Monday, April 21, 2014

INGEBORG BACHMANN: “TEK KELİME SÖYLEMEYİN, SİZ KELİMELER!”


“Sizler, ey şair anaları! Sizler, tanrıların sevgili kulları! Bütün bu duyulmamış şeyler, sizlerin kucaklarında kararlaştırılmış olacak. Sizler, gebeliğinizin en derinliklerinde sesler mi işittiniz; yoksa tanrılar aralarında yalnızca işaretlerler mi anlaştı?” Rilke


BACHMANN VE ÜTOPYA

Bachmann, Malina romanındaki ütopya üzerine şunları söyler: “Kimi zaman bana neden içinde her şeyin iyi olacağı ütopik bir ülkeyi, ütopya niteliğinde bir dünyayı tasarımladığımı sordular. Yaşadığımız günlük yaşamın iğrençliği göz önünde tutulduğunda, bu soruyu yanıtlamak bir çelişkiye yol açabilir, çünkü bizler, günümüzde gerçekte hiçbir şeye sahip değiliz. İnsan, ancak maddi şeylerin ötesinde bir şeylere sahipse zengindir. Ve ben bu materyalizm, bu tüketim toplumuna, bu kapitalizme, burada cereyan eden bu korkunçluğa, sırtımızdan yaşamaya hakları olmayan bu insanların zenginleşmesine inanmıyorum. Gerçekte inandığım bir şey var ve ben buna ‘bir gün gelecek’ diyorum. Ve özlemini çektiğim şey, bir gün gelecek. Evet, belki de gelmeyecek, çünkü onu hep yıktılar, binlerce yıldır yıktılar. Gelmeyecek ama, ben yine de inanıyorum geleceğine. Çünkü eğer inanmazsam yazamam.” (Haziran, 1973)

Malina romanı 1971’de yayınlanır, Bachmann 1973’te “uzun yıllar yaşadığı Roma’daki odasında fazla miktarda uyku hapı aldıktan sonra yaktığı sigaranın yol açtığı yangında aldığı yaralar sonunda” ölmeden önce başladığı Todesarten [Ölüm Biçimleri] ana başlığı altında yazmayı planladığı bir dizi romanın başlangıcı olarak. İlk şiirleri 1948/49 yıllarında yayınlanmaya başlar. Bachmann’ın şiir açısından verimli olduğu yıllarda Ernst Jandl “Laut und Luise” (sessiz-ce, 1966) kitabı ile şiir yayınlamaya tekrar başlıyordu. Bu bilgiyi özellikle not ediyoruz çünkü yazımızın amacı da Bachmann şiirinin ütopyacı tarafına bakabilmek.

Adorno “Geçmişin İşlenmesi Ne Demektir?” isimli yazısında (1956) “geçmiş, ancak geçmiş olanın nedenleri, ortadan kaldırılırsa işlenmiş olabilecektir” diye yazar ve şunları ekler: “Geçmişten kurtulunmak isteniyor; haklı olarak çünkü onun gölgesinde yaşamak imkansızdır ve suç ve zorbalık yine sürekli suç ve zorbalıkla ödenecekse, bu dehşetin sonu yoktur; haksız yere, çünkü hep kaçıp kurtulmak istenilen geçmiş hala capcanlıdır.” Ve yazının ana eksenini oluşturan Almanya’da Tarih’in öğretilmesi ile ilgili olarak şu saptamalarda bulunur: “Kuşkusuz, geçmişle ilişkilerde bir hayli nevrotik olgu var: saldırı olmayan yerlerde savunma davranışları, halkı çıkaracak somut nedenler olmayan durumlarda güçlü duygusal tepkiler; son kerte ciddi olunması gerektiğinde duygusal tepki yetersizliği, çoğu zaman da bilinen ya da yarı bilinenin düpedüz bastırılması.”

Sözü Bachmann’ın Malina’sına bağlarsak, hiç tamamlanmamış olan “Ölüm Biçimleri” serisi o derin Alman suçu ile ilgilenmekte belki de: “Faşizm, insanlar arasındaki ilişkilerde başlar, iki insan arasındaki ilişkide başlar...ve ben hep anlatmak istedim ki savaş ve barış yoktur, hep savaş vardır.”

