasat etmeye hazır ekinleri ezen traktörler kısa sürede yüz binlerce liralık mahsulü ‘telef’ eder… O günlerde Elmalı otobüs garajında otobüsçülük yapan Yusuf Karacaoğlu tanık olduğu bu olayı şöyle anlatıyor: “Bir gün Isparta’dan komando birlikleri geldi. Askerler köylüleri kontrol altında tutuyorlardı. Ağaların adamları traktörlerle mahsulü ezdiler. Öyle güzel bir mahsul vardı ki, buğday tarlasına giren traktörlerin yalnızca egzoz boruları görünüyordu! O derece yani.”

Kıyımdan kıyam’a Elmalı’da isyan günleri

Birkaç ay sonra Türkiye’nin yakın tarihine damgasını vuracak gelişmelerden birine gebe olan Elmalı Ovası’ndaki köylüler, bu ürün kıyımından sonra ‘kıyam’a geçecek, çırılçıplak soyunarak kendilerini ağaların traktörlerinin önüne atan köylü kadınların yarattığı dramatik sahnelerin bütün ülkede yankılanmasıyla da yıllarca bitmeyecek bir hukuk savaşına dönüşecekti. ‘Elmalı Olayları’ olarak tarihe geçecek olan toprak işgalleri de böylece ülke geneline yayılacaktı. Elmalılı kadınların çığlığını ilk duyanlar dönemin öğrencileri olur.

alan_golu.jpg Avlan gölü
Öğrenciler Elmalı’ya koşuyor
Köylülerin çağrısına uyan öğrenci grupları birer birer Elmalı’ya gelmeye başlar. Değişik aralıklarla Elmalı’ya gelen ve köylülere destek veren beş yüze yakın öğrenciler arasında, Sinan Cemgil, Korkmaz Alemdar, Aydoğan Büyüközden, Gülay Kurnaz (Göktürk), Hayri Eroğlu, Nurettin Hiçyılmaz, Mehmet Cantekin, Seçkin İnceefe, Atilla Keskin, Mustafa Akgül, Ercan Enç, Sahir Koçak, Timur Erkman ve Kamuran Bekir Harputlu gibi isimler vardır.

‘Jandarma ağaların, öğrenciler bizim askerimizdi…’
Öyle ki Elmalı köylülerinin yanında toprak ve hukuk mücadelesine giden öğrencilerin arasında Deniz Gezmiş’in adı da eklenir. Köylülerin birçoğu Deniz’i gördüklerini, dönemin öğrencileri ise Deniz’in o günlerde Elmalı’ya giden öğrencilerin arasında bulunmadığını söyler. Ancak Deniz’in adı, dönemin tüm öğrencilerinin suretinde bir efsane gibi Elmalı ovasında dolanmaya başlar. Ağaların zulmü ve toprak kavgaları dönemini yaşayan köylüler, “ağaların askeri jandarmaydı, bizim askerimiz ise öğrencilerdi” diye anlatırlar o günleri. Elmalı’da bugün bir çok insan anımsamasa da 1967-68 arasında bölge köylülerine destek vermek için gelen yaklaşık 500 öğrencinin ruhu bir hayalet gibi Avlan kıyılarında dolaşıyor.

