Monday, June 23, 2014

Mikail Aslan - Yasemin Göksu - Devlet dersinde ölmek -Bêsebep

AlbümAh
Yılı2014
1915’ten 38’e, Dersim’den Roboski’ye…
Bu toprakların yitip gitmiş tüm ‘öteki’ evlatlarına!

Bilmez misin bu evlerin özgürlüğü mezarlardır Üç renkli bir kefene sarılır rüyaları.
Harflerden ve taşlardan bir gelecek ağıdı Herkes dağlardan bir kandile pervanedir burada.
Ölüm korkudan merhametli, diyor, avuçları toprak İçinde soğumuş bir tanrı, tükenmiş namazlar kılıyor. Kar yosunları, dişbudaklar, yaban cevizleri Evlerin pencerelerine üşümüş fotoğraflar getiriyor. Halkın kirpiklerinden bir beşikte çocuklar Üç zamanı birden büyüyor katillerine gülümseyerek. Beyaz tülbentlerinde siyah zamanlar Kadınlar çaresizliğin cenazesini kaldırıyor.
Ölüler son nefesleriyle karları tutuşturarak Üniformalı bir sabaha çıkıyor dağlardan soğuk.
Ben sana geliyorum, ters lale, yedi göller, zeytin acısı Her sözünle o çocuklar yeniden doğuyor ağzından
Şiir: Şükrü Erbaş
Saksafon: Mikail Aslan
Bêsebep 

Anne, senin yüreğin taş olsa dayanır mı?