Günlük yaşamın içine akmış, onda içkinleştirilmiş, onun ayrılmaz bir parçası olan ve insanların iç dünyalarını yıkan bir savaştan bahseder Bachmann. Ona göre “boyutları daha geniş olan sonraki tüm cinayetlerin, büyük kıyımların temeli, bu günlük cinayetlerde aranmalıdır.”

Malina’da zaman bugündür ve Bachmann şöyle açıklar bugünün işlenmesini, romanın başında: “Bugün olup bitenler üzerinde ancak böyle bir korkunun pençelerinde yazabiliyor ya da konuşabiliyorum; çünkü Bugün üzerine yazılanları hemen yok etmek gerekir; tıpkı bugün yazılmış ve yerine Bugünde varamayacak mektupların, bu neden ötürü yırtılması, buruşturulması, bitirilmemesi yollanmaması gibi..”

Daha çok şiirleri üzerine yazacağım için Malina’dan sadece ufak bir alıntı ile bozulmamış, hiç-bozulmamış geçmişle ilgili kısa bir alıntı yapmak istiyorum burada; Malina’nın bir yerinde, romanın anlatıcısı antikacılardan birinde 15. yüzyıldan kalma bir yazı kürsüsü bulur. Ve bu yazı masasını almak istemesinin sebebini şöyle anlatır:

“...çünkü o zaman artık bulunmayan eski, dayanıklı bir parşömen üzerine bir şeyler yazabilirim, artık bulunmayan hakiki bir tüy kalemin ve yine artık bulunamayan bir mürekkep kullanarak. Kürsünün başında, ayakta durarak, 15. yüzyılda basılan türden bir kitap kaleme almak isterdim, çünkü bugün, İvan’ı sevdiğimden bu yana bir yıl üç ay ve otuz bir gün geçmiş oluyor, ama ben bir de gösterişli bir Latince yıl sayısı yazmak istiyorum. ANNO DOMINI MDXXLI, kimsenin bir şey anlamayacağı bir sayı. Sonra, büyük harflerin içine kırmızı mürekkeple kırmızı zambaklar çizebilirdim ve hiçbir zaman yaşamamış bir kadının söylencesine saklanabilirdim.”

Ve o parşömene, o tüyle Kagran Prensesi’nin Sırları isimli bir masal yazmayı düşünür. “hiçbir zaman yaşamamış bir kadının söylencesine” saklanabileceğini bilerek.

Neredeyse sıfır noktasında, bundan “yirmi yüzyıl” öncesinden anlatılan bu masal bizim için en azından Bachmann’ın “ütopya olarak yazın” isimli konuşmasında geçen bazı kavramları ve düşünceleri anlamak için uygun olacaktır.

Bachmann konuşmasında “hazır bulduğumuz ve artık geçmişte kalan şeylerin biriktiği bir parça bohçası olmasına karşın ve böyle bir bohça olduğu için, kendi özlem birikimimize göre donattığımız bir umudu ve dileği dile getirir her zaman-bilinmeyen sınırlarla ileri yönelik bir ülkedir” der yazın için. Ona göre bu özlem “bugün değin dil sayesinde oluşmuş olan her şeyin, henüz dile getirilmemiş olan şeylere de katılmasını sağlar.” Özünde Bachmann’ın söylediği, yazının ütopik yapısı, dile getirilmiş olanlarla, dile getirilecek olanları hep birlikte barındırmasıdır. Yani “susku”, “sessizlik” “yazılmamış olanlar” “metin olamayanlar” hep eski metinlerin içinde yeni metinleri oluşturmak için durmaktadır. Bu yüzden yazına bilimsel bir nesnellikle değil ancak “canlı bir yargıyla” varılabilir.

