Friday, November 13, 2015

Her tür Başkanlık Sistemi Türk tipi faşizme geçiştir! (Patronsuz, Generalsiz, Bürokratsız Sosyalizm)

erst_essen_dann_miete
1930′larda Almanya’da bir işçi mahallesi. Pencerelerden hem Nazilerin hem de Komünistlerin bayrakları sarkıtılmış. Hitler iktidara geçmeden hemen öncesi ya da iktidara geçtiği ilk günlerde.
Her tür Başkanlık Sistemi Türk tipi faşizme geçiştir!
Buna karşı nasıl mücadele edilmeli?
Patronsuz, Generalsiz, Bürokratsız Sosyalizm internet bülteni,, 12 Kasım 2015
http://pgbsosyalizm.org/
Kapitalist sistemin önümüze çıkardığı her baskı rejimine “faşizm” yaftasını yapıştırmamaya özen gösteren bir siyasi geleneğin mirasçılarıyız. Buradan kalkarak burjuva parlamentosunu dahi tümüyle feshetmeyen 12 Mart 1971 yarı-askeri diktatörlük rejimiyle 12 Eylül 1980 askeri diktatörlük rejimlerini faşizm olarak nitelemedik. İşçi sınıfının ve Kürt halkının azılı düşmanı bu rejimleri “faşist” olarak nitelemememiz, faşizmi sadece bir küfür olarak görmememizden kaynaklandığı gibi gerçek faşizm tehlikesini de göz ardı etmemek gerektiği anlayışına dayanır. Gerçekten de henüz faşizm iktidara gelmemişken başta işçi sınıfına olmak üzere halka “İşte bu faşizmdir!” derseniz insanları yanıltarak gerçek faşizm tehlikesini küçümsemelerine sebep olursunuz. Bu ise tehlikelerin en büyüğüdür.
Bilindiği gibi ne 12 Mart 1971 ne de 12 Eylül 1980 askeri müdahaleleri faşizmin çok bildik işlevlerini yerine getirememişlerdir. İşçi sınıfı tümüyle atomlarına parçalanıp örgütlü bir sınıf olmaktan çıkarılıp korporasyona dayalı bir “meslek sahibi” insan topluluğu haline getirilememiş; Kürt halkı da kendi kimliğini reddetmek zorunda bırakılarak bu rejimlere biat eder hale getirilememiştir. Nitekim 12 Mart 1971’den hemen sonra –yani daha 1973’ten itibaren– Türkiye sınıf mücadelesinin gördüğü en mücadeleci sınıf örgütlenmelerinin serpilip gelişmesine tanık olunmuş (DİSK), Kürt halkı da Viranşehir olaylarından kalkarak kitlesel direniş hattına geçmiştir. Gene 12 Eylül 1980’den sonra da, özellikle 1989 Bahar Eylemleriyle birlikte, işçi sınıfı mücadelesinde Zonguldak eylemine kadar uzanan ve Türk-İş’teki tutucu sendikal yapıların yönetimlerinin büyük bir bölümünün tasfiyesiyle sonuçlanan dönem yaşanmıştır. Aynı dönemde Kürt halk hareketinin nasıl geliştiğini anlatmaya gerek bile yok. İşte bütün bu gelişmeler, 12 Mart ya da 12 Eylül rejimleri gerçekten faşist olsalar bu biçimleriyle meydana gelemezdi. Bu türden gelişmeler ancak “faşist” rejim yıkıldıktan sonra gündeme gelebilirdi ki, kitle hareketi sonucu yaşanan böyle bir yıkıma da tanık olmadık. Demek ki bu rejimler gerçekten faşist olsalar işçi sınıfı ve Kürt hareketindeki bu yükselişler o kadar kısa sürede yaşanamazdı. Anlatmak istediğimiz; faşizmin sadece kontrgerilla ya da devletin ordusu, polisi, MİT’i, JİTEM’i ve artık İŞID’ı tarafından uygulanan vahşet, gaddarlık, katliam ve işkenceyle tanımlanmadığı, aynı zamanda toplumun ezilen kesimlerinin kendi içinden çıkan, dolayısıyla onları aynı mekânlarda birlikte yaşadıkları için yakından tanıyan, “çılgınlaşmış” küçük burjuva, işsiz, lümpen ve “sınıfsızlaşmış” bir düşman kitle hareketinin ürünü olduğudur. Dolayısıyla hiçbir askeri diktatörlük rejimi –ne kadar vahşi olursa olsun– toplumların iç dokularını faşist hareket kadar bilemeyeceğinden, onun kadar zararlı olamaz. Başka bir ifadeyle, faşist hareket futbol maçının oynandığı stadın tribününde sizin yanınızda, içinizde örgütlenir, sizi çok iyi tanır, oysa her tür askeri diktatörlük üzerinizdeki baskısını ancak “dışarıdan” kurar.