Bana uzun yıllardır “Nerelisin?” diye soranlara; “Nereli değilim ki...” diye yanıt veriyorum.
İnsanların dünyaya gelirken ‘seçemedikleri’ şeylerden dolayı -içine doğdukları coğrafya, aile, etnik köken, dil, din, sınıf v.s.- kendilerini diğer insanlardan üstün ya da ayrıcalıklı hissetmelerini hiç anlamadım, anlamıyorum.
En son Lice’de askerler tarafından öldürülen iki Kürt vatandaşının ardından Twitter’de “Gezi’ye gittim diye Lice’ye katliam diyecek değilim. Devleti Bölmeye gitmedim. Demokratik hak ve özgürlükler için gittim,” diye yazan avukat hanımefendiye -ve temsil ettiği zihniyete- hitaben aynı gece bir yazı yazmıştım ama  kendi dilimin acılığından kendim o kadar ürktüm ki silip attım. Sadece çok üzgün ve öfkeliydim...
Zaman zaman yazdığım yazılardan dolayı, etnik kimliğimin ‘Kürt’ olduğunu düşünen çok fazla insan var biliyorum. Ama değilim.
Bir Tibet atasözü “Vatan, çölde bir konaklama yeridir sadece,” der. Kendime bir vatan,  bir etnik kimlik seçme şansım olsaydı, böyle düşünenlerin vatanını gönül rahatlığı ile seçebilirdim.
Bir kaç saat içinde doğduğu toprakları terk etmek zorunda kalan ve geride sadece ölüm, acı, gözyaşı; yanmış köyler, evler, hayvanlar bırakan insanlar için neydi acaba vatanın anlamı?
Onlarca yıl ana dilini konuşamayan, konuştuklarında ‘şiddetle’ terbiye edilen, işkence gören bu coğrafyanın ‘öteki’ yerli halkları için neydi acaba vatan?
Kürt kardeşlerinin köylerini, evlerini ve sahip oldukları diğer her şeyi, gözünü kırpmadan ateşe veren emir erlerinin gözünde neydi vatan?
Bugün, başka coğrafyalarda, başka ‘kutsal’ nedenlerle yaşanan vahşeti kınayan, bundan yirmi yıl önce aynı ‘kesik insan başı’ kompozisyonu arkasında objektiflere gülümseyerek poz veren, kanlı postalları ile gencecik çocukların geleceğinin -ve geçmişinin- üzerine çöken bütün o adamlar için neydi vatanın anlamı?
Yıllar sonra yine bir gece yarısı ‘yok hükmünde’ sessizce ölüp gidiveren Liceli iki kardeşimiz için neydi acaba vatan?
O gece silip attığım yazımın yerine, Müge Tuzcuoğlu’nun ‘Ben Bir Taşım’ adlı kitabında yer alan, yirmi bir yaşındaki bir Kürt kardeşimizin anlattıklarından bir bölümünü paylaşmak istiyorum. Hem yazarın, hem bu pırıl pırıl gencecik kadının yüreğine, aklına ve varlığına saygıyla... Buyrun:
“Zorunlu göç ettiriyorlardı bizi. Evimiz yaktılar. Oysa o çatışmanın ortasında bir hayat vardı orada. Altı yaşındaydım. Babam oyuncak bir bebek almıştı. Evimiz yakıldığı zaman o da yanmıştı. Hiç unutmuyorum çünkü o benim sahip olduğum ilk şeydi. O hâlâ benim hayatımda duruyor, hep orada. Bazen diyorum kimsenin hakkı yoktu böyle bir şeye. Sonuçta çocuktum, onu yaşamak istiyordum ben, ayrılmamalıydım...
Bir çocuktan en sevdiği şeyi alıyorsunuz, çocukluğunu çalıyorsunuz; bu durumda ne bekliyorsunuz? Ne verdiniz ki ne bekliyorsunuz? Tabii ki öfke olacak içimde onlara karşı. Tabii ki nefret olacak. İnsanın hayatında bu kadar derin bir yara o küçük yaşta olmaması gerekirdi ama vardı işte...
