Tuesday, August 7, 2012

Tayfun’u Yitirdim Yüreğim Yanıyor‏

 Yıllar önceydi. Benim de içinde yer aldığım bir grup arkadaş, farklı şehirlerde yaşayan anarşist çevrelerin yayın faaliyetini tek bir çatı altında birleştirme sevdasına kapılmıştık. Bir dizi görüşme işi için 93 sonbaharında İzmir’e gitmem gerekmişti. Yazılarını beğenerek okuduğum, ama o güne kadar tanışamadığım Tayfun Gönül, nefes nefese Vedat Zencir’in atölyesine dalmış ve “Gazi sensin değil mi” diye sorduktan sonra “Vedat, Gazi’yle biz çıkıyoruz” demişti. Tayfun’la yola çıktık, çıkış o çıkış.
Ve hemen didişmeye başladık! O, İstanbul’da yayımlamakta olduğumuz Ateş Hırsızı dergisinin niçin İzmir Savaş Karşıtları Derneği’nin varlığını ve çalışmalarını görmediğine sitem etti. Haklıydı. Ben de ona, niçin Ateş Hırsızı’na ilgisiz kaldığını, selam-sabah etmediğini hatırlattım. Haklıydım. Sonunda “olur böyle şeyler” dedik birbirimize.  Şimdi önemli olan Türkiye’de anarşist bir hareket yaratmak, örgütlemekti. Fakat biz, çıktığımız yolun daha başında, yaratılacak “anarşist hareketin” kimliği, karakteri, huyu suyu gibi teferruatta birbirimizle al takke ver külah olmaya başladık. Güya ayrı duracaktık, yüzbin kere tövbe ettik, ama her defasında yeniden biraraya gelip kaldığımız yerden başladık. Ne o vazgeçti huyundan ne ben. Teneşir paklamaz Tayfun’u, o öte dünyada da hakikat arayışından vazgeçmez.  Biliyorum, şimdi yattığı Kilyos mezarlığında da yan komşusuna dönüp “birader ateşin var mıydı” diyerek “kilyos kabristan otonomu” çalışmasına başlar!
1993’ten beri ayrı şehirlerde, ayrı mahallelerde, ayrı evlerde de olsak Tayfun’la hayatımız iç içe geçti. Günler-geceler boyu Tayfun’un çay-kahve-sigara zulmüne maruz kaldım. Çok tartıştık, çok konuştuk, ama az şey yazdık. Cüssemizi çok çok aşan işlere kalkıştık. Kimini yaptık başardık, kimi hâlâ boynumuzun borcu; kimine de hiç başlamadık.  Yarım yamalak bıraktığımız onlarca proje ise serüvenimizin fiyasko sayfalarındaki çeşitliliğini koruyor.
70’li yıllardan itibaren bu ülkedeki toplumsal muhalefetin çeşitli evrelerini, iniş-çıkışlarını yaşadım. Birçok insan tanıdım. Kelle koltukta eylemciler, işinin eri devrimciler, cefakâr dava adamları/kadınları gördüm. Fakat, Tayfun Gönül’deki iç huzuru, barışıklığı, rahatlığı, gösterişsiz sıradanlığı, ruh enginliğini çok az insanda gördüm. O, iyi bir düşünsel birikime sahipti ama, fikirlerin ilkelerin esiri değildi. Farklı konularda deşmedikçe bilgili biri olduğunu anlayamazdınız. Tayfun zekiydi, kavrayışlıydı ama öngörülü değildi. Kendini bilen hinoğluhindi ama, her konuda arif değildi. Mükemmel bir analiz yeteneğine sahipti; soruna neresinden ve nasıl bakılması gerektiğini çok iyi bilen sağlam bir perspektife sahipti. Buna rağmen sık sık yanılmaktan, mantıksız önermelerde bulunmaktan kurtulmazdı. Ben bunu hep onun eylemlilik sabırsızlığına, heyecan ve neşesine yorarım.
İyi bir müteşebbis, müzmin bir müflisti. Çünkü cömertti, dünya malında, şan şöhrette gözü yoktu. Kışın sıcak, yazın serin tutan, üzerinden hiç çıkarmayacağı tek bir giysisinin olmasını isterdi hep.  Öyle ya, o bu dünyaya çamaşır yıkamaya mı gelmişti ki, her gün çamaşır yıkayıp değiştirsin! Gerçekten de haftalarca, gece-gündüz aynı gömleği üzerinden çıkarmadan giymek Tayfun’a yakıştığı kadar hiç kimseye yakışmazdı.
Defin merasimine katılan herkes onun erken gidişine, gençliğine hayıflandı. Ne gençliği yahu Tayfun çocuktu çocuk! Ben onun çocukluğuna yandım. Ve biz, dünyayı isteyen o koca çocuğu Karadeniz’e kıyı veren bir ormanda küçücük bir mezara sığdırdık.  “Ölüm de bir yolculuktur, bavulunu toplayıp gitmek gibi” derdin hep; güle güle Tayfuncuğum seni çok özleyeceğiz.  
 Gazi Bertal.
2 Ağustos 2012
Tayfun Gönül: Hayata da Ölüme de Gülümseyerek Bakan Anarşist...