Deniz Gezmiş’in savunmasındaki göl

Deniz Gezmiş’in “Anayasayı tağyir, tebdil ve ilga” etmekle suçlandığı iddianameye karşı verdiği savunmada Elmalı ve Avlan Gölü’nün de yer alması boşuna değildir. Tarihin tekerrür etmeye doymadığı bu topraklarda yaşam alanlarını savunanların vatan hainliği ile suçlandığı bugünlerde Deniz’in savunmasını yeniden yeniden okumak, yaşam savunusu verenlere ilaç gibi gelecektir: “Elmalı, Antalya’nın bir ilçesidir. Bu kasabaya 10 km . uzaklıkta Karagöl’ün etrafında birkaç köy bulunmaktadır. Altmış yıldan beri köylülerin tasarrufunda olan toprak, Balkan Savaşı, Birinci Emperyalist Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı dönemlerinde, köylüler savaşta oldukları için göl çevresindeki araziyi ağalar tasarrufları altına almışlardır… Sonradan devlet tarafından göl, kanallar açılmak suretiyle kurutulmuştur. Kurutulan göl yerindeki araziyi köylüler kullanmaya başlarlar. Ağalar ise toprağın çok verimli olduğunu gördüğü için, ‘göl kurutulmadan önce çevre arazinin tasarrufu bize aitti’ diyerek hak iddia ederler. Bir taraftan köylüler, diğer taraftan ağalar ekip biçmeye başlarlar. Ağalar, toprağı köylülerden almak için jandarma çağırır, köylülerin ekinlerini sürmeye başlarlar. Bu defa köylüler toprağı işgal ederler, fakat jandarma zoruyla işgal durdurulur. Bugün kurutulan gölün bütününü ağa işletmekte ve köylüleri de emrinde ortakçı olarak çalıştırmaktadır. Böylece Birinci Emperyalist Savaşta ve Kurtuluş Savaşında vatan savunmasına katılan köylüler geçim kaynakları olan arazilerini ağalara kaptırmışlardır. Elmalı’daki bu arazinin miktarı 15 bin dönüm civarındadır.”

İki kadın, üç fidan ve dirilişin günü
Biz yine başa dönelim. Bugün 6 Mayıs. Ülkenin birçok köşesinde hüzün ve umut kol kola dolaşacak. Deniz ve arkadaşlarının mezarı başında, dağlarda, deniz, göl, ırmak kıyılarında atacak hayatın nabzı. Türkiye’nin toplumsal belleğini sıfırlamak için gösterilen inanılmaz ayak oyunlarına karşı Antalya’da kırmızı hırkalı o kadın Akdeniz’in sularına üç kırmızı gül bırakıp, üç çakıl taşını cebine koyarak yine Avlan’ın yolunu tutacak…

Deniz ve arkadaşlarını 40 yıldır sessiz sedasız ve gösterişsiz ve ağır başlı anmayla en anlamlı biçimde bağrına basan Elmalılı kadın, iyice zayıflayan ellerini kaldırıp yine aynı duayı edecek bu ülkenin çocuklarına…
Deniz’in ruhu binlerce yıllık inanışlarla harmanlanarak Anadolu’nun suyuna, toprağına karıştırmıştır. Bu ülkenin değerlerini silmek için çırpınanların fena halde yanıldığı nokta tam da burası.
Bugün 6. Mayıs. Yeniden dirilişin günü…
Yusuf Yavuz

Monday, May 5, 2014

Erdal Öz´ün ´Defterimde Kuş Sesleri´

  
Birsen Ferahlı
Kitabı okurken bir sahne canlandı gözümde. Eski bir köşkün, yüksek tavanından kristal avize sarkan şömineli odalarından birisinde, dip dibe sıkıştırılmış on iki ranzalı yatakhanedeyim. Gece saat on buçuk. Yatma zili çalalı bir saat olmuş. Mayıs sıcağına dayanamayıp, demir parmaklıklı pencereleri açmış içimizden birisi. Lise son sınıfta okuyan yatakhane ablamızla, yan odadan gelen arkadaşı Sibel Abla fısıltıyla konuşuyorlar. Sonra, Sibel´in ağladığını duyuyorum yattığım yerden. Ranzamın demirlerine tutunarak yere atlıyorum, dolabımdan kolonyayı alıp, odanın girişindeki yatakhane ablası ranzasına gidiyorum. \"Ahh canım!\" diyerek başımı okşuyor her iki abla. Orta birinci sınıfta sıska bir kızım. \"Neden ağlıyorsunuz?\" diyorum. Nazilli´li Şule Abla sıkıca sarılıyor bana, \"söyleyeceğim ama, korkma sakın. Dün Deniz Gezmişleri asmışlar\" diyor.

