Monday, June 23, 2014

Anne, senin yüreğin taş olsa dayanır mı?

Bana uzun yıllardır “Nerelisin?” diye soranlara; “Nereli değilim ki...” diye yanıt veriyorum.
İnsanların dünyaya gelirken ‘seçemedikleri’ şeylerden dolayı -içine doğdukları coğrafya, aile, etnik köken, dil, din, sınıf v.s.- kendilerini diğer insanlardan üstün ya da ayrıcalıklı hissetmelerini hiç anlamadım, anlamıyorum.
En son Lice’de askerler tarafından öldürülen iki Kürt vatandaşının ardından Twitter’de “Gezi’ye gittim diye Lice’ye katliam diyecek değilim. Devleti Bölmeye gitmedim. Demokratik hak ve özgürlükler için gittim,” diye yazan avukat hanımefendiye -ve temsil ettiği zihniyete- hitaben aynı gece bir yazı yazmıştım ama  kendi dilimin acılığından kendim o kadar ürktüm ki silip attım. Sadece çok üzgün ve öfkeliydim...
Zaman zaman yazdığım yazılardan dolayı, etnik kimliğimin ‘Kürt’ olduğunu düşünen çok fazla insan var biliyorum. Ama değilim.
Bir Tibet atasözü “Vatan, çölde bir konaklama yeridir sadece,” der. Kendime bir vatan,  bir etnik kimlik seçme şansım olsaydı, böyle düşünenlerin vatanını gönül rahatlığı ile seçebilirdim.
Bir kaç saat içinde doğduğu toprakları terk etmek zorunda kalan ve geride sadece ölüm, acı, gözyaşı; yanmış köyler, evler, hayvanlar bırakan insanlar için neydi acaba vatanın anlamı?
Onlarca yıl ana dilini konuşamayan, konuştuklarında ‘şiddetle’ terbiye edilen, işkence gören bu coğrafyanın ‘öteki’ yerli halkları için neydi acaba vatan?
Kürt kardeşlerinin köylerini, evlerini ve sahip oldukları diğer her şeyi, gözünü kırpmadan ateşe veren emir erlerinin gözünde neydi vatan?
Bugün, başka coğrafyalarda, başka ‘kutsal’ nedenlerle yaşanan vahşeti kınayan, bundan yirmi yıl önce aynı ‘kesik insan başı’ kompozisyonu arkasında objektiflere gülümseyerek poz veren, kanlı postalları ile gencecik çocukların geleceğinin -ve geçmişinin- üzerine çöken bütün o adamlar için neydi vatanın anlamı?
Yıllar sonra yine bir gece yarısı ‘yok hükmünde’ sessizce ölüp gidiveren Liceli iki kardeşimiz için neydi acaba vatan?
O gece silip attığım yazımın yerine, Müge Tuzcuoğlu’nun ‘Ben Bir Taşım’ adlı kitabında yer alan, yirmi bir yaşındaki bir Kürt kardeşimizin anlattıklarından bir bölümünü paylaşmak istiyorum. Hem yazarın, hem bu pırıl pırıl gencecik kadının yüreğine, aklına ve varlığına saygıyla... Buyrun:
“Zorunlu göç ettiriyorlardı bizi. Evimiz yaktılar. Oysa o çatışmanın ortasında bir hayat vardı orada. Altı yaşındaydım. Babam oyuncak bir bebek almıştı. Evimiz yakıldığı zaman o da yanmıştı. Hiç unutmuyorum çünkü o benim sahip olduğum ilk şeydi. O hâlâ benim hayatımda duruyor, hep orada. Bazen diyorum kimsenin hakkı yoktu böyle bir şeye. Sonuçta çocuktum, onu yaşamak istiyordum ben, ayrılmamalıydım...
Bir çocuktan en sevdiği şeyi alıyorsunuz, çocukluğunu çalıyorsunuz; bu durumda ne bekliyorsunuz? Ne verdiniz ki ne bekliyorsunuz? Tabii ki öfke olacak içimde onlara karşı. Tabii ki nefret olacak. İnsanın hayatında bu kadar derin bir yara o küçük yaşta olmaması gerekirdi ama vardı işte...