Tayfun Gönül’ü 1970’lerin sonlarından beri tanırdım. O zamanki Maocu
partinin gençlik örgütlenmesinin içindeydi, Hacettepeli Aydınlıkçı
gençlerden biriydi. Daha o zamandan hayata muzipçe gülümsediğini
hatırlıyorum. Doktor olmak falan umurunda değildi sanki. Hayat öyle
büyük, öyle derin, öyle güzeldi ki. Doktor olmuşsun ya da bir başka
şey, ne önemi vardı. Bu büyük hayatın içine olduğun gibi atılmak, onun
sırlarına kafa yormak ve hep birlikte yaşayıp gitmek en güzeli değil
miydi?
Sonra, 1980’li yıllarda onun doktor olduğu halde hiç de bir doktor
gibi yaşamadığını, anarşist olduğunu, ilk vicdani retçi olduğunu,
kendisi gibi arkadaşlarıyla komünal bir hayat sürdüğünü duydum uzaktan
uzağa. Daha sonra doktorluğu da bırakmış, sahil kasabalarında bileklik
falan satarak yaşıyormuş. Ruhuna yabancı hiçbir hayatı kabul etmeyecek
kadar özgür bir ruhtu.
1990’larda ortak dergilerde yer aldık. Ateş Hırsızı’nda ve
Apolitika’da. Bazen yazılarımızla karşı karşıya geldiğimiz oldu.
Bakunin gibi, hoş, insanı gülümseten bir “komploculuğu” vardı. Beni
eleştiri tahtasına koyabilmek için, Apolitika’nın “anarşizmin
sorunları” üzerine açtığı bir soruşturmada en sonlardaki bir soruya
verdiğim cevabı öne almıştı. Birkaç yıl önce buluştuğumuzda, bizim
evde içerken, bunu, “biliyor musunuz, ben Gün’e nasıl komplo
yapmıştım?” diye gülerek anlatmıştı sofradaki gençlere. Yaptığı
”komployu” yıllar sonra gülerek anlatma dürüstlüğünü gösteren bir
anarşist işte. Hayatın her yönüne gülerek bakma becerisini ancak
Tayfun Gönül gibi yüce gönüller gösterebilir.
Daha buluştuğumuz an sağlığının hiç iyi olmadığını anladım. Çok
kiloluydu, rahat nefes alamıyordu, zor yürüyebiliyordu. Ama
gülümsemesi hiç eksik olmuyordu dudaklarından. Tabii sigarası da. Bu
beden onu nereye kadar götürürse oraya kadar gidecekti. Hayata olduğu
gibi ölüme de gülümseyerek bakıyordu. Çünkü ölüm de o büyük, o derin,
o güzel hayatın bir parçasıydı. O zaman o da alay edilmeyi hak
ediyordu.
Özgür üniversite’de anarşizm üzerine bir seminer vermişti. Çok doğal,
çok özentisiz ama o ölçüde de kapsamlı bir anlatımı vardı. Konuşması
sırasında önüne konan ses cihazıyla oynadığı için bu konuşması ne
yazık ki kayboldu. Büyük hayat çocukça kahkahalarla şenlenen bir
oyundu aynı zamanda. Oyun pahasına konuşmalar kaybolup gitmiş, ne gam.
Kafasında her zamanki gibi bir dergi projesi vardı. Anarşist adlı
dergiyle bu proje hayata geçtiği günlerde yüreği dayanamadı.
Şubat ayında ağır bir kalp krizi geçirip yatağa düştüğünde o yıpranmış
bedeninin ayağa kalkamayacağını tahmin etmiştim aslında. Onu o halde
görmek istemedim. Gönüllerimizde bir tayfun gibi esen o insanı
yatakta, konuşamaz bir halde görmeye dayanamadım. Ama şimdi pişmanım.
Keşke son bir kez görseydim.
Dün Gazi’ye, Avrupa’da yapılacak bir anarşist konferansa yollanacak
kitaplar için telefon ettiğimde, “Tayfun Gönül’ün Anarşizm broşürü de
var mı?” diye sordum. Varmış. “Ondan da ne kadar varsa koy” dedim ama
Tayfun’un sağlığını sormadım, sanki ölümü içime doğmuş gibi. Daha
doğrusu sormak içimden gelmedi. Sanki sorsam olumsuz bir cevap
alacakmışım gibi bir his vardı içimde. Ve bu sabah Ahmet Kurt, maille
verdi haberi.
Tayfun Gönül artık yok ama yaşamaya çağıran, ölümle dalga geçen
gülümsemesi hep yanı başımızda.
 Gün Zileli
31 Temmuz 2012