Saturday, May 14, 2016

Yalnızlığın Diyalektiği Octavio Paz

Kişinin içinde yaşadığı dünyayı ve kendisine yabancılaşmış olduğunu bilmesi demek olan yalnızlık Meksikalılara özgü bir duygu değildir. Bütün insanlar yaşamlarının en az bir döneminde kendilerini yapayalnız bir kişi gibi duyumsarlar. Ve de gerçekten yalnızdırlar. Yaşamak, gizemli bir gelecekte varacağımız yere gitmek için geçmişte bulunduğumuz yerden yola koyulmak demektir. Yalnızlık, insan duygusunun en derindeki gerçeğidir. Yalnız olduğunu bilen ve bir başkasını arayan tek varlık insandır. Doğası gereği insan, kendi varlığını bir başkasında gerçekleştirme özlemi içinde ve doğaya "Hayır" diyerek yaşar - kendi kendini yaratan insanın bir "doğası"ndan söz etmemiz doğruysa eğer. İnsan özlemdir, kavuşmak için bir aranıştır. Bu yüzden, kendi varlığını tanır tanımaz kişi, bir eş ya da arkadaştan yoksun olduğunu anlar, yalnızlığının bilincine varır.

Ana karnındaki bebek, kendisini sarıp sarmalayan canlının bir parçasıdır, ilkel bir yaşamdır; kendi bilincinde bile değildir. Dünyaya gelmekle, bizi ana karnındaki o bilinçsiz yaşama bağlayan zincirden kopmuş oluruz. Bilinçsiz yaşam diyorum, çünkü orada, istek ile doyum bir ve aynı şeydir. Doğumla gelen değişikliği, bir ayrılık, kopma ve yalnız bırakılma, yabancı ve düşmanca bir çevreye düşüş olarak algılarız. Sonraları, bu ilkel duyum yalnızlık duygusuna dönüşür; daha sonra bir bilinç oluşur: Gerçekte yazgımız yalnızlıktır ama, bu yalnızlığı aşmak ve bizi geçmişe, cennetteki o mutlu yaşama bağlayan ilişkileri yeniden kurmak zorunda olduğumuz bilinci. Var gücümüzle, yalnızlığımızı aşıp yenmeğe çalışırız. Öyleyse, yalnızlık duygusunun iki ayrı anlamı var: Bir anlamda yalnızlık "kendini bil"mektir; öteki anlamdaysa, kendimizden [yalnızlığımızdan] kaçıp kurtulma özlemidir. Yaşamın temel koşulu olan yalnızlık, kaygıdan ve kararsızlıktan kurtulacağımız bir sınav ve arınmadır. Bu yüzden, yalnızlık dolambacının çıkış kapısında, mutluluğa, tüm dünya ile yeniden denge durumuna erişeceğimizi umarız.

Yalnızlıkla acıyı özdeşleyen halk dili işte bu ikilemi yansıtır. Aşk acısı yalnızlığın sancısıdır. Birlikte yalnızlık hem karşıt hem bütünleyici duygulardır. Yalnızlığın kurtarıcı gücü, içimizdeki o gizli suçluluk duygusunu açıklığa kavuşturur; yalnız insan "Tanrı elinin itelediği" kişidir. Yalnızlık duygusu hem bir ceza hem bir arınmadır, bir sürgün cezası olduğu kadar sanki o sürgünden artık kurtulacağımızı duyuran bir durumdur. İnsan yaşamının tümü bu diyalektiğin etkisi altındadır.

Ölüm ve doğum, insanın yalnız başına yaşadığı deneyimlerdir. Yalnız başımıza doğar yalnız başımıza ölürüz. Anamızdan kopup dünyaya geldikten sonra ölümle bitecek olan o sancılı yolculuğa çıkarız. Ölüm kendinden önceki yaşama bir dönüş mü? Ölüm denen şey, günle gecenin, zamanla sonrasızlığın karşıt olmadıkları, doğum öncesi bir yaşamın yeniden yaşanması mı acaba? Ölmek demek, canlı bir varlığın sonu mu? Sakın ölüm, gerçek yaşam olmasın? Doğum eğer ölüm yolculuğunun başlangıcıysa; neden ölüm de bir doğum olmasın? Bilmiyoruz! Bilmiyoruz ama, bütün varlığımızla, bizi ezen bu karşıtlıktan kurtulmağa çabalıyoruz. Kendi varlığının bilincinde olmak, zaman, akıl, töre ve alışkanlıklar gibi hemen her şey bizi bir yandan yaşamdan uzaklaştırmağa özendirirken; öte yanda, her şey bizi doğduğumuz yere, yaratıcı kucağa dönmeğe zorlamıyor mu? Aşktan beklediğimiz de birazcık gerçek yaşam, birazcık gerçek ölüm değil mi? Aşkı mutluluk için değil, olsa olsa, karşıtlıkların duyumsanmayacağı, yaşamın ölümle, zamanın sonrasızlıkla bir ve birlik olabileceği o gizemli an için isteriz. Derinden derine sezeriz ki yaşamla ölüm aslında tek bir gerçekliğin -karşıt ama bütünleyici- iki yüzüdür. Aşk eyleminde, yaratma ile yıkma birleşir; çok kısa bir an için de olsa insan, yetkin bir durumu sanki yakalayıp yaşamış gibi olur. Çağdaş dünyamızda aşk, ulaşılması hemen hemen olanak dışı gözüken yaşantılardan biridir. Yaygın ahlak değerleri, toplumsal sınıflar, yasalar, ırklar hatta âşıkların kendileri bile sanki ona karşı çıkarlar. Kadın, karşıtı ve bütünleyici olan "öteki" varlık için, yani erkek için yaratılmıştır. Varlığımızın bir parçası onunla birleşmek istese de ötekisi kadını iter, ondan kaçar. Kadın, bazen değerli bazen korkulan, ama bize her zaman başka gözüken bir nesnedir. Kadını, kendi çıkarlarının, güçsüzlüğünün, kaygı ve sevgisinin istediği yönde çarpıtan erkek, giderek kadını bir araç durumuna getirir: Anlayışlı, sevecen, doyurucu ve yaşatıcı, ama ne de olsa bir araç. Simone de Beauvoir'ın dediği gibi, "Kadın, bir sevgili, tanrıça, ana, cadı ya da derin bir düşünce olabilir ama hiç bir zaman kendisi olamaz." Aşk ilişkilerimiz de, bu yüzden, daha en baştan çarpıtılmış, kökten yukarı doğru yozlaştırılmış olur. Kadınla aramızda yanıltıcı bir hayal vardır. Toplumca yaratıp kadına zorla benimsettiğimiz bu hayal, kadın imgesidir. Kadın da o imgeyi benimser, ona sarınıp bürünür, onunla var olur.

Dokunmak için her uzandığımızda, o, yumuşak ama köle varlıkla karşılaşırız. Kadın da sanki aynı duygu içindedir. Kendini -bir varlık olarak değil de- başka bir varlığın uzantısı (nesnesi) yani "öteki" gibi algılar: Kendi kendisinin efendisi olamaz. Onun varlığı, gerçekte olduğu ile olmayı düşlediği varlık arasında ikiye bölünmüştür. Ailesi, toplumsal sınıfı, okulu, dostları, dini ve sevgilisi el ele verip kadına o imgesel kişiliğini benimsetmeye çalışırlar. O da gerçek dişiliğini hiçbir zaman ortaya koyamaz. Çünkü erkeklerin onun için uygun gördüğü davranış kalıplarının dışına çıkamaz. Aşk, "doğal" değil, insan yapısı bir şey ve onların en yücesidir. Doğa'da olmadığı halde bizim bulduğumuz, hemen her gün yeniden yaratıp sonra da yok ettiğimiz bir şey!