Ona göre oralarından buralarından kesip alıntıladığımız metinler ya da bir şekilde elediğimiz yazarlar, bir yazın tarihinin ne kadar eksik olabileceğini ifade eder. “Ama tamamlanmamış bir şeydir yazın, eskisi olduğu gibi yenisi de öyledir (...) Çünkü geçmişin tüm ağırlığı ile günümüzü zorlar.” Ve bu durumu yapıtların bu durumunu Bachmann “ütopik” olarak değerlendirir.


Kelime
Nasılsa yalnız
Başka kelimeleri çağıracaktır
Cümle de cümleyi
Böylece dünya,
Kesin bir tutumla
Zorla, ister ki,
Artık söylenmiş olsun.
Söylemeyin” (Siz Kelimeler)
Bachmann’ın Şiirlerinde Anımsama ve Ütopya

Adorno “Sanat yapıtlarında varolmayanın gerçekliğini amaçlayan özlem, anımsama biçimini alır.” demekte. Bu alıntı Huyssen’in “Ütopya Anıları” isimli metninin başında durmakta. Bachmann hakkında yazarken, bu kısa yazıya bu tür bir perspektif kazandırmayı gerekli gördüm çünkü Huyssen ve Adorno, Bachmann’ın gördüğü ya da “Bugün” olarak ürktüğü şeyin iki ucunda duruyorlar, hem düşünsel hem de zamansal olarak. Bachmann’ın şiirlerinde –ki yazının amacı bu şiirlere bakmaktır- serpilip duran bu zamansızlık ya da “bugün-süzlük” bir anımsama biçimi olarak metne, dizelere nufüz ediyor:

“Bir ölüyüm ben dolaşıp duran
Artık hiçbir yerde kaydım yok
Bilinmiyorum mülki amirim görev yerinde
Sayı fazlasıyım altın kentlerde
Ve yeşeren taşra yörelerinde

Vazgeçilmişim çoktan
Ve hiçbir şeyle anımsanmamışım

Yalnızca rüzgarla ve zamanla ve sesle

Ben insanların arasında yaşayamayan

Ben Almanca diliyle
Çevremde kendime mesken
Edindiğim bu bulutla
Bütün dillerde sürüklenmekteyim” (Sürgün)

Huysens’in ütopya kavramına bakışı çok kapsayıcı olmasına rağmen bizim ilgilendiğimiz kısım, Alman dili/sanatı açısından özellikle 60’lardan sonra belirlediği üç ütopya projesi tanımlamasıdır:
sanatı yaşamda içererek yadsıma
radikal metinsellik
estetik aşkınlık

Birinci şık kapitalizm sonrasında, metaların sanat eserinin yerini ve sanat eserinin metaların yerini alması ile hepten tükenmiş olabilir şeklinde açıklar Huyssen özetle.

İkinci şık, “orta sınıfın estetik zevklerini aşma” olarak nitelendiriliyor yazar tarafından ve bu tür biçimci denemelerin etkisinin zayıfladığını, yeni bir avandgarde hareketin pek mümkün olmaması ile malûl olduğunu belirtiyor. Ve özetle iki ütopik projenin tükenişini geniş ölçüde “siyasetin sanatın devrelerine fazla” yüklenmesinden kaynaklandığını söylüyor.

Huyssen, üçüncü ütopik proje olarak “estetik aşkınlık ütopya”sından bahseder. Bu tür ne birincideki gibi sanat eserini ortadan kaldırır, ne de onu ikincideki gibi siyasanın eline verir. Sanat eserine yaşanılan zaman içinde ütopyanın “ete kemiğe bürünmüş” zamansallığını sağlar. “bu projenin temelinde, modernist epifani sanatı, yani zamanın bildik akışı dışında ve yalnızca estetik deneyim olarak ulaşılabilir olan zamansal deneyim vardır” diye açıklar.

Sanat eserinin son yirmi yıldaki gerilemesini bellek yitimi çağında, geçmişten, onun baskıcı biçimlerinden, adetlerinden, örgütlenmelerine bağlar Huyssen ve modernist projeyi güçlendirmesine rağmen, sanat eserinin modernist projenin yarattığı öteki yaşamın ürünü olduğunu da söyler. Ona göre ‘sanat yapıtı’ eş zamanlı görüntülerin, televizyonun etkisi ile zayıflamıştır. Anlık olan sanatsal, estetik deneyim, ancak geçmişin “arzusunu” (nostalji) taşımaktadır diye düşünebiliriz..