Bazen bakıyorum küçük çocukların elinden bir şey almaya kalkışınca nasıl direniyorlar. Ama biz direnemedik orada. Onlar bizi alevlerin ortasında bıraktılar. Bir ateş çemberinin içindeydik, her taraf yanıyordu ve biz ancak kendimizi kurtarabildik.  O kadar insan, o kadar hayvan, o kadar mal mülk hepsi talan oldu. Bir hiç uğruna. Sırf içlerinde besledikleri düşmanlık yüzünden.
Abimi burada ilçede, bir saldırıda kaybettik. O günü de unutmuyorum, kız kardeşim kapıya geldi: ‘Anne’ dedi, ‘abimin olduğu yere bomba atmışlar!’ Ama biz inanmadık. Sonra işte, her tarafı yanmış... bir hafta sonra vefat etti.
Bir ağabeyimi göç esnasında kaybetmiştik. Bizim zorunlu göç ettiğimiz yerlerde inanılmaz bir yoksulluk vardı. O kadar yoğun göç vardı ki barınacak yer bile bulunmuyordu.  İnsanlar açlıktan ölüyordu. Sırf arandıkları için hastaneye gidemeyenler can çekişerek ölüyorlardı. Annem ilk iki çocuğunu köyde doğumda kaybetmişti. Abilerim de ölünce bir daha hiç eskisi gibi olmadı. O da onlarla birlikte öldü sanki... Biz kardeşler birbirimize tutunarak bugüne geldik. Anneme, biz de senin çocuğunuz; kendini onlarla birlikte gömmemeliydin, diyemedik.
En son 2007’de çok büyük olaylar yaşandı burada. Biz okul dönüşü bir arkadaşımızın evine gittik. 9-10 yaşlarındaki küçük çocuklar taş atıyorlardı. Balkondan izliyorduk; çocuklardan biri ellerine geçti, öyle bir dövdüler ki onu! Ben öyle çığlık atıyorum ki kimse duymuyor, bir taş olup kendimi fırlatmak istedim aşağıya. Onu görmemek için o anda ölebilirdim. Çocuk, el kadar derler ya işte o kadar. O darbelere nasıl direnç göstersin ya! Hadi ölmedi, psikolojisi ne olur? Hiç mi çocuk olmadılar? Hiç mi bir şeye kızmadılar, hırslanmadılar?
Diyorlar ki birilerinin yönlendirmesiyle... Öyle basit değil. Orada, içinde birikenleri dışa vuruyorsun. Küçük bir çocuğa bir şey yaptırmak çok zordur; o çocuk o taşı attığında dayak yiyeceğini biliyorsa... neden atıyor?
‘Ben buradayım!” düşüncesi olmasa o küçücük eller o taşlara yönelmez. Ve o taş öyle hırçın bir şekilde havada sallana sallana gidip birilerinin ayaklarının dibine düşmez!
Ben çocuk olarak o olayın içindeysem, eğilirdim yerden aldığım bir taşı karşımdakine fırlatırdım ve kafasını kırardım muhtemelen. Ne yapacak o da gelip elini başıma mı sürecek? Gelip bir tane patlatacak! Çünkü onun da canı acımış. Hıncını çıkartmak isteyecek. O zaman ona derdim ki ‘sen bana vurdun çünkü ben senin canını acıttım, ben sana vurdum çünkü sen de benim canımı acıtmıştın. Birbirimizin canını acıtmamak adına birbirimizin yaralarını saralım. Ne sen bana vur, ne ben sana vurayım. Ben bu taşı indireyim sen de gel elini benim başıma sür. Ne çıkar bundan, ne kaybederiz? Aksine hep birlikte kazanacağız...
Çocuklar küçücük yaşta onca yıl hapis cezasına maruz kaldılar. Sırf taş attıkları için mi? Tabii ki değil. Kürt oldukları için! O taşı neden attığını kimse biliyor mu? Kimse onu anlamaya çalıştı mı acaba? Ben o çocuğa ‘bütün suç sende’ diyemem. Suçun yarısını biz üstleniyorsak yarısını da karşı taraf üstlenmeli.
Biz-onlar ayrımı olmasaydı keşke. İçimizdeki bu ben-sen çatışmasıyla zaten iç savaş çıkartacağız. ‘Biz’ demek önemli! Çünkü birlik böyle oluşur. Ben hep birlik ve beraberlikten yanayım. Aydınlık güzel günlere hep birlikte yürüyelim; çocuklarımızın gözlerinde o ışıltıyı görelim. Onlara öyle bir çocukluk yaşatalım ki bu, onların geleceğine yansısın.
