Tuesday, May 27, 2014

Taşın, Toprağın, Çamurun ve Mermerin Ruhu: Camille Claudel



Claudel21

“Bir avuç toprağı yoğurmayı bile bilmeyenler,
Duygusuz, yavan insanlar.
Bu benim ruhum, en kutsal varlığım…
Bunlar çalışma saatleri. Ruhumun yandığı saatler.
Siz yiyip içerken, dalga geçerken, oburca tıkınırken, ben heykelimle yalnızdım..
Ve yavaş yavaş akan benim hayatımdı.
Bu toprağın derinliklerine kanımı akıtıyordum…”
Taşın, toprağın, çamurun ve mermerin ruhuna; teri, göz yaşları ve hatta ellerinin kanı ile hayat vermiş bir heykel sanatçısı, Camille Claudel, böyle seslenir miskin ve rahatına alışmış insanlığa. Ve, bu sözleri söyleme hakkını ona sonuna dek vermiş bir yaşamdır onunki.
Yaşam öyküleri hep bir parça daha ilginç olmuştur sanatçıların; parasızlık, değeri bilinemeyen eserler, kabına sığamayan ruhlarının verdirdiği radikal kararlarla, ansızın, değişen akışları ve herkesi benzeştirmek için var gücüyle çırpınan bir dünyada özgün kalabilmenin zorlukları. Söz konusu kadın sanatçılarsa eğer, zorluklar listesinin en üstüne yerleşiverir “kadın olmak”.
Camille Claudel de tüm bu zorluklardan payını, hiç hak etmediği şekillerde almıştır. Onun yaşam öyküsü, okuyanına “Onu anlatmalıyım. İnsanlar, yeryüzünden böyle bir kadının da geçmiş olduğundan haberdar olmalılar.” cümlelerini söyleten ve kağıt kaleme sarılmalara sebep olan bir hayattır.
Tutkuyla bağlandığı sanatı, hem en görkemli eserlerine ilham olan hem de felaketini getiren büyük aşkı, acıları ve olanca yalnızlığı ile Camille Claudel; sanat tarihinde olduğu kadar kadınlık tarihinde de önemli bir figürdür.
***
8 Aralık 1864′te, Kuzey Fransa’da doğar Camille Claudel. Babası, bir bankacı olan Lousie Prosper ve annesi, oldukça varlıklı bir aileden gelen Cécile Cerveaux’tur. Louise isimli bir kız kardeşi ve sonraları ünlü bir şair-diplomat olacak Paul isimli bir erkek kardeşi vardır.
Çocukluğunun neredeyse tek uğraşı, bahçedeki çamurdan, mutfaktaki hamurdan ya da geceleri inşaatlardan gizlice kaçırdığı işlenmiş topraklardan küçük heykelcikler yapmaktır Camille’nin. Henüz on üç yaşındayken, “Bismarck”, “Napoleon1″, David ve Goliath” isimlerini verdiği üç heykeliyle ailesinin karşısına dikilir, bir heykeltraş olmak istemektedir ve oldukça kararlıdır.
Onu zaten hep “erkek çocukları gibi” davranmakla ve başına buyruklukla suçlayan annesi, bu kararına büyük bir tepki gösterir; ona göre, Camille de her genç kız gibi temel bir eğitim almalı ve sonra evleneceği adamı beklemelidir. Kız kardeşi Louise de aynı annesi gibi düşünmekte ve buna uygun davranmaktadır.
Neyse ki; ailenin erkeleri, kadınları gibi düşünmemektedir. Kardeşi Paul, adeta hayrandır ablasına ve babası ise, kızındaki cevheri görmüştür, boşa gitmesine izin vermeyecektir.
Aile, 1881′de, Camille gereken eğitimi alabilsin diye, Paris’e taşınır.
O devirlerde, çoğu sanat akademisi kadınları öğrenci olarak kabul etmemektedir. Seçeneği sınırlı olan Camille, Académie Colarossi’ye kaydolur ve bir sene boyunca heykeltraş Alfred Boucher’in öğrencisi olur. Akademide bir yılın ardından, bir grup genç kadın heykeltraşla birlikte, kendi açtıkları çalışma atölyesinde eğitimine devam eder.