Huyssen şunu belirtir: “Bu tür edebiyat söz konusu ütopya/gerçeklik sorunsalını sinik olarak gerçekleştirmek yerine onun içinden çalışarak bu tür edebiyat gerçekten kurmaca ile gerçeklik, estetik temsil ile tarih arasındaki gerilimi korumaya yardımcı olabilir.”

Bachmann’ın şiirlerini yayınladığı yıllarda ütopyacı projeleri değerlendiren Huyssen açısından baktığımızda Jandl ile Bachmann iki ayrı bakış açısını, iki ayrı projeyi temsil etmekte. Çünkü Jandl’ın “radikal metinsel”liği Bachmann’ın yönünün tam tersi gibidir:

“Almanca konuşan ülkelere Nazi egemenliğinden miras olarak ‘müptezel bir dil’ kalmıştır. Rejimin elinde Almanca, sadece Jandl için değil, savaş sonrasında yazmaya başlayan birçok Alman yazarı için –Orwell’in 1984’te anlattığından geri kalmayan- bir kirlenme geçmiştir. Bu durumda en iyisi, sadece “yöntemlere, tekniklere” değil, cümlelere, kelimelere bile “topyekün kaybolmuş” gözüyle bakmak olacaktır. Yeni şiirin nasıl olacağını deneyerek bulmaktan başka çare “çıkar yol” yoktur.” (Tevfik Turan, Ernst Jandl Seçme Şiirler için Sonsöz)

“...şimdiye kadar hep söyleyecek bir şeyi olasıymış ve
hep bilesiymiş, bunun şöyle, şöyle, şöyle, söylenebileceğini
o yüzden de hiç uğraşması gerekmeyeseymiş ne söyleyeceği
konusunda; tabii bu söyleyişin hangi yoldan olacağını tartasıymış.
Çünkü insanın ne söylemek istediği bakımından seçeneği
olmayasaymış; ama bunu hangi yoldan söyleyeceği
bakımından bir sürü belirsiz olasılık olasıymış, her bir şeyi
söyleyen hem de hep aynı yoldan söyleyen şairler de
olasıymış. Böylesi hiç çekmeyeseymiş; çünkü
nihayet söylenecek tek bir şey olasıymış, ama bu tekrar
tekrar ve her seferinde yeni bir yoldan söyleneseymiş.” (Jandl, Daha İyisi Saksafon, Seçme Şiirler)

“Böylesi hiç çekmeyeseymiş; çünkü
nihayet söylenecek tek bir şey olasıymış, ama bu tekrar
tekrar ve her seferinde yeni bir yoldan söyleneseymiş”. demekte Jandl. Bachmann Frankfurt Dersleri’nde şöyle der:

“Arkamızda bıraktığımız yazın, yürek çeperlerinden koparılmış sözcükler, ağıtsal bir suskunluk, konuşa konuşa yorulan sözcüklerden işlenemeyen tarlalar ve kötü kokulu ürkek suskunlukların oluşturduğu bataklar değil mi; her zaman her şeyin, her iki anlamıyla dilin ve suskunun yer aldığı.

Sürekli çağırıyor bizi ve kendine çekmeye çalışıyor her ikisi de hep yanlışlıklara eğilimi ve katkısı olan bizlerin yeni bir gerçeğe katkısı nerede başlayacak? Konu şiir olduğuna göre, şiirin bu gerçekliğe katkısı nerede başlıyor:

KURTLARIN KUZULARA KARŞI
SAVUNMASI

Unutma beni mi yesin akbabalar?
Çakalın deri değiştirip,
Kurtluktan sıyrılması mı isteğiniz?
Dişlerini kendi mi söküp atsın?
Politruks ve papadan
Neden hoşlanmazsınız ki?
Neden bakarsınız bön bön
Şu yalan söyleyen ekrana?
Kim parçalar besili horozu tefecinin önünde?
Kim asar tenekeden haç’ı
Zil çalan karnına? Kim
Alır bahşişi? Gümüşten sikkeyi,
Sus payını? Pek çok
Soyguna uğramış, var oysa hırsız az.
Kim alkışlar ki onları? Kim” (Enzensberger)

Bachmann konuşmanın devamında “yeni biçimler”e dair söyleyememesinin açıklamasını yapıyor. Ve yenilik tutkusunun, modernin yenilik tutkusunun dibinde yatan eski’nin biçimlerine büründüğünü anlatan ve ispat eden Gustav René Hocke’nin iki kitabından bahsediyor. Ve özellikle “Yazında Manierizm” isimli yapıta kısaca değiniyor. Kitabın tezlerinden bahsederken şunları söylüyor: “Önemli bulgularıyla birçok konuya ışık tutan bu ilginç kitap, o denli ilginç sonuçlar doğurdu. Bu kitapta söylenenler, ister 1600 ister 1910 yılında olsun, hep birilerinin daha önce davranmış olmaları nedeniyle yeni dil denemeleri, sözcük çekirdeğini parçalama, yeni imgeler yaratmayla uğraşanları düş kırıklığına uğrattı.” Kitabın ortaya koyduğu görüşler, III. Yüzyılda bile bugünün modernlerinin denediklerini kendi çerçeveleri içinde deneyenlerin olduğu. “Meğer” diyor “herşey her zaman varmış, en sonunda anlayabiliyoruz; her şeyi anlamak her şeyi bağışlamak demek zaten.”

Bachmann, bu tür yeni denemelere, özellikle biçimsel denemelere sıcak bakmıyor bu Manierizm yüzünden. Bunu da açıkça ifade ediyor. Ama bu yeni biçimcileri suçlamasının da altında pek haklı sebep olmamasından dolayı –sonuçta şairin ‘ahlaksal’ ya da ‘anlıksal’ üretimi/tutumu tamamen onun vicdanına ve ispat edilemeyen bazı bağlantılara kalmışsa- bu temellendirme pek işe yaramayacaktır. Kendi zamanının şairlerini eleştirirken, onlardaki bazı olumlu yönleri de buluyor bu yüzden, kısaca onları “bağışlıyor” diyebilirim. “Şiirler (sayıca çok ve birbirlerinden farklı olmalarına karşın) artık tad alınabilecek bir nitelikten öte, iletişimsizlikten kaynaklanan bu dilsizlik çağında, bilinçle bu dil yoksunluğunu giderme çabasını taşıyorlar. Yepyeni bir onura ulaşıyorlar böylece; amaçlamaya cesaret edemeyecekleri denli yüce bir onura.”

Bachmann için biçimsel sorunlar geri planda. En erken şiirlerinden, en olgun şiirlerini barındıran “Büyük Ayı’ya Çağrı”ya ve son şiirlerine kadar çok daha bozulmamış bir sessizliği ifade etme yönündedir. Kelime seçimleri, okurun gözlerinin önüne serdiği “ön” dışında bir de “arka” planı oluştururken izlediği yol, okuru sadece kağıt üzerine karalanmış “harflerle” baş başa bırakmaz. Eğer kelimeler okurun kafasında birleştikçe “bilgi yüklü iletiler” olarak iş göreceklerse, daha sarsıcı ve sahici bir deneyimi ortaya koymayı amaçlar. Okurken şairin sesinin onca “ben” zamirine rağmen aradan kalktığını ve okurun “ben”i haline geldiğini hissedebilir insan..