Özgürlüğün ne demek olduğunu içinde yaşayarak öğrensin, çocuklar. Gökyüzünde bir güvercin gibi. Kanatları onu nereye kadar götürebilirse oraya kadar uçsun. Nerede son bulursa... Ama özgür olsun.
Burada insanlar çocuklarını zaptedemiyorlar. Çünkü çocuklar hazmedemiyorlar. Yerinden yurdundan edilmişler ve büyük bir çıkmazın içine düşmüşler. Yolun ne sonu görünüyor ne başı; ortada kalmışlar! Ne yapabilir ki?
Benim annem neden onca çocuğundan vazgeçsin ki? O yaşında mezara girsin ki? Bir ağaç gibi olsun isterim annem. Bir ağaç gibi köklerini toprağa, öyle derine gömsün ki hiç bir şey onu yıkamasın. Dalları bir orman gibi gür olsun. Herkes bir yerinden tutunabilsin. Herkese bir şeyler verebilsin. Bir anne yaratmak gibi...
Sırf birileri size öyle söyledi diye, onlara inanmanız, bize ön yargılı yaklaşmanız gerekmiyor. Birileri size ‘orada şunlar yaşanıyor, böyle şeyler yapılıyor’ dediğinde, ‘evet öyledir’ demek yerine ‘acaba neden böyle şeyler oluyor; gerçekten de var mı?’ diyebilmelisiniz.
Biz sadece ‘eşitlik’ istiyoruz. Eskiden buralarda bir Kürtçe şarkı bile söyleyemezdik. Bir dönem, insanlar sırf düşüncelerini söyledikleri için cezaevlerinde idam edildiler. Çırılçıplak vaziyette işkencelere maruz kaldılar. Açlık grevlerinde öldüler. Bugün bunlar görünür kılınmasaydı biz bu günlere gelemezdik. Hani ciğerim yanıyor derler ya öyle. O kadar yandı ki ciğerim hâlâ da yanıyor...
Yirmili yaşlarında başka bir Kürt genci şöyle söylüyor:
Sonuçta özgür bir devlet değil mi burası? Anayasaya baktığın zaman her insan kendi düşüncesini söylemekte özgürdür. Benim babam Kürt olduğunu söylediği zaman, benim amcam Kürt olduğunu söylediği zaman neden öldürüldü? Ben Kürt olduğumu söylediğim zaman neden hep itilip kakıldım?
Benim miladım ‘baban ölmedi, öldürüldü’ idi. Bir insanın vücudundan on iki tane kurşun çıkarılır mı ya? Bir insan bir insana bunları yaptı!.. Ben mi yanlış düşünüyorum, dünya mı yanlış?..”
Bunları yazarken bir yandan Yasemin Göksu’yu dinliyordum... O güzel yürekli kadının, o güzelim sesinden, daha iki gün önce çıkan 'Âh!' albümünü.*
âh bunca yalan, bunca zulüm içimi kanatır,
bir çocuk susar, umut küser, bir dili kanatır…” *
“Ben bir taşım!” demişti bir baba. “Ben çocuklarımın elini toprağa değdirmiyordum, kıyamadığım için. Bir gün oldu, ikisini birden yitirdim. Ben buna katlanabiliyorsam, demek ki ben bir taşım...” **
Şöyle diyor albümünün en başında Şebnem Sönmez:
“Anne, senin yüreğin taş olsa dayanır mı?
kuş olsa, çiçek olsa, gündüz olsa,
kırılmaz mı acıdan, bir sap menekşenin boynu?
bu kez dağlar doğursun beni anne,
sen de ılık bir yağmur ol, durmadan yağ kanayan yerlerime....”
@SibelYerdeniz
* Yasemin Göksu  'Âh!'
https://www.ttnetmuzik.com.tr/video/Hayat_Gecer/3507696
** Müge Tuzcuoğlu ‘Ben Bir Taşım’
(Bu kitabın tüm geliri, hikâyeleri kitaba konu olan ve benzer koşullarda yaşayan çocukların buluştuğu ve eğitim anlamında destek aldıkları Sarmaşık Derneği Çocuk Destek Projesi’ne aktarılmaktadır.)