1883 senesi; sanat tarihine eşsiz eserler, bir büyük aşk ve pek çok tartışma kazandıracak bir hikayenin de başlangıç yılı olur; “Camille Claudel ve Auguste Rodin’in hikayesi”.
Rodin, “Düşünen Adam/ Le Penseur” heykeli sayesinde, ismini bilmeyenlerimizin bile aslında bir nebze aşina olduğu, heykel konusunda “devrin dehası” olarak gösterilen bir sanatçıdır ve Camille’nin çalıştığı atölyenin eğitmeni olmayı kabul eder.
Tanıştıklarında, Rodin kırk üç, Camille ise on dokuz yaşındadır. Hayatında, yirmi yıldır birlikte yaşadığı Rose Beruet başta olmak üzere birçok farklı kadın olan, bir yandan da kariyerinde de emin adımlarla ilerleyen, kendi bildiğince yaşayan, özgür ruhlu bir adam ve hem heykel sanatı hem de duygusal ilişkiler bakımından henüz yolun başında olsa da bitmek bilmez bir heykel tutkusunu, çalışma hırsını ve parıltılı bir zekayı taşıyan, genç bir kadın.
“Bir sırrı saklar gibi bakan lacivert gözleri vardı.” dediği Camille’in güzelliğinden etkilenmiştir elbet Rodin ama onu, kendi özel öğrencisi olarak seçmesini sağlayan asıl şey, Camille’in ellerinde şekil değil sanki hayat bulan heykelleri, diğer öğrencilerden kısa sürede sıyrılmasını sağlayan özgün yeteneği ve tıpkı Rodin gibi başına buyruk, özgürlüğüne düşkün karakteri olmuştur.
Daha sonraları; “Ona altının yerini göstermiş olabilirim ama bulduğu altın ona ait.” de diyecektir Rodin Camille için.
Bir yıl sonra, Camille, diğerlerinden ayrılarak Rodin’in özel atölyesinde ve sadece Rodin için çalışmaya başlar, ama ne çalışmadır bu! Yeni atölyesi, gece gündüz heykel yontmaktan başka hiçbir şey istemeyen Camille için büyük bir hazinedir; hem istediği kadar kaliteli malzeme ile hem de Rodin gibi bir usta ile çalışmak, saatler boyu durmaksızın çalışmak…
Fakat, bir süre sonra, durum Camille için tehlikeli bir hal almıştır; çünkü, Rodin’in gölgesi altında yaşamaktadır kendi dehası. Günümüzde bir başyapıt kabul edilen “Cehennem Kapıları/ La Porte de L’enfer” heykelinin oluşumunda var gücüyle çalışan, hatta bazı parçalarını bizzat yaptığı bilinen Camille, eserin tüm övgüsünü Rodin’in tek başına sırtlayışına şahit olmuştur söz gelimi ya da bir başka başyapıtı “Öpüşme/ Le Baiser” de yine Camille’in emek verdiği heykellerdendir.
Birlikte oldukları süre boyunca, kariyerinde bir zirve dönemi yaşayan Rodin’in, Camille’e ne denli büyük bir haksızlık yaptığını, başta babası olmak üzere, ona ve sanatına değer veren birçok kişi anlatmaya çalışır. Camille, hiçbirine kulak asmaz çünkü o artık Rodin’e aşık olmuştur; üstelik tıpkı sanatında olduğu gibi, büyük bir tutkuyla.
Rodin de bağlanmıştır aynı güçlü duygularla ama bu aşk, ilhamını zaten en başından beri kadınlardan alan Rodin’e, genç kadının yaşadığı türden olumsuzlukları değil, ilerleyen yaşını hissetmemesini sağlayan coşkuyu ve Camille gibi her istediğini yapmaya hazır bir aşığı ve eserlerinin zerafetinde büyük pay sahibi olan bir modeli getirmiştir. Ayrıca, sanat çevrelerince onun gibi bir yeteneği ortaya çıkaran adam olarak anılması da kendisine bir başka övünç kaynağıdır.