Bu yüzden Jandl’ın bildirisi “eski de olsa yeni bir yolla söylemek” fikri Bachmann’a pek iç açıcı gelmemiştir. Ona göre “geçmişin işlenmesi, geçmişin zorbalıklarının ortadan kaldırılması” ile mümkündür, Adorno’nun işaret ettiği gibi. Geçmişle yüzleşme ya da susmanın gerçekten bir “kabullenmeden” öte –büyük Alman suçu ve Faşizm düşünüldüğünde- gerçekten yaratıcı bir susku olması için, kelimelerin biraz “rahatsız” edilmeleri gerekiyor. “siz, tek kelime etmeyin! Kelimeler” vurgusu, işte eski şeylere yeni kılıflar uydurmaktan değil, yeni şeylere, eski ama eskide pek görünmeyen taraflar eklemekle mümkündür belki de..

Bachmann’ın gündelik olanla, gündelik konuşma dili ile, gündelik hayatın şeyleri ile tanışması, genellikle son şiirlerine denk geliyor. Onun dışında daha fazla çağrışımları aha “anıtsal” gibi görünen bir dil içinde karıyor kelimelerini. Daha ekonomik değil, dil kullanımı ama daha arındırılmış, gündelik olanın hayhuyundan arındırılmış bir yanı var. “Büyük Ayı’ya Çağrı” bir sal yapma çağrısı ile başlar, Mercan’lar, dağlar, gece, yıldız, rüzgar, yaprak vs. Şiirlerinde Bachmann’ı ya da okuru “bugün” içinde konumlandırabilecek, çok az ipucu vardır bana göre.

Daha önce de belirttim, Malina “bugün” ile başlar, Bachmann için en temel sorun olarak. Ve Zaman, zamanın bilinci her şeye yakın olmanın bu zorunlu durumu bir sürü şeyi yapmaktan alıkoyar bizi

“Bunca yaşamda ve ölüme bunca yakın,
o yüzden hesaplaşamıyorum kimseyle,
koparıp alıyorum yeryüzünden kendi payımı;

saplıyorum yeşil hançeri yüreğinin ortasına
Atlas Okyanusunun, kendi sularımda boğuluyorum.

Tarçın kokusu yükseliyor çatıdaki kuşlarla!
Katilim olan zamanla yalnız başımayım.
Esrikliklere ve maviliklere sığınıyoruz birlikte.”

Fakat bu zamandır ki –katilimiz olan Zaman- geçmiş ile gelecek arasında bugünü de var eder. O yüzden ancak Zaman’ın yanında onunla birlikte sığınılabilir maviliklere. Geçmiş olanın da dili zamanda gizlidir.

“ben almanca diliyle
çevremde kendime mesken
edindiğim bu bulutla
bütün dillerde sürüklenmekteyim.”

Ve sanki, çelimsizce ve haddi olmayarak aldığı bu sözü, yine suskunluğa ulaşmak için zaman içinde kullanacak, eskitecektir.

“söz bende şimdi, onu
hüznün elinden aldım,
layık olmaksızın, çünkü ben
nasıl da layık olabilirim
bir başkasından – ben ki,
kendim gökten düşüp
içimize yayılan o korkunç
ve yabancı, bu dünyanın
bütün güzelliklerine ve
kötülüklerine katılan bulut
için, bir kaptan başka
bir şey değilim.” (Budala, Prens Mişkin’in bir monologu)

Bir söz bulutundan bahsediyor Bachmann. Belki de her sözün, geçmişe ait her sözün etrafını saran bir söylem bulutundan, ağır ve kasvetli bir buluttan, bir yan okumalar cehenneminden ve bir kurgular, örgüler ağından da bahsediyor. Öyle ya, eğer geçmişi örneğin Faşizmi ortaya çıkaran da bu sözler olabilir pekala. Ya da bu sözlerin içinde, söylenmemişler..gizlenmişler ya da görünememiş olanlar. Bu yüzden Bachmann’ın “söz bulutu” tam anlamı ile bir “söylem bulutu”dur bana göre.

Belki de dil, ya da şiirdeki dil, işte bu bulutun ağırlığını ne kadar hafifletebilirse, onun toplumsal ama baskıcı yanını ne kadar törpüleyebilirse, okur ile hem tek tek hem de büyük ölçeklerde bağlantı kurabilecektir. Ne yazık ki bu şairi, şiirinden soyutlayan, onu kelimeleri seçen birine indirgeyen bir düşünce. Bachmann’ın Türkçe’ye çevrilmiş şiirleri bile bu tür bir boyunduruktan kurtaramaz okuyucu. Sonuçta arkalarında illa da hesaplaşılması gereken bir “geçmiş”in kelime izlerini bırakırlar. Kelimelerini değil, izlerini sadece..