Aşkla aramızdaki engeller yalnızca bunlar ya da bu kadar değil, Aşk bir seçimdir... belki de yazgımızın [yaşamdaki yörüngemizin] özgürce seçilmesi, varlığımızın en gizli, ama en bize bağlı parçasının birden bulunuvermesi gibi. Ama toplumumuzda aşkı seçmek [özgürlüğü] olanak dışıdır. Kara Sevda (*) adlı kitabında Breton, aşkın iki önemli yasakla kısıtlandığını söyler: Toplum direnci ve Hıristiyanlıktan kaynaklanan bir günah anlayışı! Bu yüzden aşk -var olmak istiyorsa- dünyamızdaki yasakları çiğnemek zorundadır. Evrenin düzenine açıkça başkaldırıp, yazgısal yörüngelerinden kaçan ve herkesin bakışları altında yeni bir uzay yolculuğuna çıkan iki yıldızın yarattığı onarılmaz skandal gibi. Bir başkaldırma ve yıkım anlamına gelen romantik aşk, bildiğimiz tek aşk türüdür; çünkü toplum güçleri, aşkın özgürce bir seçimine gerçekleşmesine -yani başka bir türlüsüne- izin vermez.

Kadın, erkek toplumunun kadınlar için yarattığı imge kafesinde tutukludur. Bu nedenle kadının özgür olabilmesi için o tutukevinden kaçıp kurtulması gerekir. Çoğu âşıklar: "Aşk, sevdiğim kadını değiştirdi, onu değişik bir varlık yaptı" derler ki, doğrudur. Aşk, kadını değiştirir, hem de nasıl! Eğer sevebilecek kadar yürekliyse kadın, dünyanın kadınları tutuklamak için yaptığı kafesi kırar, geçer.

Erkek de seçim özgürlüğünden yoksundur. Onun seçenekleri son derece sınırlıdır. Erkek, dişiliğin ne anlama geldiğini önce anasında ve kız kardeşlerinde görür; sonra aşkı, toplumsal yasaklarla özdeşlemeye başlar. Aşk duygumuz, ensest (fücur) çekimiyle ensest korkusu arasında bocalar durur. Ayrıca çağdaş yaşam koşulları isteklerimizi bir yandan kamçılarken öte yandan toplumsal, ahlaki, tıbbî yasaklarla aynı istekleri susturup sindirmeğe çalışır. Suçluluk duygusu, isteğin hem kırbacı hem de frenidir. Her şey aşkta özgürce seçimler yapmamıza karşı koyar. En derin [aşk] duygularımızı, toplum çevremizin uygun bulduğu kadın imgesine uydurmaya çalışırız. Başka ırktan, kültürden ve toplumsal sınıflardan kişileri sevmek zordur, suçtur. Gerçi, açık derili bir erkeğin koyu tenli bir kadını, esmer kadının bir sarı Çinliyi, bir "beyefendinin" hizmetçisini sevmesi olanaklıdır. Ama yalnızca bu olanaklardan söz edilmesi bile yüzümüzü kızartmağa yeter. Özgürce seçemediğimiz için, çevremizce bize "uygun" görülen kadınlardan birini seçeriz. Sevmediğimiz bir kadınla evlendiğimizi de asla açığa vuramayız; o öyle bir kadındır ki, belki bizi sevebilir ama kendisi olamaz. Bu konuda Swann şöyle diyor: "Ne acı bir gerçek ki yaşamımın en güzel yıllarını tipim olmayan bir kadınla birlikte geçirdim." Erkeklerin büyük çoğunluğu bu cümleyi son soluklarında açıklayabilirlerdi. Çağımızın kadınları da aynı şeyi rahatça söyleyebilir - tek bir sözcük değişikliğiyle!

Toplum dediğimiz varlık, aşkın amacını yalnız doğurmak ve çocuk yetiştirmek olan sürekli bir birlik olarak kavramlaştırmakla, aşkın doğasına karşı çıkmış oluyor. Yani aşk ile evliliği özdeşliyoruz. Bu kurala uymayan her davranışı cezaya çarptırıyoruz. Cezanın şiddeti, topluma ve zamana göre değişiyor. Meksika'nın [uygunsuz] kadına verdiği ceza ölümdür. Çünkü bütün İspanyalılar gibi, "Senyo" için ayrı, kadınlarla çocuklar ve yoksullar için ayrı ahlak kurallarımız var. Eğer aşkı gerçekten özgür bırakmış olsaydık, evlilik kurumunu korumak için aldığımız bu tür sert önlemler belki haklı görülebilirdi. Ama kişiye özgürlük tanımadığımıza göre, hiç olmazsa, evliliğin aşkı gerçekleştirmediğini de kabul etmeliyiz. Evliliğin amacı, aşktan çok ayrı olarak, yasal, toplumsal ve ekonomiktir. Ailenin dengesi ve güvenliği evliliğe dayanır. O evlilik ki, amacı toplum varlığını sürdürmekten başka bir şey değildir. Böylece, doğası gereği evlilik son derece tutucu bir kurumdur. Evliliğe karşı çıkmak topluma başkaldırmak sayılır. Ve aynı nedenle de aşk yaygın toplumsal değerlere karşı bir eylemdir. Kendini gerçekleştiren aşk, evliliği yıkar ve onu toplumun istemediği bir şeye dönüştürür: İki yalnız kişinin yarattığı öyle bir dünya ki, orada toplumun yalanlarına yer yoktur, zaman ve çalışma koşulları kaldırılmış ve bu dünyanın kendine yeterli olduğunu herkese duyurmuştur. Öyleyse, toplumun, aşkı ve onun en yakın tanığı olan şiiri aynı karşı tutumla cezalandırmasının, onları yasak, anlamsız ve olağan dışı şeylerden saymasının anlaşılamayacak bir yanı yoktur. Öyleyse aşk ile şiirin, toplumun önyargılarına karşı kendilerini bir skandal çıkarma, suç işleme ve şiir söyleme biçimlerinden biriyle savunmalarını, zamanı gelince topluma başkaldırmalarını da anlayışla karşılamamız gerekiyor.

Evliliği sakınmak için toplumca gerilen koruyucu kanatların bir sonucu olarak, bir yandan aşk yasa dışı bir suç olarak hüküm giyerken, fahişelik ya açıkça kutsanır ya da görmezlikten gelinerek yaşatılmaktadır. Fahişeliğe karşı takındığımız bu ikiyüzlü tutum çok anlamlıdır. Kimilerimiz onu kutsal sayarız. Ama onu tutanlar yanında, yerenler de var. Fahişe, aşkın bir kurbanı, karikatürü, dünyamızı aşağılayan güçlerin bir simgesidir. Ama aşkın başına gelenler yetmiyormuş gibi bazı toplumsal çevrelerde evlilik bağları o denli gevşektir ki, orada önüne gelenle yatıp kalkmak, olağan görülür. Bir yataktan öbürüne koşan kişi artık ahlaksız bile sayılmaz. Kişisel kaygılarının bir aracı gibi gördüğü için kadınları baştan çıkarmaktan kendini alamayan çapkın erkek, Ortaçağ şövalyesi kadar çağdışı bir kişidir. Oysa, artık kurtarılacak kızlar olmadığı gibi baştan çıkarılacak kadın da kalmamıştır, örnek olarak, bugünkü müstehcenlik, [Marquis de] Sade'ın yazdıklarından, çok başka bir anlam taşıyor. Kendini aşk ve şehvetin çekimine kaptıran Sade son derece dramatik bir kişiydi. Bu yüzden onun yazıları, insan bunalımlarının bir patlamasıydı. Onun kahramanları kadar umutsuz kişilere bugün artık zor rastlanır. Oysa çağdaş anlamda aşk yazıları okuyana doyum veren denemelerdir. İnsanın sağlıklı bir açıklaması değil, tersine, aşkı kötüleyip suça özendiren bir toplumu tanımlayan belgelerdir. Boşanmak, artık bir yengi olmaktan çıktı. Boşanmak, kurulmuş bir ilişkinin namusluca sona erdirilmesinden çok, erkeğe ve kadına daha özgürce seçim hakkı tanıyan bir kolaylık gibi görülüyor. İdeal bir toplumda, boşanmanın tek tüzel nedeni, aşkın sona ermesi, ya da yeni bir aşkın ortaya çıkması olabilir. Herkesin eşini özgürce seçebildiği bir toplumda bugünkü boşanma -tıpkı fahişelik, hafifmeşreplik ve zina gibi- çağdışı bir olay sayılacaktır.