Bazen bakıyorum küçük çocukların elinden bir şey almaya kalkışınca nasıl direniyorlar. Ama biz direnemedik orada. Onlar bizi alevlerin ortasında bıraktılar. Bir ateş çemberinin içindeydik, her taraf yanıyordu ve biz ancak kendimizi kurtarabildik.  O kadar insan, o kadar hayvan, o kadar mal mülk hepsi talan oldu. Bir hiç uğruna. Sırf içlerinde besledikleri düşmanlık yüzünden.
Abimi burada ilçede, bir saldırıda kaybettik. O günü de unutmuyorum, kız kardeşim kapıya geldi: ‘Anne’ dedi, ‘abimin olduğu yere bomba atmışlar!’ Ama biz inanmadık. Sonra işte, her tarafı yanmış... bir hafta sonra vefat etti.
Bir ağabeyimi göç esnasında kaybetmiştik. Bizim zorunlu göç ettiğimiz yerlerde inanılmaz bir yoksulluk vardı. O kadar yoğun göç vardı ki barınacak yer bile bulunmuyordu.  İnsanlar açlıktan ölüyordu. Sırf arandıkları için hastaneye gidemeyenler can çekişerek ölüyorlardı. Annem ilk iki çocuğunu köyde doğumda kaybetmişti. Abilerim de ölünce bir daha hiç eskisi gibi olmadı. O da onlarla birlikte öldü sanki... Biz kardeşler birbirimize tutunarak bugüne geldik. Anneme, biz de senin çocuğunuz; kendini onlarla birlikte gömmemeliydin, diyemedik.
En son 2007’de çok büyük olaylar yaşandı burada. Biz okul dönüşü bir arkadaşımızın evine gittik. 9-10 yaşlarındaki küçük çocuklar taş atıyorlardı. Balkondan izliyorduk; çocuklardan biri ellerine geçti, öyle bir dövdüler ki onu! Ben öyle çığlık atıyorum ki kimse duymuyor, bir taş olup kendimi fırlatmak istedim aşağıya. Onu görmemek için o anda ölebilirdim. Çocuk, el kadar derler ya işte o kadar. O darbelere nasıl direnç göstersin ya! Hadi ölmedi, psikolojisi ne olur? Hiç mi çocuk olmadılar? Hiç mi bir şeye kızmadılar, hırslanmadılar?
Diyorlar ki birilerinin yönlendirmesiyle... Öyle basit değil. Orada, içinde birikenleri dışa vuruyorsun. Küçük bir çocuğa bir şey yaptırmak çok zordur; o çocuk o taşı attığında dayak yiyeceğini biliyorsa... neden atıyor?
‘Ben buradayım!” düşüncesi olmasa o küçücük eller o taşlara yönelmez. Ve o taş öyle hırçın bir şekilde havada sallana sallana gidip birilerinin ayaklarının dibine düşmez!
Ben çocuk olarak o olayın içindeysem, eğilirdim yerden aldığım bir taşı karşımdakine fırlatırdım ve kafasını kırardım muhtemelen. Ne yapacak o da gelip elini başıma mı sürecek? Gelip bir tane patlatacak! Çünkü onun da canı acımış. Hıncını çıkartmak isteyecek. O zaman ona derdim ki ‘sen bana vurdun çünkü ben senin canını acıttım, ben sana vurdum çünkü sen de benim canımı acıtmıştın. Birbirimizin canını acıtmamak adına birbirimizin yaralarını saralım. Ne sen bana vur, ne ben sana vurayım. Ben bu taşı indireyim sen de gel elini benim başıma sür. Ne çıkar bundan, ne kaybederiz? Aksine hep birlikte kazanacağız...
Çocuklar küçücük yaşta onca yıl hapis cezasına maruz kaldılar. Sırf taş attıkları için mi? Tabii ki değil. Kürt oldukları için! O taşı neden attığını kimse biliyor mu? Kimse onu anlamaya çalıştı mı acaba? Ben o çocuğa ‘bütün suç sende’ diyemem. Suçun yarısını biz üstleniyorsak yarısını da karşı taraf üstlenmeli.
Biz-onlar ayrımı olmasaydı keşke. İçimizdeki bu ben-sen çatışmasıyla zaten iç savaş çıkartacağız. ‘Biz’ demek önemli! Çünkü birlik böyle oluşur. Ben hep birlik ve beraberlikten yanayım. Aydınlık güzel günlere hep birlikte yürüyelim; çocuklarımızın gözlerinde o ışıltıyı görelim. Onlara öyle bir çocukluk yaşatalım ki bu, onların geleceğine yansısın.