O yüzden örneğin Bachmann’ın birey olarak içine girdiği “dil” deneyimi asla ve asla, sadece Ingeborg Bachmann’ın kişisel tasarrufu değil, daha başka büyük sistemlerin dillerinin çarpışmasıdır. (Fatih Altuğ, Mizan Sayı 9, “Yazı Antropolojik Savaş Aleti”). Bu yüzden belki de “o sözleri ödünç aldığını” ya da “layık olmadığını” ve sadece bir “kap” olduğunu söyletecektir Mişkin’e.

Elbette sadece bu değildir, ama Bachmann’ın şiir eleştirilerini daha çok bilimsel, nesnel değil, “canlı bir yargıya” dayandıran ve ancak öyle anlaşılabileceklerini söylediği “canlılık” da bu karşılaşmadan, antropolojik karşılaşmadan nasibini alacaktır. Bachmann hiçbir zaman dil’in boyunduruğundan kurtulamamıştır sonuçta..o yüzden “tek kelime etmeyin/siz/kelimeler” der. Kelimeler de geçmişin, bugün üzerine kurduğu tahakkümün araçlarıdır..

Bu kalıpları sadece estetik kalıplar olarak görüp, onlardan kurtulmayı göze alan Jandl’ın yanında biyografisini gözden çıkararak bunun daha içsel bir deneyim olduğunu bize gösteren Bachmann arasındaki fark, Bachmann’ın yapıcılığı ile Jandl’ın ve diğer radikal metincilerin, avangardların, “Edebiyat Öldü” sayısı ile Kursbuch dergisinin, Kaspar oyunu ile Hendke’nin, ya da tamamen kendi kişisel varoluşunun edebiyatını, en karamsar biçimde yapan Thomas Bernhard’ın içkin yıkıcılığının yanında daha üstte değildir. Bu belki de bize Avrupalı Modern estetiğin ilmek ilmek çözüldüğünü gösteren işaretlerdir. Alman dili ve çevresi için gecikmiş bir modernliğin sorunsal olarak edebiyata yansıması, sanatçının, Bachmann’ın şiirlerindeki gibi “toplumsal alanda belleğe dayanma, öznelliğin sınırlanmasına ve toplumsal tutarlılığın çözülmesine direnme arzusunu” gösterir (Huyssen). Fakat bunun ötesinde, Bachmann’ın şiirleri üzerinden söylemek gerekirse:

“ne varsa bırakıp git, ey düşünce!

Acılarımızdan başka bir şey olmasın hamurunda.
Bütünüyle tercüman ol bize!”

onarımcılıktan öte, geçmişin onarılmasından öte bir işlev de görmeyecektir “söz” ve sanatçıyı da geçmişin içinde bir yerde konumlayıp, söz bulutunun içinde boğup, öldürecektir. Kaldı ki “geçmişin” kurgulanmasını ve meşrulaşmasını sağlayan, onu herkes, her dil için örgütleyip, hizaya sokan da yazının kendisinden başkası değildir...o “kap” metindir/gövdedir, ve ancak sözü taşırdıkça işe yaramaktadır..

Kaynaklar:

Alacakaranlık Anıları – Andreas Huyssen (metis)
Ingeborg Bachman – Toplu Şiirler YKY
Bu Tufandan Sonra – Bachmann Seçkileri (metis)
Frankfurt Dersleri – Bağlam Yayınları
Geçmişim İşlenmesi Ne Demektir? – Adorno, Defter sayı 38
En İyisi Saksafon - Ernst Jandl, YKY
Sanayileşme – Edebiyat İlişkileri Açısından Alman Naturalizmi – Dr. Sevim Acar (işaret)
Malina – Bachmann (B/F/S Yayınları)