Toplum, kendisi için ve kendi başına varolan canlı bir bütün olduğu savındadır. Ama kendisini bölünmez bir birim (bütün) olarak da algılasa, içten içe varlığında bir ikilik duyar; bunun kendisini böldüğünü duyumsar. Bu ikilik, insanın hayvan olmaktan kurtulduğu, kendi kişiliğini, bilincini ve ahlakını kurduğu zamanlarda başlamıştır. "Toplum" dediğimiz, amaç ve gereksinmelerini haklı göstermek çabasının ağır yükü altında ezilen bir varlık alanıdır. Kimi zaman, -ahlaki ilkeler gibi de görünen- toplumsal amaçlar, toplumu oluşturan kişilerin istek ve gereksinmeleriyle çakışır. Kimi zamanlardaysa tersine bu amaçlar önemli azınlık ve toplum sınıflarının dileklerini hiç göz önüne almaz görünür; hatta, çoğunlukla, insanın en temel içgüdülerini yadsıyor olabilir. İşte bu duruma gelince toplum bunalıma düşmüştür. Ya bir patlama olur ya da bir yozlaşma başlar toplumda. Toplumun üyeleri birer yurttaş olmaktan çıkarlar, ruhsuz ve kişiliksiz araçlara dönüşürler.

Hemen her yerde doğuştan varolan bu ikilik -ki toplum bir topluluğa dönüşerek onu çözümlemeğe çalışır- olgusu varlığını türlü ikilemler biçiminde gösterir: iyi ve kötü, yasalar ve yasaklar, idealler ve gerçekler, akıllı ve akıldışı olanlar, güzel ve çirkin, uyumak ve uyanık durmak, yoksulluk ve varlık, burjuva ve proletarya, safdillik ve bilgelik, düşlemek ve düşünmek, gibi. Kendi varlığının kaçınılmaz bir istemi olarak toplum bu ikilemi yenmeğe, yalıtlanmış ve çatışan öğelerini birbiriyle uyumlu bir bütüne dönüştürmeğe çabalar. Ne var ki çağdaş toplum, aşkı yaratabilen tek şeyi -yani yalnızlığı- bastırarak bu birliği sağlamak ister. İdeolojileri, politikaları ve ekonomileri endüstrileşmiş olan toplumlar, nitel -yani insanca olan- ayrılıkları nicel bir tekdüzeliğe çevirmeğe çalışırlar. Yoğun üretim yöntemlerini ahlaka, sanata ve ulusal duygu alanına uygularlar. Karşıtlıklar ve toplumsal standarda uymayan örnekler ortadan kaldırılır. Ve de bu bizi, toplumsal yaşamın insana verebileceği en derin yaşantıdan -gerçeği, karşıtlıkların birliği olarak görme, yaratma olanağından- yoksun bırakır. Yeni güçler [devletler], yalnız yaşamayı bir yetki ya da, tüzel yaptırımlarla yasaklıyorlar; yalnızlığı yasaklamakla birlik ve beraberliğin gizemli, ama yürekli bir türü olan aşkı da yasaklamış oluyorlar. [Özgür] aşkı savunmak her zaman sakıncalı ve topluma meydan okuyan bir davranış olarak görülmüştür. Çağımızda devrimci bir eylem de sayılıyor. Dünyamızdaki aşk konusu, en anlamlı belirtileriyle yalnızlığın diyalektiği sorununun toplumca nasıl yozlaştırıldığını gösteriyor. Toplumsal yaşamımız gerçek bir aşk birliğine hemen hiç olanak tanımıyor, onu desteklemiyor.

Aşk, kendi kişiliğimizi tanıma ve bunu yaparken de ondan kurtulup varlığımızı bir başka kişide gerçekleştirme yönünde bizi zorlayan ikili içgüdülerimizin en açık seçik örneğidir. Bu ikili içgüdülerimiz, ölüm ve yeniden yaratma, yalnızlık ve birlikteliktir. Ama aşktan başka şeyler de var. Her insanın yaşamında hem ayrılma hem de birleşme, hem çatışma hem de uzlaşma sayılabilecek dönemler vardır. Bu dönemlerden her biri bir yalnızlıktan kurtulma çabasıdır ki onun hemen ardından kişi kendini çok yabancı bir ortamda bulur.

Çocuk, çözümleyemediği her gerçeği göğüslemek, onunla başa çıkmak zorundadır. Önce, göz yaşlarıyla ya da susarak tepkisini gösterir. Onu yaşama bağlayan bağ aslında kopmuştur, çocuk bu kopukluğu duygu ve oyunla kapatmaya çalışır. Bu, kişinin ölüm sözleriyle sona erecek olan diyaloğun başlangıcıdır. Ama dış dünya ile olan ilişkileri, artık -doğum öncesi döneminde olduğu gibi- edilgen değildir. Çünkü dünya ondan bir tepki beklemektedir. Gerçek, onun eylemleriyle insanlaşacaktır. Oyunlar, düşler, büyüklerin olağan sayılan duygusuz dünyası -bir sandalye, bir kitap gibi her şey- birdenbire bir canlılık ve kişilik kazanır. Çocuk, dil ve jestlerinin, simge ve davranışlarının gizemli gücünü kullanarak nesneleri konuşturur, cansız şeylerden kendi çocuksu sorularına yanıt verebilen, canlı bir dünya yaratır. Soyut anlamlardan arındırılmış dil de bu yolla bir imgeler birikimi olmaktan çıkar, tatlı ve çekici bir canlı varlık olur. Tıpkı ilkel insanın yaptığı bir heykelciğin, nesnenin kendisi değil de bir kopyası olması gibi! Konuşma da, yeniden, gerçeklere -yani ozanca işlere- değin yaratıcı bir eylem olur. Gizem ve büyü ile çocuk, dünyayı kendine benzer bir biçimde yeniden yaratır ve böylece yalnızlık sorunu çözümler. Düşte yarattığımız nesnelerin etkinliğinden (gerçekliğinden) kuşku duymağa başladığımızda, bilinçlenme (kendini tanıma) aşamasına varmışız demektir.

Ergenlik adını da verdiğimiz delikanlılık dönemi, çocukluk dünyasından kopanların büyükler dünyasının eşiğinde mola verip soluk aldığı aşamadır. Spranger, ergenlik dönemine ait başlıca özelliğin yalnızlık olduğuna değinir. Yalnızlık simgesi olan Nerkis (Narcissus), ergenin de simgesidir. İlk kez bu dönemde tekliğimizin bilincine varırız. Ama duyguların diyalektiği bir daha bu soruna el koyar.