´Defterimde Kuş Sesleri´, her birisi diğerinden karanlık olaylarla üzeri örtülen bir döneme döndürdü beni. Gazete haberi olarak bildiklerimin, gerçek boyutlarıyla karşılaştım. Kitapta belgeler, fotoğraflar da var; ama bu kitap bir belgesel değil. Ya da şöyle denilebilir: kitabın bir döneme ışık tutan belge kitap özelliği ile, romansı tadı öne geçmek için birbirlerine omuz atıyorlar sanki. Olan biten, hem dıştan bir izleyici için görülebilir kılınmış, hem de edebiyat prizmasından geçirilerek, okuyanın iç dünya terazisine konulmuş. Seçim okurun kendisine kalmış artık: idamla yargılanan Münir Ramazan Aktolga´nın Dışkapı Cezaevi´nden kaçırılışını mı ilginç ve inanılmaz bulur, yoksa; ´korku´ ile ilgili paragrafta mı insan gerçeğini duyumsar, bilinmez.

\"İnsanın en yazılacak yanı korkusudur gibi geldi bana. Korkmayan insanın nesini yazabilir ki bir yazar. Şunca aydır nice insanla bir aradayım. Birlikte kalmak için hiç birini ben seçmedim. Bir aradayız, hepsi bu. Nice davranışlarını izledim, gözledim. Korku çoğunda var. Belki hepsinde. Hani suyun altında uzun süre bir yere sıkışıp kalmış bir yaprak, bir gün sıkıştığı yerden nasılsa kurtulup, belki bölünüp parçalanıp, belki çürüyüp, hafifleyip ağır ağır, ama biçim değiştirmiş olarak suyun yüzüne çıkar ya. Onun nasıl artık yapraklığı kalmamışsa, ´korku´nun da nice insanda zamanla yapı ve biçim değiştirerek başka bir kılığa girdiğini gördüğüm anlar oluyor. Bakıyorsun birinde bir ´tik´, birinde ´yüksek sesle konuşma´, birinde alabildiğine ´terslik´, bir başkasında anlamsız bir ´kahkaha´, bir öbüründe sürekli ´uyku´, kiminde de ´yüreklilik´ görünümüne büründüğünü görüyorsun ´korku´nun. Kiminde hiç gizlenmiyor ´korku´. İnsanoğlunun ateşten korkup ateşe taptığı, sudan korkup suya taptığı, giderek korkusundan Tanrılar yarattığı, korkusunu ona tapınmakla gidermeğe çalıştığı gibi...
´Korku bende de var. Niye olmasın ki?\"

Bende de!

İşkencenin nasıl uygulandığı anlatılmamış. Öncesi var, sonrası var ama, işkencenin kendisi yok. Falakaya yatırılma diye bir cümle yazılmamış kitapta; ama hücrede günlerce çorapla yürünüyor, ayakkabı giyilemiyor. Elektrik bağlandığı yazılmamış. Elektrikli sorgulamanın sonuçları hücrenin kapısız helasında gösteriyor kendini.

Ses, ışık, görüntü, nesne gibi dış uyaranların neredeyse hiç olmadığı hücre ortamında; kendi iç hücresindeki imgelere uzanıyor yazar. Dışarının ´yok´luğunda ´iç dünya´ görülebilir nitelik kazanıyor. Çocukluğa gidiliyor. \"Çocukluğum boyunca annemle babam arasında hep arabulucu oldum. Öyle ki, sanki bana güvenerek küserlerdi.\" diyen, hiç kabuk tutmamış bir yara. Gül Önet´e hapishaneden yazılan mektuplardan birinde \"Ama hüzün aklın bir durumudur desem ne diyeceksin? Aklın kendine dönüp, kendi tadına bakmasıdır hüzün dersem?\" Bu cümlelerde çocukluktaki hüznün üstesinden gelmek için, hüznü aklın içine sarıp, çocukluğunun bu temel duygusuna yine de sevgiyle uzanmanın yolunu buluyor Erdal Öz. Bu izlekle , kendimdeki hüzün zemininin de, nasıl oluştuğunu anlamaya başlıyorum.