Özgürlüğün ne demek olduğunu içinde yaşayarak öğrensin, çocuklar. Gökyüzünde bir güvercin gibi. Kanatları onu nereye kadar götürebilirse oraya kadar uçsun. Nerede son bulursa... Ama özgür olsun.
Burada insanlar çocuklarını zaptedemiyorlar. Çünkü çocuklar hazmedemiyorlar. Yerinden yurdundan edilmişler ve büyük bir çıkmazın içine düşmüşler. Yolun ne sonu görünüyor ne başı; ortada kalmışlar! Ne yapabilir ki?
Benim annem neden onca çocuğundan vazgeçsin ki? O yaşında mezara girsin ki? Bir ağaç gibi olsun isterim annem. Bir ağaç gibi köklerini toprağa, öyle derine gömsün ki hiç bir şey onu yıkamasın. Dalları bir orman gibi gür olsun. Herkes bir yerinden tutunabilsin. Herkese bir şeyler verebilsin. Bir anne yaratmak gibi...
Sırf birileri size öyle söyledi diye, onlara inanmanız, bize ön yargılı yaklaşmanız gerekmiyor. Birileri size ‘orada şunlar yaşanıyor, böyle şeyler yapılıyor’ dediğinde, ‘evet öyledir’ demek yerine ‘acaba neden böyle şeyler oluyor; gerçekten de var mı?’ diyebilmelisiniz.
Biz sadece ‘eşitlik’ istiyoruz. Eskiden buralarda bir Kürtçe şarkı bile söyleyemezdik. Bir dönem, insanlar sırf düşüncelerini söyledikleri için cezaevlerinde idam edildiler. Çırılçıplak vaziyette işkencelere maruz kaldılar. Açlık grevlerinde öldüler. Bugün bunlar görünür kılınmasaydı biz bu günlere gelemezdik. Hani ciğerim yanıyor derler ya öyle. O kadar yandı ki ciğerim hâlâ da yanıyor...
Yirmili yaşlarında başka bir Kürt genci şöyle söylüyor:
Sonuçta özgür bir devlet değil mi burası? Anayasaya baktığın zaman her insan kendi düşüncesini söylemekte özgürdür. Benim babam Kürt olduğunu söylediği zaman, benim amcam Kürt olduğunu söylediği zaman neden öldürüldü? Ben Kürt olduğumu söylediğim zaman neden hep itilip kakıldım?
Benim miladım ‘baban ölmedi, öldürüldü’ idi. Bir insanın vücudundan on iki tane kurşun çıkarılır mı ya? Bir insan bir insana bunları yaptı!.. Ben mi yanlış düşünüyorum, dünya mı yanlış?..”
Bunları yazarken bir yandan Yasemin Göksu’yu dinliyordum... O güzel yürekli kadının, o güzelim sesinden, daha iki gün önce çıkan 'Âh!' albümünü.*
âh bunca yalan, bunca zulüm içimi kanatır,
bir çocuk susar, umut küser, bir dili kanatır…” *
“Ben bir taşım!” demişti bir baba. “Ben çocuklarımın elini toprağa değdirmiyordum, kıyamadığım için. Bir gün oldu, ikisini birden yitirdim. Ben buna katlanabiliyorsam, demek ki ben bir taşım...” **
Şöyle diyor albümünün en başında Şebnem Sönmez:
“Anne, senin yüreğin taş olsa dayanır mı?
kuş olsa, çiçek olsa, gündüz olsa,
kırılmaz mı acıdan, bir sap menekşenin boynu?
bu kez dağlar doğursun beni anne,
sen de ılık bir yağmur ol, durmadan yağ kanayan yerlerime....”
@SibelYerdeniz
* Yasemin Göksu  'Âh!'
https://www.ttnetmuzik.com.tr/video/Hayat_Gecer/3507696
** Müge Tuzcuoğlu ‘Ben Bir Taşım’
(Bu kitabın tüm geliri, hikâyeleri kitaba konu olan ve benzer koşullarda yaşayan çocukların buluştuğu ve eğitim anlamında destek aldıkları Sarmaşık Derneği Çocuk Destek Projesi’ne aktarılmaktadır.)