Olgunluk döneminin belirgin bir niteliği değildir yalnızlık. Başkalarıyla, başka şeylerle savaşan kişi kendini işinde, yaratıcı çabalarında unutur. Onun kişisel bilinci böylece başkalarınınkiyle birleşir. Zaman dediğimiz boyut, anlam ve amaç kazanır; böylece tarih olur, geleceğin ve geçmişin anlamlı bir değerlendirmesi olur. Yaşamdaki tekliğimiz -ki kendi benliklerimizden oluşan, bizi beslerken tüketen, belli bir zamanda yaşamımızdan doğar- gerçekten giderilemez, ortadan kaldırılamaz, olsa olsa şiddeti azaltılabilir. Bazen de ancak çok yüksek bir bedel ödeyen kişi, yalnızlığın elinden kurtulabilir. Kişisel varlığımız, ozan Eliot'un dilinde "zamansız anlar" olan bir tarih parçasında yer alır. Bu yüzden olgun bir insan, üretici ve yaratıcı çağları boyunca da yalnızlıktan kurtulamıyorsa hasta bir kişi sayılır. Çağımızda bu türden yalnızların sayısının çoğalması, sorunlarımızın ağırlığını da yansıtır. Çalışma topluluklarının, eğlence, sanat ve müzik topluluklarının çoğaldığı bir dönemde, insan her zamankinden daha yalnızdır. Çağdaş insan, yaptığı işe [yarattığı şeye] bütünüyle veremez kendini. Onun -belki de en derindeki- bir parçası her zaman bağımsız, uyanık ve nöbette kalır, efendisine karşı casusluk yapar. Çağımızın tek tanrısı olan iş güç (kazanç tutkusu) artık yaratıcılığını yitirmiştir. İş güç, başı sonu olmayan bir uğraşıyı ve çağdaş toplumun amacı belirsiz yaşamını simgeler. Ve de iş hayatının yol açtığı yalnızlık -otellerin, büroların, koca mağazaların ve sinemaların o kalabalıktan taşan yalnızlığı- ruhu güçlendiren, arındıran yerler ya da yaşantılar değildir. Çağdaş dünyanın yalnızlığı, dünyanın çıkmazını yansıtan bir aynadır.

Yalnızlığın bir ucundan dünyadan koparken, öteki ucunda -kahramanlar, azizler ve günah çıkaranlarla ilgili tutum ve kavramlarımızda görüldüğü gibi- yaşama bağlanırız. Söylence ve masallara, anılara, tarih ve şiir gibi sanat ürünlerine konu olan ünlü kişilerin yaşam öyküleri, onların yaşam ve eyleme katılmadan önce -daha ilk gençlik yıllarında- bir içine kapanma ve yalnızlık dönemi geçirdiklerini belgeliyor. Bunlar kahraman kişiyi yaşama hazırlayan oluşum yıllarıdır, ama sözün doğrusu, özveri, arınma, acı çekme ve kendini tanıma yıllarıdır. Tarihçi Arnold Toynbee bu gözlemi destekleyen pek çok örnekler bulmuştur: Eflatun'un mağarası, Tarsuslu Paul'un, Buddha'nın, Hazret-i Peygamberin, Machiavelli'nin ve Dante'nin yaşamları gibi. Ve bizler de, kendimizi arındırdıktan sonra dünyaya yeniden dönmek üzere, hiç olmazsa belli bir süre için, köşeye çekilmeyi ve yalnız başımıza yaşamayı denemişizdir.

Yalnızlığın diyalektiği -Toynbee'nin deyimiyle: "Kişinin önce içine kapanmasından, sonra da hayata yeniden katılmasından oluşan ikili hareket"- hemen her toplumun tarihinde açıkça görülür. Çağdaş toplumumuzdan daha az karmaşık olan kimi geleneksel toplumlar, belki de, bu ikili hareketi daha iyi yansıtan örneklerdir.

Yanlış olarak "ilkel" adı verilen geleneksel, küçük, yoksul ve "abece"siz toplumlarda yaşayan insanlar için, yalnızlığın korku ve dehşet verici bir durum olduğunu görmek hiç de güç değildir. Çağlar boyunca, kurallardan ve törelerden oluşan karmaşık ve katı bir yasaklar düzeni, toplumun bireylerini yalnızlığa karşı başarıyla korumuştu. Topluluğun üyesi olan birey, dirlik ve sağlığın tek güvencesine de kavuşmuş demekti. Yalnız insan ise, bir sakat ya da kötürüm, gövdeden kesilip ayrılması, yakılması gereken kuru bir dal olarak görülmüştür. Çünkü öğelerinden biri hasta olunca toplumun bütünü bunalıma düşerdi. Toplumdaki (dindışı) kural ve inançların zaman zaman yinelenmesi ve dile getirilmesi, yalnızca topluluğun geleceğini değil, onun birliğini ve iç tutarlığını da güvence altına alıyordu. Buna karşılık, dinsel törenlerle ölüm olgusunun sürekli olarak duyumsanan varlığı, bağımsız (bireysel) eylemi sınırlayan bir ilişkiler düzeni yaratıyor, bu yolla da hem bireyi yalnızlıktan koruyor hem de topluluğun çözülüp dağılmasını engelliyordu.

"İlkel" toplumun insanları için, sağlık ve toplum genellikle eşanlamlı sözcüklerdir, tıpkı ölüm ve çözülme kavramları gibi, Lévy-Bruhl diyor ki: "Ülkesinden ayrılan herkes topluluktan da ayrılmış olur. Ölür ve kendi toplumunun geleneksel ölüm törenine hak kazanır." (1) Öyleyse bağışlanmayan bir sürgün cezası gerçekte ölüm cezası gibidir. Toplum kesiminin, kendini atalarının ruhlarıyla ve o ruhları da anayurt toprağı ile özdeşlemesi, şu Afrika töreninde ne güzel simgelenmiştir. "Yerli adam Kimberley'den bir gelinle dönerken erkeğin yurdundan alınmış bir avuç toprağı da birlikte getirir. Kadın'ın her gün o topraktan birazcık yemesi gerekir, yesin ki yeni ve değişik çevresine daha kolay uyup alışabilsin." Bu tür dayanışmanın "canlı bir görüntüsü var: Orada birey, sanki yaşayan bir bedenin parçasıdır." Bu yüzden, din değiştirenler çok azdır. "Kimse kendi başına, salt kendi davranışlarına göre kargışlanmaz ya da güvenliğe kavuşmaz" ve de herkesin her türlü eylemi tüm topluluğu etkiler. Güvenceler vardır, ama topluluk kargaşaya karşı henüz yeterince bağışıklık kazanmış değildir. Din çatışmaları, üretim yöntemlerindeki değişmeler, savaşlar ve fetihler gibi beklenmedik şeyler de olur. Topluluk bölünür bölünmez, parçalardan her biri yepyeni bir durumda karşılanır. Sağlığın kaynağı olan eski, kapalı toplum düzeni yıkılınca, artık yalnızlık bir kaza ya da hastalık olmaktan çıkar, değişmez bir toplum koşulu olur. Böylece yalnızlık, bir günah duygusuna yol açar: Kuralların çiğnenmesinden doğan bir suç değil de, kuralların doğası olur! Daha doğru bir deyişle, öteki kuralların doğası durumuna gelen bir nitelik. Yalnızlık ve "ilk günah" böylece birleşir ve özdeşleşir; ayrıca, sağlık ve birlik de yeniden aynı anlama gelen, ama çok uzak geçmişte kalmış bir şeyler olurlar. Çünkü sağlık ile birlik tarihten (uygarlıktan, daha doğrusu yazıdan) önceki bir "Altın Çağ"ın öğeleriydi. Zamanın akış yönünü geri çevirebilseydik o altın çağa belki dönebilirdik. Bu yüzden, kendimizi bir günah duygusuna kaptırınca, ondan kurtulmak, onun bedelini ödemek gereksinmesini de duyarız.