Rodin hayatına girdiğinden beri, kendi kişisel kariyeri adına tek bir eser bile vermemesine rağmen; belki de gözlerini kör eden aşkının etkisiyle, uzun yıllar halinden memnun olarak yaşar Camille. Küçük bir çocukken bile kendini belli eden asi ruhu, kararlılığı, bağımsızlığına düşkünlüğü; içindeki Rodin tutkusuna yenik düşmüştür. Çalışmalarına asla tam olarak onay vermeyen, bazen çok sert ve umursamaz davranan Rodin’i her koşulda kabul etmiştir. İkinci hatta belki üçüncü, dördüncü bir kadının varlığına bile katlanmıştır. Aşkına asla istediği gibi sahip olamayacağı bir adama; gençliğini, sanatını ve dehasını adamıştır yıllar boyu.
Ondan uzak kaldığında özleminin yanına güvensizliğinin getirdiği şüphe de eklenir hep. Şöyle bir not düşer mesela;
“Çıplak, uyudum, sanki sen yanımdaymışsın gibi. Ama uyandığımda her şey eskiye dönüyor.
Beni sakın aldatma.”
“Rodin’in öğrencisi” ile “Rodin’in metresi” sıfatları arasında gidip gelen ama bir türlü ipleri eline alamadığı hayatına bir düzen verme, artık kendi varlığını gerçekleştirme fikri ise, oldukça trajik bir biçimde düşer genç kadının aklına. Kendisiyle evlenmeye hiçbir zaman yanaşmamış olan Rodin’in bebeğine hamile olur Camille. “Heykeltraşlar gözleriyle değil elleriyle görürler ilk, hatta görmekten de öte, dokunarak, hissederek öğrenirler.” Bu bir heykel sanatçısı olarak Camille’in de çok iyi bildiği bir gerçektir.
Ve Rodin, tabiatın nesneleri içindeki en küçük bir kıvrımı, bir kıpırtıyı dahi elleriyle keşfetmekte özel bir yetiye sahip olan Rodin, Camille’in her gün dokunduğu karnındaki değişimi fark etmemiştir bile. Bu durum, bir kırılma noktası olur hayatında. Aşık olduğu adamı zaten hep bir başkası ile paylaşmak zorunda olan Camille, onun kendisine dokunurkenki hissizliğinden derinden etkilenir. Rodin’le uzun vadede, istediği bir geleceğin onu beklemediğini artık anlamıştır. Yine de, son bir umutla belki, ya kendisini ya da Rose Bruet’i seçmesini ister.
Rodin’se, sevmenin çeşitleri olduğunu söyler; bir nevi “Senin yerin ayrı, Rose’un yeri ayrı” tavrı takınır ve bir seçim yapamaz. “Ölüm döşeğinde bile tereddüt edeceksin!” der Camille ve büyük bir kavganın ardından, Rodin’le yollarını geri dönüş yolu bırakmadan ayırır. Bu süreçte, bebeğini de aldırmıştır. Bu iki güçlü karakter, en sert mermerleri bile yontup şekil vermekteki ustalıklarını, birbirlerine şekil vermeye çalışmakta kullanmış ve elbette ki, sonuç bir hikayenin bitimi olmuştur.
Camille hem büyük aşkından hem de bebeğinden vazgeçtiğinde, sene artık 1898′dir ve o artık elinde, sanatından başka hiçbir şeyi kalmamış, on beş yılın bütün yorgunluğunu üzerinde taşıyan, otuz dört yaşında, yapayalnız bir kadındır.
Küçük bir atölye tutar kendine Camille, artık tek dayanağı sanatıdır. Yıllar yılı Rodin’in ismi altında gizlenen sanat dehası kendini tüm ihtişamıyla ve inceliğiyle gösterir. Olanca yaşanmışlığını, acısını, hayal kırıklıklarını döktüğü taşlar, çamurlar ve mermerler sanki dile gelip anlatırlar bu kırık hikayeyi. Baş yapıtlarını bu sancılı döneminde çıkarır ortaya; “Vals/ Le Valse”, “Clotho/ Clotho”, “Geveze Kadınlar/ Les Bavardes” ve “Sakuntala/ Sakountala” gibi eserleri verir peş peşe.