“Kara Cumartesi” sonrası Konya stadında olanlar “Türk” tipi faşizmin ayak sesleridir!
Ankara’da gerçekleşen “Kara Cumartesi” katliamında 100’den fazla Kürt ve Alevi yurttaşımızın katledilmesinin ardından yaşanan gelişmeler “Türk” tipi faşizmin ayak sesleridir. AKP henüz Hitler’in Nazi Partisi olmadığı gibi, onun kurmak istediği “Osmanlı Ocakları” da kuşkusuz henüz SA birlikleri değildir. Ama bu, gidişatın o yönde olmadığı anlamına gelmez. Zaten “Türk “tipi faşizm de kuşkusuz “görkemli” Alman faşizminin tırnağı olamayacaktır. Kriz halindeki kapitalist sistemin yavrusu olan faşizm, elbette kapitalizmin en güçlü olduğu emperyalist ülkede gerçek hüviyetine bürünecek, kendisine bağımlı bir yarı-sömürge ülkedeyse onun kötü bir taklidi olacaktır. İtalyan faşizminin bile Alman faşizminin yanında ne kadar pespaye kaldığı çok iyi bilinir. Ama bütün bunlar Türkiye’de gerçek ifadesini Başkanlık Sistemi diretmesinde bulan anlayışın faşizme geçiş süreci olduğu gerçeğini değiştirmez. Dolayısıyla Türkiye’de her türlü Başkanlık Sistemine geçiş, şekillenmekte olan faşist hareketin iktidar mücadelesiyle eş anlamlıdır. Her türlü Başkanlık Sistemine direnişse faşizme karşı mücadelenin olmazsa olmaz ilk adımıdır. Sorun; Başkanlık Sistemi “şöyle olursa kabul ederiz, böyle olursa kabul etmeyiz” meselesi olmadığı gibi, Türkiye koşullarında bu tartışma konusu dahi yapılabilecek bir sistem de değildir.
Konya’daki milli maçta yaşanan hadise –Ankara’da katledilenlerin dahi “halk” tarafından kitlesel olarak yuhalanması– ve ardından da Davutoğlu’nun şehrinde AKP’nin ezici çoğunluğu elde etmesi kitlesel bir faşist hareketin doğuşunun habercisidir. Almanya’da faşizm kendi sembolünü nasıl “Gamalı Haç”ta bulmuşsa, Türkiye’de de “Türk-İslâm” sentezinde bulmaktadır. Çünkü Türk-İslâm sentezi Kürt ve Alevi düşmanlığı demektir. Ve gene “Türk-İslâm” sentezi Türk tipi faşizmin kendisidir. Gamalı Haç’ın Yahudi düşmanlığının Türkiye’deki karşılığı Kürt ve Alevi düşmanlığıdır. MHP’nin elinden alınıp Saray’ın hizmetkârı yeni AKP’ye monte edilmeye çalışılan “Türk-İslâm” sentezi; yarı-kaçık, yarı-soytarı “ırk”, “kan hattı” ve “mezhep” teorilerinden beslenen Türk faşizminin “ideolojisi”dir. Artık Saray ve şürekâsı bu ”ideoloji”nin rehberliğinde yürüyorlar! Son olarak Silvan’da Kürt halkına karşı uygulanan zulüm, bu “ideoloji”ye uygun biçimde TSK’nın ve Emniyet Kuvvetlerinin arasına yerleştirilen ve Saray’ın emrinde olan IŞİD’cilerin öncülüğünde yürütülmektedir. Bu aslında bir intikam operasyonudur. Söz konusu olan Kobane’nin intikamıdır.
Faşizmin ilk hedefi işçi örgütlerini korporatizme sürüklemekse…
Alman faşizmi gibi bütün faşizmlerin ilk hedefi işçi sınıfının örgütlerinin imhası ve korporatizme sokulmasıdır. Saray ve AKP hükümeti yıllar içinde bunu fazlasıyla gerçekleştirmiş bulunuyorlar. 2013 Haziran İsyanının sonuçta başarısız kalmış olmasının esas nedeninin işçi hareketi üzerindeki bu korporatizm belası olduğu bütün çıplaklığıyla ortadadır. Korporatizmin etkisinden uzak bir Haziran İsyanı AKP hükümetini kolaylıkla devirebilirdi. Bu böyle olmadığı gibi, bunun sonrasında korporatizm daha da güçlendi ve öncelikle Hava-İş ve Petrol-İş sendikalarımız faşist hareketin eline geçtiler. Kamu çalışanları sendikalarının çoğunluğu, Türk-Metal ve genel olarak Türk-İş yönetiminin Saray ve hükümet yalakalığı dikkate alındığında Türkiye işçi sınıfının örgütlü kesimleri üzerinde ”Türk” tipi faşizmin nasıl egemen olduğu kolaylıkla görülür. Muazzam ordu ve polis cihazını eline geçirmiş faşist hareketin önündeki görünür tek engel sanki Kürt hareketidir. Ama o da nereye kadar?