Yeni mitoloji ile yeni din işte böyle yaratılıyor. Yeni toplum, yalnızca sürgüne gönderilmiş kişilerden oluştuğu için, eskisinden daha açık ve daha esnektir. Belli bir toplumda dünyaya gelmiş olma gerçeği, bireyi kendiliğinden o toplumun üyesi yapmaz, bireyin hemşeriliğe uygun görülmesi de gerekir. Kutsala sığınma, geleneksel büyünün yerini almağa başlar. Aşama ve eriştirme törenlerinde bireyin arınmışlığına, giderek daha fazla ağırlık ve önem verilir. Günah duygusundan kurtulma düşüncesi, dinsel kuramlara, ilahiyata, zevk ve doyumdan kaçınmaya ve bir tür gizemciliğe yol açar. Özveri ve birliktelik, eğer gerçekten öyle idiyseler bile, birer totem simgesi olmaktan çıkarlar, yeni topluma girmenin yolu olurlar. Bir tanrı -hemen hep bir oğul olan ve eski yaratıcı tanrılar soyundan gelen bir tanrı- ölür ama belli zaman aralıklarıyla dirilip geri gelir. Bir verimlilik tanrısıdır o ama aynı zamanda bir koruyucu ve kurtarıcıdır da. Onun kendisini insanlara adaması, ölümün öte başında bizi bekleyen kusursuz toplumun bu dünyadaki bir kanıtı, habercisidir. [Ölümden] sonraki yaşamla ilgili bu umutlar, eski topluma duyduğumuz derin özlemin bir belirtisidir. "Kurtuluş" sözcüğünde "Altın Çağ"a dönüş umudu saklıdır.

Kuşkusuz, bütün bu sayılanları her toplumda, her zaman görmek söz konusu değildir. Bununla birlikte, öyle toplumlar vardır ki hemen en küçük ayrıntısıyla yukarda anlatılan sürece uygun hareket ederler. Sözgelişi, Orfizm'in doğuşunu inceleyelim. Orphe inancı, eski Yunan Dünyası'nda büyük sarsıntılara ve kültürlerin yeniden düzenlenmesine yol açan önemli bir tarih olayından -Achaean Uygarlığı'nın yıkılışından- sonra ortaya çıkmıştır. Bu dönemde, toplumsal ya da kutsal olsun eski ve geleneksel bağların yeniden kurulması gereksinmesinin sonucu olarak, çok sayıda gizli dernek (tarikat) görülmüştür. Bu derneklerin kurucu üyeleri çoğunlukla kendi köklerinden kopmuş, ama böyle bir yıkıntıya bir kez daha olanak vermeyecek bir örgüt yaratma amacında birleşmiş göçmenlerdi. "Orphans" (2) (yani yetim-öksüz) olmak, hepsinin ortak özelliği ve bu tür kişilere verilen genel bir addı. Burada hemen açıklamalıyım ki, Orphe inancı Yunancada "yetim-öksüz" ya da "boş-hiç" anlamına gelen Orphanos' sözcüğünden türetiliyordu. Yalnızlık ile yetim-öksüzlük aynı türden boşluklardı - [Yunan düşüncesinde].

Orfik ve Diyonizik dinler -eski dünyanın yıkılışıyla ortaya çıkan öteki proletarya dinleri gibi- kapalı bir toplumun nasıl olup da açık bir topluma dönüştüğünü açıkça gösterir. Suçluluk, yalnızlık ve dua -ya da tapınmayla- temizlenme duyguları bireyin yaşamında nasıl çifte bir rol oynuyorsa, toplum üzerinde de aynı etkileri yapar.

Yalnızlık duygusu -dışarda bırakıldığımız ya da ayrılmak zorunda kaldığımız yere geri dönmek için duyduğumuz derin özlem- bir yer yurt özlemidir. Hemen her toplumda gözlemlenen eski bir inanca göne, orası -özlemini çektiğimiz o kutsal yer (3)- dünyanın merkezi, evrenin göbeğidir. Bazen "cennet" diye de adlandırılır. Ama adı ne olursa olsun, o yer, toplumun gerçek ya da mitolojik yurdudur. Azteklerin inancına göre ölüler, göçmen olarak ayrıldıkları yere, bir kuzey ülkesi olan Miktlan'a dönerler. Kentlerini kurarken, evlerini yaparken düzenledikleri tüm törenler, yaşamın ta başlangıcında kovuldukları o kutsal ocağı bulmaya yöneliktir. Roma, Kudüs ve Mekke gibi dinsel başkentler ya da kâbeler, dünyayı, dünyanın merkezini simgelerler, ama dünyadan da önce gelirler. Bugün bu merkezlere giden hacılar her kavmin kendisine verileceği söylenen topraklara yerleşmeden önce mitolojik geçmişte yaptıklarını yaparlar. Bir eve ya da kente girmeden önce onun çevresinde dolaşma (tavaf) töresi, buradan gelir. Labirent (dolanca) söylencesi de bu tür inançlardan kaynaklanır. Konuya ilişkin çeşitli yorumlara göre, labirent, mitolojik simgeler arasında en anlamlı ve en zengin olanlardan biridir: Kutsal bir bölgenin merkezindeki insanlara sağlık, toplumlara özgürlük veren bir muska; cezasını çekip günahını çıkardıktan sonra mutluluk sarayına giren kahraman ya da kutsal kişi, kentini kurtarmak ya da yeniden kurmak için geri gelen kahraman, bütün bunlar labirent söylencesi ile yakından ilgilidir.

Zeus'un oğullarından Perseus'la ilgili söylencenin gizemli hiçbir yanı yoktur. Oysa Kutsal Çanak'ı [İsa'nın son yemekte kullandığı bardak] arayanların zevkten kaçınma çabaları, gizemci inançlarla çok yakından ilişkilidir: Fisher kralının topraklarında ve insanlarında kısırlığa yol açan günah, kendini arındırma törenleri, ahlak savaşı ve sonunda Tanrı'nın bağışladığı birleşme ya da birlik (vuslat), gibi.

Dünyanın merkezinden kovulduk. Ormanlarla çöllerde, dolancanın yeraltı dehlizlerinde işte o merkezî aramaya koyulduk. Ancak, zamanın yalnızca bir ardışıklık ve değişme olmadığı "zamanlar" da vardı. Öyle bir zaman ki, geçmiş ve gelecek tüm zamanlar onun içindeydi. İnsan, bütün zamanların tek bir zaman olduğu o sonrasızlıktan kovulup dünyaya sürgün edildiği zaman, takvimin (başı sonu, ölçüsü hesabı belli olan zamanın) ve saatın kölesi oldu. Zaman denilen şey dün, bugün ve yarına, saate, dakika ve saniyelere bölününce, insanoğlunun zamanla kurduğu evrensel birlik sona erdi; insan gerçeğin akıp gidişinden koptu, onun dışında kaldı. "Bu an" dediğimizde o an geçip gitmiş, bitmiştir. Zamanın bu türden mekânsal ölçümleri, insanı -sürekli şimdi olan- gerçekten uzaklaştırır; gerçeğin kendini dışarı vurduğu bütün "şimdi"leri, Bergson'un deyimiyle, "gerçek dışı düşlere dönüştürür".

Bu karşıt düşüncelerin oluşumunu yeterince incelersek, takvim ve tarih zamanlarının bir özgüllüğü olmayan tekdüze bir ardışıklık olduğunu görürüz (4). Takvim hep aynıdır, acıya da zevke de aldırmaz. Mitolojik zamanlar ise, yaşamımızın bütün özgüllükleriyle öylesine iç içe ve diz dizedir ki, sonrasızlık kadar uzun bir soluk kadar kısa, verimli ve kısır, korkunç ya da hayırlı olabilir. Bu gözlem, "sosyal zamanlar" kavramına yol açar. Oysa, yaşam ve zaman tek, büyük ve bölünmez bir birimdir. Azteklerde zaman, mekânla çağrışım yapan bir süreklilikti. Her yeni gün, belli bir mekânsal noktaya bağlı sayılırdı. Zaman-mekân çağrışımı dinsel takvimlerin çoğu için de doğrudur. Fiesta, tarih ya da salt yıldönümünden daha değerli, anlamlı bir şeydir. Fiesta bir olayı kutlamaz, onu yeniden yaratır ve yaşar. Bu yolla, takvim yıkılır ve onun yerine -kısa bir süre için de olsa- sonrasızlık (yaşanan durum) konur. "Altın Çağ" geri gelir. Katolik papazı, kutsal cemaat (Mass) törenini yönettiği zaman, İsa, buraya ve bugüne ulaşır, kendini insana verir ve dünyayı yeniden kurtarır. "Gerçekten inananları" Kierkegaard'ın olmasını dilediği gibi, "İsa'nın çağdaşlarıdır".