Sunday, June 22, 2014

Kahkaha devrimi


Yıldırım Türker

Kahkaha Devrimi

 Gülmenin hazla beslenen, Otoriteyi sorgulayan bozguncu niteliği, insanlık tarihi boyunca bu insanı diğer canlılardan ayırt eden yegâne özelliğin etrafında hep sorunlu bir alan oluşmasına neden olmuş. Ciddiyetin tevazu ile eşleştirildiği semavi dinlerin ilk yasaklarından biri denetlenemeyen kahkahalar. (Oysa İ.Ö üçüncü yüzyılda yazılmış bir Mısır papirüsünde ilk Mısır tanrısının dünyayı otoriteryan sözcüklerle değil kahkahayla yarattığını okuyoruz. Tanrı kaosla yüzleşiyor ve onu kahkahasıyla uzaklaştırıyor. Işığın içine sevinç ve coşku dolu bir dünya salıyor. “Tanrı güldüğünde, dünyaya hükmedecek yedi tanrı dünyaya geldi...ikinci kez kahkahaya boğulduğunda sular oluştu, yedinci kahkahasında ruh doğdu. İnsanın eğitimi gülme dürtüsünü denetleyebilmeyi öğrenmesi üstüne kurulu. Kişinin gelişmesi, uygar dünyada sorumlu bir birey olarak yerini alması,  neşesini, coşkusunu, onu apansız dürtüveren mizah sinirlerini yatıştırmayı, evcilleştirmeyi öğrenmesini şart koşuyor. Büyüğüne boyun eğmenin, disiplinli bir köle olmanın göstergesi  mümkünse hazırolda durup iyice nötr, anlamından boşaltılmış bir ifadeyle karşısındakinin ötesinde belirsiz bir yere gözlerini dikip emirleri beklemektir. Kahkahanın muhteşem müridi Mark Twain “Dünyadan Mektuplar”da şöyle diyor: “Çünkü soyunuz, bütün o yoksulluğuna karşın, tartışmasız olarak gerçekten etkili bir silaha sahiptir: Gülme. Güç, para, inandırma, destek toplama, baskı yapma ñbütün bunlaróyüzyılların çabasıyla devasa bir dalavereyi kaldırabilir, biraz yerinden oynatabilir, biraz zayıflatabilir; ama onu bir darbede paramparça edecek olan şey gülmedir.” Hayatım boyunca ‘dalaksız’ olduğum için katlanmam gereken otorite durakları karşısında morarıp tıkanarak kahkahamı bastırmaya çalıştım. İlkokuldan başlayarak derslerde öğretmenlerimin suratına bir kahkaha patlatmamak için çektiklerimi hâlâ midemde kasılmalarla hatırlarım. İkide bir bizim bataryayı karşısına dizip engin hayat dersleri veren yüzbaşı karşısında başım ciddi bir belaya girmesin diye boğulmanın eşiğinde tıkanışımı, çalıştığım birkaç işyerinde amirlerimin gülünç otorite takıntıları karşısında yaşadığım acılı kramplarımı da hiç unutmadım. “Gülme!”, bütün çocukluk ve ilk gençliğimin en zor uyduğum yasağı oldu.

Gülmenin korkuya, baskıya, otoriteye karşı en etkili silah olduğunu; dünyayı tanıma ve anlama yolunda atılacak ilk dev adım olduğunu hissetmek için içinde bulunduğunuz kültürün ilkel muktedirlerine bakmak yeterli.  Recep Tayyip Erdoğan’ın mizah duygusu üstüne kaç cümle kurabilirsiniz? Yok yok, beyefendinin mizahla yegane ilişkisi nesne olaraktır.  Daha çocukken bize gülmeyi yasaklayan, zekanın en önemli çıkışını tıkayarak beslenmemizi kısıtlayan Otorite, insan olmanın hazzına düşman.  Mizahın ne büyük bir tehlike olduğunu bilir, başa çıkabildiği dille de mücadele eder.  Mizahın özgürlükle olan ilişkisini kanımca en güzel dile getiren Mikhail Bakhtin’dir: “Gülmenin olağanüstü bir gücü vardır. Nesneyi yakına getirir, onu parmağın bildik bir hareketle her yanına dokunabileceği somut temas bölgesine çeker, baş aşağı döndürür, içini dışına çıkarır, ona yukarıdan ve aşağıdan bakar, dış kabuğunu kırar, merkezine bakar, ondan kuşkulanır, onu böler, parçalarına ayırır, soyup sergiler, özgürce inceler ve onunla deneyler yapar. Gülme bir nesne karşısındaki, bir dünya karşısındaki korkuyu ve acıma duygusunu ortadan kaldırır, onu tanınan bir nesneye dönüştürür, böylece özgürce araştırılması için zemin hazırlamış olur. Gülme, korkusuzluk gibi bir önkoşulun gerçekleştirilmesinde yaşamsal bir etmendir; bu önkoşul olmaksızın dünyaya gerçekçi olarak yaklaşmak olanaksızdır. Gülme bir nesneyi kendine çekip bildik kılarak, onu gerek bilimsel, gerek sanatsal sorgulayıcı deneyin ve özgür deneysel düşgücünün korkusuz ellerine teslim eder.” Evet. Gülmek, düşgücünün korkusuz ellerinden tutar. Dünyayı zeka ve neşeyle yıkıp yeniden kurar. Otorite tarafından yalnız sorumluluk özürlüsü olarak görülen kadın ve çocuklara yakıştırılır. Çünkü bozguncudur. İşte bu yüzden çocukların karşısına geçip ‘gülmeyin’ diye tepinen öğretmen, bize hayat diye vaat edilen hücrenin ilk habercisidir. Gezi parkında başlayan ayaklanma, öncelikle bir Kahkaha Devrimidir.