Hayır, görünüşe aldanmayalım, durum hiç de o kadar umutsuz değil!
Seçim sonuçlarına bakarak moral bozukluğuna kapılmak kadar yanıltıcı bir değerlendirme olamaz. 2002 yılından bu yana, bu seçimlerden (yüzde 10 barajlı ve eşitsiz propaganda imkânlarına dayalı) çok yaşandı. Hiçbiri kitlelerin gerçek ruh halini yansıtmıyor. Kimse unutmasın, 2013 Haziran İsyanı AKP’nin gene yüzde 49 oy aldığı 2011 seçimlerinin ardından gerçekleşmişti. Bugün Kürt halkının cansiperane bir biçimde isyan safına geçtiği bu ortamda, büyük kentlerde de Saray düşmanlığının en azından 2013’le aynı kaldığını varsaysak bile, Saray’a karşı harekete geçen ve potansiyel olarak harekete geçebilecek olan kitle aslında Haziran Ayaklanması günlerine göre daha güçlüdür. Kaldı ki “Türk” tipi faşist hareket henüz yeni şekillenmeye başlıyor ve karşısında yukarıda sıraladığımız devasa güçler olduğu için, onu yenilgiye uğratmanın da yolları aslında ardına kadar açık. Yeter ki, o yollar layığınca kullanılabilsin. Her şeyden önce, şimdilik bile olsa toplumun çoğunluğu mevcut 12 Eylül ürünü seçim sisteminin bütün anti-demokratik basıncına –yüzde 10 seçim barajı, sadece AKP’ye propaganda yapma imkânı veren uygulamalar, sandığa gidişlerin engellenmesi vs.– rağmen Saray’a ve onun partisine, bırakın Başkanlık Sistemini Mecliste geçirebilecek sayıda milletvekilini, o sistemi tek başına referanduma götürebilecek sayıda milletvekilini dahi vermemiştir. Bu toplumun Kürtleri, Alevileri ve laik Türkleri aslında çoğunlukturlar. Osmanlı bozuntusu monarşik bir rejim arzulayan Cumhuriyet düşmanı faşist hareket azınlıktır.
İlk yapılması gereken nedir?
İlk yapılması gerekeni söylemeden esas tehlikeyi söylemek gerekiyor. 7 Haziran seçimlerinden önce yazmıştık, tehlike arttı, o halde bir kere daha yineleyelim; “seçim sonuçları ne olursa olsun bu meclisin yeni anayasa yapmaya kalkışması olası kitle hareketine en büyük darbe olur. Çünkü yüzde 10 barajlı, eşit propaganda imkânının bulunmadığı seçimin sonucunda oluşacak bu gerici meclisten (HDP’li ya da HDP’siz fark etmez) ‘demokratik’ bir anayasa beklentisi içinde olmak ya safdil liberallerin ya da emperyalizmin doğrudan ajanlarının işi olabilir. Militarizmin ve gericiliğin koordinasyon merkezi olarak faaliyet gösteren AKP’nin öncülüğünde yazılacak bir anayasa nasıl demokratik olabilir ki?”
Evet, yani ilk yapılması gereken, seçimlerin hemen ardından, henüz meclis bile toplanmamışken AKP tarafından ortaya atılan anayasa tartışmasına dahil olmak ve AKP’nin öncülüğünde bir anayasa yazmak değildir. İlk olarak yapılması gereken mevcut parlamentonun feshini bir kitle hareketinin temel şiarı haline dönüştürmek olmalı. Yani 12 Eylül Anayasası’nın ürünü bir seçim sistemiyle yapılmış seçimleri reddetmek ve bunun yerine yüzde 10 barajının sıfırlandığı, her siyasi partinin ve örgütün diğerleriyle eşit propaganda imkânlarına sahip olarak katıldıkları egemen bir Kurucu Meclis seçimini talep etmek. Demokratik bir anayasa yapıp yapmamaya da ancak halk egemenliğini temsil eden böyle bir heyet karar verebilir. Türkiye halklarının Başkanlık Sistemine değil, demokrasiye ihtiyaçları vardır. Sadece egemen bir Kurucu Meclis Tayyip Erdoğan’ın ya da başkalarının hayallerini süsleyen tek şef diktatörlüğüne kapıları kapatır ve o meclisin başkanı da Başkan ya da Cumhurbaşkanının yerine sade bir devlet başkanlığı statüsünde yer alır.