Zamanın akışını durduran olaylar yalnızca söylenceler ve dinsel bayramlar değildir. Aşk ve şiir de bu konuda, yani "ilk zaman" konusunda, bize bazı ipuçları veriyor. Juan Ramon Jiménez, şiirsel anın sonrasızlığı konusunda bakınız ne yazıyor: "Daha çok zaman, daha çok sonrasızlık değildir." Kuşkusuz, zamanın değişmez bir durum, salt güncellik olarak yaşanması, gerçeğin, kavranılmasından çok, bu akışın usa vurulması demek olan saatle ölçülen zamandan daha eskilere gider.

Zaman kavramımızdaki bu ikilik, tarihle mitos, tarihle şiir arasındaki kimi karşıtlıklarda da görülür. Mitos da -dinsel fiesta'larda ya da çocuk masallarında da gördüğümüz gibi- zamanın tarihi belli değildir. "Evvel zaman içinde...", "kalbur saman içindeyken...", "Ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken..." diye başlayan öykülerde takvimle bağımlı bir tarihleme yoktur. Başlangıç, bütün başlamaları içine alan ve bizi her şeyin her an yeniden başlayabileceği canlı bir zamana götürür. Mitolojik bir olayı yineleyen ritüeller aracılığıyla, insanoğlu, karşıtların uzlaştırılıp birleştiği bir dünyaya kavuşur. Van der Leeuw'un dediği gibi, "bütün ritüellerde, törenleşmiş, töreleştirilmiş davranış ve olaylarda olayın sanki şimdi ve şu anda yaşanıyormuş imgesi saklıdır." (5) Okuduğumuz her şiir, bir yeniden yaratış (ya da yaradılış)'tır, yani törensel bir töredir, fiesta'dır.

Tiyatro ve epik de bir tür fiesta'dır. Tiyatro oyununda ya da şiir okumada, günlük zamanın tiktakı durur, ilk (özgün) zaman işlemeğe başlar. Katılma yoluyla bu mitolojik zaman -gerçeği gizleyen tüm zamanların ağa babası- bizim iç ve öznel zamanımızla çakışır. Ardışlıklığın kölesi olan insan, görünmez kafesinden kurtulup yaşayan zamana katılır: Kişisel yaşam dış zamanla özdeşleşir. Çünkü o dış zaman böylece yorulup tükenmeden kendini yaratan salt bir "şimdi"ye dönüşmüştür. Mitoslar ve fiestalar -ister laik, ister dinsel olsunlar- insanı yalnızlığından kurtarıp yaradılış süreciyle yeniden birleştirirler. Bu yüzden -kılık değiştirmiş, gizli ve saklı- mitos, tüm davranışlarımızda etkisini gösterir, yazgımıza etkin biçimde katışır, çünkü bize yaşamla yeniden birleşmenin kapısını aralar.

Çağdaş insan mitoslarının aklın denektaşına vurur -kaç kırat olduklarını görmek için. Yoksul kişi ise onları yok edememiştir. Bilimsel gerçeklerimizin çoğu, ahlaki, siyasal ve felsefi kavramlarımız gibi, mitolojik öğelerle dile getirdiğimiz eğilimlerin yeni biçimde anlatımından başka bir şey değildir. Günümüzde "aklın dili", adını verdiğimiz bilim, kendi koruyucu kanatları altında barınan mitosları ancak zar zor gizleyebilmektedir.

Ütopyalar -bilimsel görünüşlü açmazlarına karşın özellikle de çağdaş politik ütopyalar- her toplumu, kendisi için bir "Altın Çağ" arama yönünden zorlayan eğilimlerin [sorunların] dışa vurulmasından, dile getirilmesinden başka bir şey değildir. O "Altın Çağ" ki, serüvenimizin başında kovulduğumuz o yere, "Günlerin Günü"nde yeniden dönülecektir. Modern fiesta'lar -siyasal toplantılar, gösteri ve geçit yürüyüşleri ve öteki törensel eylemler- gerçekte, kurtuluş gününün [Hıristiyanlara göre İsa'nın yere inişinin] yakın olduğunu duyuruyor. Herkes, toplumun ilk özgürlük günlerine ve o ilkel temizliğine yeniden dönebileceğini umuyor. O yere vardığımızda, yaşam bizi türlü kuşkularla iyi ile kötü haklı ile haksız, gerçek ile düş arasında bir seçim yapmamız için zorlamayacak. Değişmez şimdiler yani bir "Zaman Krallığı" kurulmuş olacak. Orada gerçek, maskesini çıkarıp atacak, bizler de hem gerçeği hem de hemşerimizi tanımak olanağını bulmuş olacağız.

Kısırlayan ve yozlaşan her toplum kendini kurtarmak için en az iki söylence ve inanç yaratmak zorundadır: 1- verimi artırmak için, 2- yaratıcılığı desteklemek için. Yalnızlık ve günah [sorunu] birlik ve bolluk içinde çözümlenebilir. İçinde yaşadığımız çağdaş toplum da kendi mitoslarını yaratmıştır. Burjuva toplumlarının kısırlığı ya kendi canına kıyma ile ya da daha yaratıcı olan bir katılıma süreciye sonuçlanacak gibi görünüyor. Ortega y Gasset'in deyimiyle "çağımızın sorunu" kısaca budur. Düşlerimizin özüyle eylemlerimizin anlamı işte bu sorunda düğümleniyor.

Çağdaş insan, uyanık olduğuna ve de doğru düşündüğüne inanmak istiyor. Ama bu tür inanç ve düşünceler bizi karabasanlara soktu -akıl aynalarımızda, art arda işkence odalarını gördüğümüz karabasanlardı onlar. Bu karabasandan çıktığımızda, uyanık durumda düş gördüğümüzü ve usçu düşlerimizin dayanılmaz düşler olduğunu belki de fark edeceğiz. Ve ondan sonra, belki de gözlerimizi kapayıp yeniden düş görmeğe başlayacağız.
  

(*) L'amour fou - Çev.
(1) Lucien Lévy-Bruhl : La mentalité primitive (Paris 1922)
(2) Amable Audin: Les Fétes Solaries (Güneş Baynamları), (Paris 1945)
(3) "Kutsal yer" kavramı konusunda, Mircia Eliade'ın Histoire des Beligions (Dinler Tarihi'ne) Bkz. (Paris 1949)
(4) Bu konuda Bkz: Bozkurt Güvenç'in Sosyal ve Kültürel Değişme yapıtı Ankara 1976. (Hacettepe Üniversitesi yayını D-21)
(5) Van der Leeuw: I'Homme primitif et la Religion (İlkel İnsan ve Din), (Paris 1940).