Şehadete değil, kahkahaya inananların başlattığı bir devrimdir. Lidersiz, otoritesiz bir harekettir. Yegane borcu, MetÜst’e, Yiğit Özgür’e, Latif’e ve onlarca has  kahkaha bağımlısınadır. Devlet’in ağzı açık kalakalmışlığı bu Kahkaha Devrimi’nin zafer nişanesidir.

2013 Haziran (Penguen dergisi için yazıldı)
 

Bir ödül iki şair

A. Hicri İZGÖREN
Güncellenme : 19.06.2014 02:04
Sivas - Madımak katliamında hayatını kaybeden şair Metin Altıok’un anısını yaşatmak adına düzenlenen Metin Altıok Şiir Ödülü, bu yıl usta şair Gülten Akın’a verildi. Ödülün sahibi Gülten Akın; “Bu ödülden elde edilen geliri faili meçhuller olarak ailelerini kaybetmiş insanların oluşturduğu ‘Toplumsal Bellek Platformu’nun kullanmasını istiyorum” diyerek yine ona yakışan bir tavır sergiledi. Sevdiğim iki usta şairi bu ödül vesilesiyle birkaç dizeyle de olsa anmak ve bir selam uçurmak istiyorum.
***

“Biri mutlaka vardır - Zonguldak’ta Sivas’ta - Yakında ya da uzakta - Binlerce baca arasında - Dumanı lekesiz biri...” diyor bir şiirinde Metin Altıok. Ama ne yazık ki onun payına ‘dumanı lekesiz biri’leri düşmedi Sivas’ta. Arkadaşlarıyla devlet gözetiminde yakıldılar. Şiirin yalnız kırgın ‘Gezgin’i. Yazmayı, insan olarak herkes adına ödemesi gereken bir kefaret olarak gören Altıok, yazarak ve yanarak bu ‘kefareti’ fazlasıyla ödedi. Her zaman devlet sürgün edecek değil ya; kendi gibi öğretmen olan eşi Nebahat Çetin’le kendini sürgün eder Bingöl’e... ‘Acının kiracısı’ olur bir vakit. Kimliksiz ölüler görür ömrünün ‘on yılını geçirdiği doğu illerinde.’ Yeni bir gerçek edinir.

Altıok, Ankara’ya döndükten sonra Enver Ercan’la yaptığı bir söyleşide anlatır bu gerçeği: “O kadar ilginç o kadar önemli şeyler yaşadım ki Bingöl’de.. Benim için ikinci üniversite oldu. Hayatı gördüm. Mesela bir şey anlatayım size.. Bir gün Bingöl’e iki ceset getirdiler. Bingöl bu ölülerle çalkalandı. Kahveler boşaldı. Herkes görmeye gidiyor. Ben de gittim. Morga götürüyorlardı cesetleri. Biri erkek, daha bıyıkları terlememiş, öbürü bir kız. Erkeğin elbiseleri üstünde, kız çırılçıplak. Ama erkeğin yüzü dümdüz, burnu yok, baldırından da lop et koparılmış, parmakları mürekkepli. Parmak izi almışlar. Çok etkilendim bu olaydan ve tabii rakıya vurdum.” diyor. Sonra bir de şiir yazıyor morgdaki o gerilla kız için; “Öyle ak öyle ak ki teni / ipekten biçilmiş sanki / duyulmamış bu yüzden üstünü örtmek gereği / Çırılçıplak incecik, sedyede bir kız cesedi / On parmağı boyalı / Bulaşmış ıstampa mürekkebi / Bir kızım sağsa eğer, bir kızım morgda şimdi.”