Her türlü konfordan uzak, yoksul atölyesinde yonttuğu bu heykellerden bir tanesi vardır ki; bir taşın nasıl olup da bu kadar duyguyu birden yansıtabileceğine hayret ettirir görenlerini.
Heykelin ismi, “Olgunluk Çağı/L’age Mûr”dır; oniks taşı gibi zor bir materyalin kullanıldığı ilk heykel olması ve figürlerin teknik özelliklerinin mükemmel bulunması bakımından sanat tarihinde ayrı bir yeri vardır.
Onu benim açımdan özel yapan ise, Camille’in kendi elleriyle şekil verdiği, somutlaştırdığı acıdır. Kadınca bir tutkunun ve ihtirasın dev bir anıtı olmasıdır.
Fotoğrafta da görebileceğiniz üzere; Rodin, Rose tarafından sımsıkı sarılmıştır, onunla gitmektedir. Camille ise, tüm gücünü yitirmiştir artık, dizleri üzerine çökmüştür, ellerinin arasından kayıp giden sevdiği adamın arkasından bakmaktadır.
Eserleri ile akademik kariyerinde giderek ilerlerken, eleştirmenlerin hayran yorumlarıyla karşılanırken; yonttuğu her mermere kendi ruhundan, kalbinden ve aklından bir parça ekliyormuş gibi sanki, günden güne kendisini kaybetmeye, eksilmeye başlar Camille. Ayrılıklarının üzerinden geçen onca zamana rağmen, Rodin’i unutamamıştır hiçbir zaman. Üstelik; bu tutkulu aşk, karşılığını bulamayınca hırçınlaşmış ve tutkulu bir nefrete dönüşmüştür. Yaptığı heykellerin beğenilmesi, ünlü olmak, para kazanmak umurunda değildir Camille’in, derin bir bunalımın içindedir. Ara sıra ziyaretine gelen ya da ona para yollayan kardeşi Paul Claudel dışında, kimseyle sağlıklı bir iletişimde bulunmaz.
Kendine bir tecrit hayatı yaşattığı küçük atölyesinde, sadece soğuk mermerlerden bir sıcaklık bularak ve içki tüketimini de sağlık problemlerine sebep olacak kadar çok artırarak çünkü tamamen ayık olduğunda, hayatına katlanamayarak ve hala Rodin’i -bu kez nefret içinde- düşünmeye devam ederek yaşayıp gider.
Bir gece büyük bir sinir krizine girer ve atölyesindeki büyük heykellerden küçük insan figürlerine kadar tüm eserlerini kırar, eskizlerini nehre atar. Bu, onun çok yaklaşmış olduğu iç acıtan sonunun da başlangıcı olur aynı zamanda. Sene 1906′dır.
Bir saplantı haline getirdiği ve ondan bağımsız olarak yükseldiği kariyerini baltalamaya ve geçmişini çaldığı gibi geleceğini de çalmaya çalışmakla suçladığı Rodin ise, Camille bir cehennem hayatı yaşarken; ününe ün katmaya ve birçoğunu Camille’le yaptıkları eserlerinin övüncüyle yaşamaya devam etmektedir.
Eserleri, dehası ve erkek egemenliğindeki bir sanat dalında en az erkekler kadar başarılı olabilmesi sebebiyle, en başından beri Rodin tarafından bile bir “tehlike” olarak görülen Camille’in düştüğü bu durum, kimseyi bir şeyler yapma ihtiyacına sokmamış, büyük bir umursamazlıkla görmezden gelinip unutulmuştur.