Çeviri: Bozkurt Güvenç

Wednesday, April 20, 2016

These moving photos of the refugee crisis just won a Pulitzer Prize

Gripping images of Europe's refugee crisis won the 2016 Pulitzer Prize for breaking news photography on Monday.
The judging committee said that the joint first place prize was awarded to Mauricio Lima, Sergey Ponomarev, Tyler Hicks and Daniel Etter's work for The New York Times and the photography staffers of news agency Thomson Reuters for photos that "captured the resolve of refugees, the perils of their journeys and the struggle of host countries to take them in."
Covering hundreds of miles and telling dozens of individual stories, the images capture people at an uncertain moment in their lives, on unknown roads to uncertain destinations:
1Refugees arrive by a Turkish boat near the village of Skala, on the Greek island of Lesbos (The New York Times/Sergey Ponomarev - November 16, 2015).
1Desperate refugees board the train toward Zagreb at Tovarnik station on the border with Serbia (The New York Times/Sergey Ponomarev - September 18, 2015).
1Ahmad Majid, in blue T-shirt at centre, sleeps on a bus floor with his children, his brother Farid Majid, in green sweater at right, and other members of their family and dozens of other refugees, after leaving Budapest on the way to Vienna. (The New York Times/Mauricio Lima - September 5, 2015).
1Migrants walking past a church, escorted by Slovenian riot police to a registration camp outside Dobova, Slovenia. The small Balkan nations along the path of the human migration through Europe have seen record numbers of refugees cross their borders, and have been overwhelmed in their ability to manage the human flow (Sergey Ponomarev, The New York Times - October 22, 2015).
1A man tries to shield his child from police beatings and tear gas at the border crossing in Horgos, Serbia (The New York Times/Sergey Ponomarev - September 16, 2015).
1After battling rough seas and high winds from Turkey, refugees arrive by rubber raft on a jagged shoreline of Lesbos. Fearing capsize or puncture, some panicked and jumped into the cold water in desperation to reach land (The New York Times/Tyler Hicks - October 1, 2015).
1Laith Majid, an Iraqi, broke down in tears, holding his son and daughter after they arrived safely in Kos, Greece, on a flimsy rubber boat (The New York Times/Daniel Etter - August 15, 2015).
1An overcrowded inflatable boat with Syrian refugees drifts in the Aegean sea between Turkey and Greece after its motor broke down off the Greek island of Kos. (Thomson Reuters/Yannis Behrakis - August 11, 2015)
1A Syrian refugee holds onto his children as he struggles to walk off a dinghy after crossing a part of the Aegean Sea from Turkey to Lesbos (Thomson Reuters/Yannis Behrakis - September 24, 2015).
1Syrian migrants cross under a fence as they enter Hungary at the border with Serbia, near Roszke (Thomson Reuters/Bernadett Szabo - August 27, 2015).
1A police officer tries to stop someone from boarding a train through a window at Gevgelija train station in Macedonia, close to the border with Greece (Thomson Reuters/Stoyan Nenov - August 15, 2015).
1Hungarian police stand over a family who threw themselves onto the track before they were detained at a railway station in the town of Bicske (Thomson Reuters/Laszlo Balogh - September 3, 2015).
1A Syrian man kisses his daughter as he walks through a rainstorm towards Greece's border with Macedonia, near Idomeni (Thomson Reuters/Yannis Behrakis - September 10, 2015).

Thursday, March 31, 2016

Child labor by Zoriah

Child Labor Pictures

Child labor, although illegal in most countries, still continues on a wide scale, primarily in the developing world. Hundreds of thousands of children trade their childhood, education and potential in order to work long hours in horrible conditions. They do it out of necessity and these images are a testament to some of the conditions they work in.
Despite all of the horrors associated with child labor, in many instances it can be better for the children than their other options. In countries affected by dire poverty, unemployment and high levels of HIV (which can take parents out of the workforce and plummet families into abject poverty) child labor can be the only way for families to survive. In other situations a child who is unable to afford an education may only be left with the two choices, either to work or to end up on the streets. My personal experiences have shown me that although the work conditions are often horrible for the children, they are nothing compared to the conditions on the streets.
Children obviously deserve the right to an education and the right to having a childhood free from hard labor. But as long as we have countries that are extremely rich and ones that are extremely poor, the children in the poor countries will have to work. I have begun this project documenting child labor because I believe that the developed world needs to be reminded of what life is like in other places. We need to find more balance on this planet, some children have $500 video game systems while others all but kill themselves just to feed themselves and their families. We need to work more towards balancing things out.
 Photographing Child Labor: Photographer's Notes
Shooting this project had its share of challenges, although not necessarily the ones I expected. Actually finding the subject matter was easy enough and getting access to the factories was also not difficult most of the time. However once inside it was a different story.
As you might imagine, it was quite exciting for the children to have a guest show up and break up the monotony of their work day. So there was a lot of waiting as for the smiles and laughter to subside and the usual grind to continue. I obviously wanted to document their lives in as realistic a way as possible and not document their reactions towards a foreigner with a big camera in the workplace.
The other major issue shooting this project was lack of light. Most of the factories were indoors with few or no windows at all and only minimal, if any lighting. To make things more complicated the conditions were usually extremely cramped which made getting good angles to shoot from very difficult. Add to that all of the movement as the children worked, I ended up with dozens of unusable frames every day.
TIP: When I work in low light situations I usually shoot in bursts of three frames at a times, as there is usually some camera shake both as you press and release the shutter. In bursts of three, the middle shot will usually be the steadiest and most usable.

0001_zoriah_child_labor_children_working_20120811_0028
Children breathe in smoke while pouring hot metal into molds in a small, industrial factory.

0002_zoriah_child_labor_children_working_20120814_0276
A young boy carries a large bag of recyclables while working in a public dump.

0003_zoriah_child_labor_children_working_20120804_0293
A child working in a factory that deals with making bags and other paper goods.

0004_zoriah_child_labor_children_working_20120816_0203
A boy coated in dirt and grease while working in a shipyard.

0005_zoriah_child_labor_children_working_20120817_0173
 The boy using a makeshift bandage to cover a wound on his foot while working barefoot in a dumpsite.

0006_zoriah_child_labor_children_working_20120804_0174
 A boy working alongside an older man in a factory.

0007_zoriah_child_labor_children_working_20120809_0479
A child covered in sweat while working in a garage that services cars and trucks.

0008_zoriah_child_labor_children_working_20120817_0176
Young trash collectors weighing cans and bottles at a roadside weigh station near a city dump.

0009_zoriah_child_labor_children_working_20120813_0028-2
Children working in a paper plant.

0010_zoriah_child_labor_children_working_20120815_0127
 A young boy working with teenagers in a metal machining factory.

0011_zoriah_child_labor_children_working_20120813_0018
 A boy working at a small streetside grocery store.

0012_zoriah_child_labor_children_working_20120807_0384
A child working at a sewing machine making seats for cars and vans.

0013_zoriah_child_labor_children_working_20120814_0426

A young worker in a market area takes a break and rests at the end of the day
.

Friday, March 18, 2016

Habile kabile kalmadı dünya

Ruhuna serpilen ölü tozları nasıl kalkar
hangi kelime seni sana geri verir
aslına nasıl döner sureti kalmışlığın
ne utandırır seni senden
umudum içime tekrar doğar mı
yeniden yeşerir mi zehirlenmiş tarlalar
kekik kokar mı vurduğun dağlar
önce ben ayağa kalkabilmeliyim
yüzyıllardır çektirdiğin acılara rağmen
ve çekebilmeliyim sendeki zehri
dikilerek karşına
yeterrrrrrrrrrr!!!!!!!!!!!!
diye bağırabilmeliyim suratına suratına
seni utandırabilmeliyim
ve kefaretini ödetebilmeliyim
ellerini kumrunun yumurtasına kuluçka etmelisin
bir doğuşa yalvarırcasına
birgün herkes gibi yaşam sana veda edecek
sana çaldıklarını vermeyecek
tek 
çıplak
yalınayak
cepsiz cepkensiz
ve sensiz 
..........

bir yol var sana dokunacağım
bir yumurta var sana vereceğim
anlayacaksın
entrikaların
savaşların
silahların
hükümranlığın
bir hiç olduğunu
varoluşunun sebebinin olmadığını
karıncadan
bok böceğinden
sivrisinekten daha değerli olmadığını
anlayacaksın
doğaya biad edeceksin
askerlerin
kalelerin
kılıçların hep sana dönmüş
kaçısın yok 
ana rahmine geri dönemeyeceksin
saklanamayacaksın
kaçamayacaksın
kendini yakalayacaksın
henüz bu gezegen soğumadan 
son çocuk ölmeden
kendine gel
otur 
düşün
taşın
kefaretini öde
evinin kapısı çalınmadan
bacası sönmeden
nedamet getir
söndür yüzyıllardır yakılan ateşi
kır silahları
zincirlerini kaldır toprakların
habile kabile kalmadı dünya
sultan süleymana da......