´Başetmek´. Kitap boyunca, zorluklarla başediliyor. Bunun için gereken direnç ise hep sanattan alınıyor. Anıların omurgasını oluşturan mektuplarda ´başetmek´ için kişilerden bir destek talebi olmadığı görülüyor. Yazarın, o dönemdeki eşi Ülkü Hanım´a ve Gül Önet´e yazdığı mektuplarda, sanat yapıtlarıyla ilgili düşünceleri paylaşma ve duyumların kayıt düşülmesi işlevi ön planda tutulmuş. Zaten mektup biraz da insanın kendisine yazdığı bir metin değil midir? Hele, güvenilen, sevilen bir kişiye yazılan mektuplarda, insan kendi kendisine çok daha fazla yaklaşabiliyor. Erdal Öz koğuşu paylaştığı kişilerle birlikte yemek yiyiyor, sohbet ediyor, volta saatlerini geçiriyor; hatta koğuş temsilciliği yapıyor; ama ben onun asıl maphusane arkadaşlarının Rilke, Dostoyevski, Necatigil, Edip Cansever, Ernst Bloch olduğunu düşünüyorum. Bilim ve sanat, düşüncenin ve ruhun yaralarını saran, onlara yeni tomurcuklar açtıran sağaltıcılardır desek, yanlış bir tanım olmaz sanırım. Yaralarını tükrüğü ile iyileştirmeye çalışan kediler gibi, biz insanlar da -üstelik kendi türümüzün açtığı- yaraları, yine aynı türün ürattiği bilim ve sanatla onarabiliyoruz.

Erdal Öz, bir söyleşide anılardan konuşurken, \"orada insanlar çıplaktı, ben de çıplaktım, maskeler çıkmıştı\" demiş. Bir yazar olarak, çıplak insan ruhlarının arasında yazmadan durması olanaksızdı kuşkusuz. ´Halk´, ´aydın´, ´militan´, ´işçi´, ´asker´ gibi adlandırmalarla imgelemimizde kayıtlı kavramların, maskelerin ardında yalnızca birer insandan ibaret olduklarını görüyoruz anıları okurken. İyi ve kötünün, doğru ve yanlışın iç içe, hatta birbirine dönüşebilen kavramlar olduğunu anlıyoruz.

Kitabı okurken, gerçeklerin insanları kurgulamalar kadar derinden etkilemediğini düşündüm. Son sahnesinde üç gencin asıldığı bir film, üç gencin gerçekten asılmasından daha çok mu duygulandırıyor insanları? Savaş filimleri, savaşlardan daha mı çok ağlatıyor bizi? Kurgu karşısında, öğrenilmiş davranışlarla tepki verirken; gerçek yaşantıların içinde korku ve ´ben canlı kalayım´ kaygısı ile mi kıpırtısız duruyoruz? Apaçık vahşeti yok sayarak, kendi içimizdeki vahşet gerçeğiyle yüzleşmemiş oluyoruz belki de...

Defterimde Kuş Sesleri salt bir anı kitabı olmadığı için, okurunu böylesi sorgulamalara taşıyor. Salt anı kitabı olmadığını olayların tarih sırasına göre verilmeyişinden de anlıyorum. Geriye dönüşler, önceden anlatmalar var.

Bir de simgelerden söz etmem gerekiyor. Hücrenin duvarındaki çiviye asılı ´Goya´ ayakkabı mağazasının, üstünde matador resmi olan, plastik torbası. Görüş günü içine öte beri konulup getirilmiştir. Hücrenin obje fakiri ortamında torba, Mars´tan gelmiş bir uzay gemisi gibi durmaktadır. Tek bir nesne aracılığıyla; yabancılaşma, özgürlük/tutsaklık arasındaki ince ve büyük tragedya, değerlerin görecesi ve yanılsamalar ortaya konulmuştur. Üstelik, bu kadarla kalmaz: hücredeki babanın temiz çamaşırlarını ve sigaralarını saklamakta olduğu torba, evdeki küçük kızına doğum günü armağanı olarak alınan ayakkabının torbasıdır.