Sonuç olarak, cılız da olsa var olan parlamenter sistemin, dolayısıyla tüm muhalefet partilerinin de sonu olacak Başkanlık Sistemine geçişe karşı duracak bir kitle hareketinin başlıca bileşenlerinden biri olacak HDP’nin kendi seçilmiş milletvekillerinin de yer aldığı bu parlamentonun feshini talep etmesi kuşkusuz çok anlamlı olur. Bu talep, demokratik bir kitle hareketinin vazgeçilmezi olmak zorundadır.
İkinci görev nedir?
İşçi sınıfını paryaya, toplumun geri kalan bütün kesimlerini kendisine biat etmiş ümmete çevirmeye çalışan Saray’ın ve şürekâsının cumhuriyet, demokrasi ve laiklik düşmanı faşist Yeni Osmanlıcı anlayışına karşı bütün ezilenlerin cephesinin kuruluşuna yönelmek ve bunu en somut birleşik mücadelenin bir örgütlenme ayağı olarak şekillendirmek bir diğer olmazsa olmaz gerekliliktir.
Son olarak işçi sınıfı örgütleri
Yukarıda ileri sürdüğümüz türden bir kurucu meclisin oluşması için acil olarak Kurucu Meclis Eylem Komitelerinin her mahallede, her fabrikada, her işyerinde, her köyde yaratılması bir zorunluluktur. Bu eylem komiteleri daha şimdiden Kürt illerinde halk milisine dönüşmüş durumda. Ezilenlerin Birleşik Cephesi bu eylem komiteleri üzerinde yükselecektir.
Öte yandan böyle bir cepheye işçi sınıfının önderlik edebilmesi için bağımsız işçi örgütlerine ihtiyaç vardır. Böyle bir birleşik mücadelenin yürütülebilmesi için bütün sosyalist yapılar önlerine ivedilikle kaybedilmiş olan işçi örgütlerinin yeniden kazanılması hedefini koymalıdırlar. Kaldığı kadarıyla da olsa Hava-İş, kaybedilmiş olan Petrol-İş, gerçek bir mücadele mevzii haline gelmiş olan Türk-Metal’in dağıtılıp yerine Birleşik Metal’in geçirilmesi mücadeleleri programlı ve sebatlı bir çalışmanın sonunda kazanılmalıdır. İşçi hareketi mücadelesinde başlangıç bu olmalı, tabii ki daha orta vadede Türk-İş’in korporatizmden kurtulması yoluna girilmelidir. Mevcut işçi örgütlerinin korporatizme teslim oluşu ve örgütlü kesimin dışındaki işçi sınıfının da esas olarak bilinçli mezhebi bölünme sonucu Saray’a teslimiyeti kalıcı bir durum olamaz. Saray’ın emir komutası altındaki örgütlü işçi sınıfının ondan kopması, küçük esnafın ya da atölyelerde çalışan çırakların ondan kopmasından çok daha hızlı ve gürültülü olacaktır. Dolayısıyla ilk elde, ne kadar faşist hareketin kontrolünde olursa olsun örgütlü işçi sınıfına sistemli olarak yönelmek sosyalist hareketin varlık sebebidir.
Sonuç olarak
Dolayısıyla yıllardır tekrarlanan seçim komedyasına aldırmadan Türkiye’de faşist hareketin gelişimini engellemek fazlasıyla mümkündür. 1 Kasım AKP’nin her türlü riski –Kürt illerinde savaş dahil– göze alarak gerçekleştirdiği bir “seçim” oldu. Bu baskılara rağmen, Saray karşıtı güçlerde bir gerilemenin söz konusu olmadığı bir ortamda yaşıyoruz. Tam tersine bu güçler giderek daha fazla bileniyorlar. Görev büyüktür: Sadece Türkiye’nin ve Kürdistan’ın değil, bütün Orta Doğu’nun geleceğidir söz konusu olan. Bunun için de birleşik mücadele bir zorunluluktur. Haydi, HEP BİRLİKTE egemen bir Kurucu Meclis için her yerde Eylem Komiteleri oluşturmaya!
http://pgbsosyalizm.org/