1913 senesine gelindiğinde Camille’e son ve büyük darbesini vurur hayat, en kötüyü en sona saklamıştır. Ailesinin zoru ve Rodin’in de desteği ile, hayatının kalan otuz senesini geçireceği bir akıl hastanesine kapatılır Camille. Tek isteği çamuru, taşı ve mermeri ömrünün sonuna dek hissedebilmektir ama artık, eline taş alması dahi yasaklanmıştır. Üstelik babası da ölmüştür Camille akıl hastanesine kapatılmadan kısa bir süre önce; hayatında, kardeşi Paul dışında tek kimse yoktur. Annesi ise en başından beri tasvip etmediği bir hayatı seçen kızını çoktan silmiştir.
“Bu kadar yalnız kalmak için ne yaptım?”
Bu soru, Camille’in akıl hastanesinde geçen otuz sene boyunca aklında dönüp duran en büyük soru işaretidir. Ve belki de cevabı, kardeşi Paul’un şu cümlelerinde gizlidir: “Tüm varlığını Rodin’e bağladı. Tüm varlığını onda yitirdi.”
Yalnızdır Camille, heykeller yapmak istemektedir hala ve evine dönmek.
Yedi sene sonra, doktorlar artık iyileştiğini, dışarı çıkmasının ve heykel yontmaya devam etmesinin ona daha iyi geleceğini bildiren bir mektup yollarlar annesine. Fakat, annesinin umurunda bile olmaz bu; kızının orada kalmasını istemektedir. Geri kalan yirmi üç yılını da o hastanede, hiç hak etmediği bir biçimde geçirecektir.
Kardeşi Paul’e umutsuzca sorar bir mektubunda;
“Bu esaretten çok sıkılıyorum… Eve hiç dönemeyecek miyim Paul?”

Dönemez; kardeşinin artık beş yılda bire indirdiği ziyaretlerini bekleyerek, hala Rodin’i düşünüp “O bile terk etti beni. O bile!” diyerek ve atölyesini özleyerek 1943 yılına dek, akıl hastanesinde yaşar Camille. Öldüğünde, ailesi ya da yakın çevresinden ona bir cenaze töreni düzenleyecek kimsesi olmadığından, birkaç hastane çalışanının yardımıyla sessiz sedasız gömülür.
Ölümünden yıllar sonra, eserlerinin gerçek değerlerinin anlaşılmış, hayatı birçok yazar tarafından kaleme alınmış, adına sergiler düzenlenmiştir. Bu çalışmalar, zanaati değil sanatı seçmiş, heykellerini para ya da şöhret için değil kendi var oluşu için yontmuş Camille tarafından bilinse şimdi bir şekilde, bunu ne kadar önemserdi, bu -çoğu zaman olduğu gibi- geç değer bilmeler onu ne derece sevindirirdi bilinmez. Ama sadece şuna inanmak istiyorum ki; hep çok sevdiği toprağa girdiğinde ve karıştığında onunla, yaşamı boyunca bir türlü duyamadığı huzuru duymuş ve ona bu yaşadıklarını reva gören dünyadan artık kurtulduğu için mutlu hissetmiştir kendini.
Camille Claudel’in yaşam öyküsünü okuduğumda, benim aklıma ilk gelen şey olan ve Elisabeth Kübler-Ross’a ait şu cümlelerle bitirmek istiyorum yazımı:
“Tanıdığımız en güzel insanlar hezimeti, acıyı, mücadeleyi, kaybetmeyi bilen ve en dibe batıp sonra geri yüzeye çıkmanın yollarını bulanlardır. Bu insanlarda onları şefkatle, anlayışla ve derin sevgiyle dolduran minnettarlık, hassasiyet ve yaşam algısı vardır.
Güzel insanlar bir anda güzel olmazlar, onlar oluşurlar.”
* Sanatçının yaşam öyküsünü anlatan bir kitap: Camille Claudel: Bir Kadın/ Anne Delbee
** Sanatçının yaşam öyküsü anlatan iki film: Camille Claudel (1988 yapımlı ve akıl hastanesine kapatılmasına kadarki süreci işleyen bir film) ve Camille Claudel, 1915 (2013 yapımlı ve akıl hastanesinde geçen yıllar üzerine bir film)