Kapılıp gittiğim diğer simge: Erdal Öz´e, hapisten çıktıktan sonra, ağzı büzülü, haki renkli bez bir torba içinde gönderilen daktilosu oldu. Deniz Gezmiş yaşadıklarının, o dönemin belgelenmesini istemektedir. Zaman az kaldı diye telaşlıdır bir yandan da. \"Savunmamızı hazırlamak için gerekli\" diye önce daktilosunu; sonra da, \"bu daktilo ´F´ harfiyle başlıyormuş biz kullanamıyoruz, ayrıca avukattır yardımı olur\" bahanesiyle Erdal Öz´ü idamlıkların kaldığı bölüme sokmayı başarır. Anlatırlar. Erdal Öz dinler, yazar, not alır. Bu görüşmeler ´Gülünün Solduğu Akşam´ adlı yapıtı oluşturmuştur. Hapisten çıktıktan sonra, cezaevi müdürlüğüne defalarca yazı yazılarak geri istenilen daktilo, torbanın içinde, paramparça durumda gelir bir gün. Düşüncelerin yazımında kullanılan daktilo makinesi da, düşünce işlerine bulaşmanın cezasına çarptırılmıştır. Bütünlüğü bozulup, işe yaramaz hale getirilerek, bir torba içinde masanın üstüne bırakılmıştır. Kadavra derslerinden bildiğim, torbaya doldurulmuş insan kemiklerini çağrıştırdı bana torbadaki daktilo tuşları. Kafkavari bir simge girdabında buldum kendimi. Kitapta anlatılan dönemden, hiçlik çizgisine derinleşen bir girdap üstelik...

65. sayfada, \"Bütün gün bir öykü yazmış olmanın mutluluğuyla dolaştım.\" denilmiş. Deniz Gezmiş´le yürürken, \"Bir roman kahramanıyla yan yana volta atıyordum bütün avluda.\" diye bir heyecan! Yazmak bir varoluş seçimi olarak gözlemleniyor Erdal Öz´de.

En bileyici koşullarda bile, dingin değerlendirmeler yapılmış:
\"İnanç, sanırım özgür düşüncenin karşısındaki en büyük tehlike.Dünya görüşü tamam, ama düşünceler inanç haline geldimi, artık tartışma kabul etmiyor. İnanç kendisiyle birlikte bir takım yasaklar da getiriyor. Soru sorma, yanıt verme ortamı kayboluyor. Bizim solcularda da var bu, tıpkı dincilerde, milliyetçilerde olduğu gibi. Oysa Marksizmin en güzel yanı diyalektik denilen o güzel mantığı, ´tez-antitez-sentez´ yöntemini getirmesidir. Sürekli gelişme, sürekli evrim.\"

Ben de, ´İnanç Hapishanesi´ diye bir başlık atıp, düşünmüştüm dört beş ay önce benzeri konuları. İnancın düşünceyi kalıba döküp, dondurabileceği geçti aklımdan. Kalıp donmuş bir şey serttir, şekli değişmez, soğuktur. Yani, bence bir yaşamasızlıktır. Hücrenin, ama bu kez hapishane hücresi değil, canlılardaki hücrenin nasıl yaşadığına bakalım: hücre içindeki sodyum iyonu ve hücre dışı sıvıdaki potasyum iyonu, yarı geçirgen hücre zarından belli bir kimyasal denge oluşturmak amacıyla geçiş yaparlar. Bu iyon değişimi sırasında ortaya çıkan elektriksel enerji de yaşamı oluşturmaktadır. Biyolojik anlamda yaşam, belli bir dengeyi sağlama amacına yönelik sürekli değişimden alıyor kaynağını. İnanç aklın önüne geçtiğinde, yalnızca ideolojik alanda değil, kişisel konularda da tapınma tuzağına düşürebiliyor kişiyi.

Anılar ´an´ları iletebilir mi? Bilmiyorum. Defterler dolusu duygu, düşünce, düş ve gerçek. O defterlerden bir tanesi, hücre kontrolü sırasında alınıyor, hoyratça karıştırılıp, yatağın üstüne fırlatılıyor.

\"Birden sevgili defterimin dışarıdan fırlatıldığını, uçarak gelip bir kuş gibi valizimin yanına konduğunu sevinçle gördüm.
Korkmuştu defterim; ölmüş bir kuş gibi atıldığı yerde kanatları açık kalmıştı.
İşte yine sevgili defterimleyim. İçindeki bütün sesler yine benimle. Yakınına sokulmadıkça duyulamayan kuş sesleri.\"
diyor yazar.

Tutsaklık, özlem, sevda, ayrılık, işkence ve ölümün kol gezdiği kitapta, en yoğun duygusallığı bu satırlarda duyumsadım. ´Sevgili Defter´in aslında Erdal Öz´ün ta kendisi olduğunu anladım. Yakına sokulmayınca duyulmayacak sesler var ´Defterimde Kuş Sesleri´nde.
Duydum.