         
               ***
Gülten Akın mı? “Ah kimselerin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya” diyen inceliklerin şairi. O, şiirin anası, ablasıdır zaten. Şiire doru bir kısrakla gelir: “Benim acım acıların beyidir - Canıma bir doru kısrakla gelir - Öfkeyi sabırda eritir - Umut yer - Suyunu gözümden içer bir zaman - Dağlar of dağlar”
O, şiirinde “bende bir Gülten kaldı - hangi bağa diksem yabancı” dese de her okurun okurken kendini emzirilmiş bulduğu şiirlerin anasıdır;” büyü de baban sana - büyü de büyü - baskılar işkenceler kelepçeler gözaltılar- zindanlar alacak”

Gezip gördüğü yerlerden aldığı esinle zenginleşen ve coşkulu bir insan sevgisiyle yoğrulan şiiri, toplumsal sorunları, yaşam-halk ilişkisini öne çıkardı. Doğan Hızlan onun şiirini; “köyden kente yalın ayak giren insan” sözleriyle açıklar. Belki eklenebilir ìyalınayak ve ayakları yanarak...”

Gülten Akın şiirleriyle hayata anlam katan bir şairdir. Zaten seçici kurul da bu ödülü; “şiiri hayatın ‘anlam’larından biri kılan tutumuyla, her türlü yalnızlığımızdan yeni bir dil kurabilme yeteneğiyle ve şiirinin derinliği” gerekçesiyle Gülten Akın’a vermeyi kararlaştırmış. Onu anlatmaya bu köşenin sınırları yetmez ki.

Selam olsun... kutlu olsun.

 

Friday, June 20, 2014

A Visual Ethnography of the World’s Last Living Nomads

by
From Morocco to Mongolia, or what we can learn about climate change from Inuit whale hunters.
What is it about Dutch photographers that makes them so visually eloquent at capturing the human condition? From Jeroen Toirkens comes Nomad — a fascinating and strikingly beautiful visual anthropology of the Northern Hemisphere’s last living nomadic peoples, from Greenland to Turkey. A decade in the making, this multi-continent journey unfolds in 150 black-and-white and full-color photos that reveal what feels like an alternate reality of a life often harsh, sometimes poetic, devoid of many of our modern luxuries and basic givens, from shiny digital gadgets to a permanent roof over one’s head.
Since the beginning of time, nomadic people have roamed the earth. Looking for food, feeding their cattle. Looking for an existence, freedom. Living in the wild, mountains, deserts, on tundra and ice. With only a thin layer of tent between them and nature. Earth in the 21st century is a crowded place, roads and cities are everywhere. Yet somehow, these people hold on to traditions that go back to the very beginning of human civilization.” ~ Jelle Brandt Corstius
Zuun Taiga, Mongolia, 2007
Tiniteqilaaq, Greenland, 2009
Altai Mountains, Russia, 2006
Tiniteqilaaq, Greenland, 2009
Nuuk, Greenland, 2009
Zuun Taiga, Mongolia, 2007
Zuun Taiga, Mongolia, 2007
Arghangai Aimag, Mongolia, 2007
Gobi Desert, Mongolia, 2007
Gobi Desert, Mongolia, 2007
Gobi Desert, Mongolia, 2007
Kola Sami, Russia, 2006
Nenets, Russia, 2005
Baruun Taiga, Mongolia, 2004
Kazakh, Altai Mountains, Russia, 2004
Berbers, High Atlas Mountains, Morocco, 2002
Kirgiz, Kyrgystan, 2000
Yörük, Bolkar Mountains, Turkey, 1999
Sami, Karesuvanto, Finland, 2001
Kola Sami, Russia, 2006
This video of what the “Eskimo” life really means, made in the settlement Tiniteqilaaq hunters, will give you a taste for the project’s breathtaking mesmerism:

Oost Groenland, Sermilik Fjord 

Because of climate change, we can see and feel winter days get colder and the sea, it’s warmer. And, because of that, it’s more difficult to hunt in the winters.”
A stunning exercise in perspective-shifting, Nomad invites you to see the world — our world, and yet a world that feels eerily other — with new eyes, embracing it with equal parts fascination and profound human empathy.