Saab

18 Mart 2016

Sunday, February 21, 2016

ARTVİN MÜCADELESİNE DAİR DOĞRU SANILAN 18 YANLIŞ


 / 


environmentalists-block-road-to-mining-company-in-black-sea-province_Fotor
  1. Artvinliler Sadece Ağaçlarına, Ormanlarına Sahip Çıkıyor
Yarım doğru ile başlayalım. Buna büsbütün yanlış demek haksızlık muhakkak, ancak ifade eksik, onu tamamlamak Artvin mücadelesini daha iyi anlamamızı sağlıyor. Sahip çıkılan her ağaç, her yeşil alan, her orman korunmak istenen doğa kadar doğanın bir parçası olduğu toplumsal ilişkiler bütünüdür. Artvin örneğinde ise bu toplumsal ilişkiler bütünü belki de hiçbir yerde olmadığı kadar görünür ve ispatlanabilir. Artvinliler ağaçları kadar şehirlerine, geleneklerine, kültürlerine, sağlıklarına, sağlıklı su ve havaya erişim haklarına, dağ çileklerine ve yırtıcı hayvanlarına – kısacası hem maddi hem manevi yaşam alanlarına –  sahip çıkıyorlar. Çünkü madencilik yapılmak istenen bölge sadece ağaçlık ve estetik değil. Cerattepe yamaç üzerine kurulmuş Artvin kentinin birkaç yüz metre yukarısında yer alıyor. Artvin’in bütün su kaynakları bu bölgeden geliyor. Aynı projeyi Aralık 2015’te iptal eden mahkeme kararı, madencilik faaliyetinin hem su kaynakları üzerinden hem de zehirli gazların asit yağmuruna dönüşmek suretiyle kenti doğrudan zehirleyeceğine vurgu yapıyordu. Tüm bunların ötesinde Artvinli Cerattepe’yi kentinin bir uzantısı olarak görüyor, yaz-kış mesire yeri olarak kullanıyor. Geleneksel Kafkasör şenliklerinin yapıldığı alan bu bölgenin içinde kalıyor. Maden alanı Artvin’in en önemli turizm alanlarından Hatila Milli Parkını ucundan içine alıyor.
kafkasor_Fotor
  1. Madencilik Yapılacak Alan Artvin’in Dışında Dağlık Bir Alandaymış
Doğru, dağlık alanda. Ancak Artvin’de dağlık olmayan alan yok zaten. Artvin kenti Çoruh nehrinin kıyısında 180 metre rakımda başlar, ancak kent merkezi 560 metredir, 800 metreye kadar yoğun yerleşim vardır. Kent enine değil boyuna büyümüştür. Maden sahası, Çoruh vadisine yukarıdan bakan Artvin şehrinin 500 ile 1500 metre üzerindeki yarım ay şeklindeki alanın tamamıdır. Artvin şehrinin üstündeki kotlarda yer almaktadır ve büyüklüğü şehrin birkaç katıdır. Yanlış, anlaşılmasın: doğaya, insana yarardan çok zarar sağlayacak, öncelikli olarak etrafında yaşayan insanların rıza göstermediği, amacı müşterek refah değil de kişisel çıkar olan her türlü maden faaliyetine, rant projesine karşı durmak meşrudur. Türkiye kırsalında bugün böyle onlarca meşru direniş bulmak mümkün. Ama Artvin’in altını birazcık daha kalın kalemlerle çizmemiz gerekiyor. Artvin Beşiktaş ise, Yıldız, Ihlamur, Maçka, Nişantaşı tepelerinde siyanürle altın çıkartılmak isteniyor.. Bu kadar izansız, bu kadar saldırgan, bu kadar sorumsuz, bu kadar yüzsüz bir proje ile karşı karşıyayız..
Screen Shot 2016-02-20 at 1_Fotor
  1. Durup Duruken Ortaya Çıkan Bu İtirazın Ve Olayların Zamanlaması Manidar
Durup dururken ortaya çıkması manidar olan siyaset ve tarih bilgisi 5 yıl geriye gidemeyen,  klavye gazetecileri ve yorumcuları olsa gerek. Artvin’in maden karşıtı mücadelesinin 25 yıllık bir tarihi var. Siyaset bilgisi bu iktidarın tarihçesi ile sınırlı olanlara hatırlatalım: Artvin maden karşıtı mücadelesi, merkezinde Yeşil Artvin Derneği olan bu toprakların en eski yerel çevre hareketlerinden. Cengiz Holding Artvin’i çevreleyen tepe ve dağlarda madencilik faaliyetine girişmek isteyen ilk şirket değil. Artvinliler 1990’lar boyunca Cominco Madencilik, 2000’li yılların ilk yarısında da Kanadalı IMNET Mining’e karşı benzer bir mücadele yürütüyor ve her ikisinde de başarılı oluyorlar. Uzun uğraşların sonunda Kanadalı şirketin bölgeye ait madencilik ruhsatı 2008 yılında Danıştay tarafından bozuluyor ve Artvin rahat bir nefes alıyor. Bu rahat nefes hepi-topu iki yıl sürüyor ve 2010 yılında çıkan yeni maden yasasıyla bölge yeniden madencilik faaliyetine açılıyor. 2012 yılında pek bir ahbap-çavuş ilişkisi içerisinde gerçekleşen bir ihalenin ardından Artvin şehrinin üst kotlarına yayılmış 4361 hektar büyüklüğünde devasa iki alanda madencilik hakkı, adı ile müstesna, Özaltın şirketine veriliyor. Artvin Arhavili Özaltın, kısa bir süre sonra bu hakkı –Artvinlilerin de şüphelendiği gibi– daha büyük bir oyuncu olan komşu Rize menşeli Cengiz Holding’e devrediyor. Bu uzun al gülüm ver gülüm hikayelerinden arta kalan şu: Artvin mücadelesinin birikimi hem bugünün hem de dünün olağan şüphelileri karşısında yükseliyor; Artvin dünün ekstraksiyon ekonomisi ile bugünün müşterekler yağmasını bir arada düşünmemizi sağlıyor.
 Artvinlilerin Rahatsızlığını Anlıyorum, Ancak Tepki Böyle Gösterilmez, Hukuki Sürecin Sonlanmasını Beklemeleri Gerekir
Tam aksine, hukuku sürece riayet etmeyen Artvinliler değil, şirket ve ardındaki siyasi irade. Artvin Cerattepe’deki maden faaliyetine ilişkin hukuki süreç bir yıl önce bitmiş, kim bilir kaçıncı kez davayı yine Artvinliler kazanmıştı. Rize İdare Mahkemesi çevre davalarında eşine az rastlanır bir karar vermiş, projenin Çevre Etki Değerlendirme (ÇED) raporu detayları kadar, madencilik faaliyetinin o bölgede hiçbir şekilde yapılamayacağı yorumunda bulunmuştu, bilirkişilerin raporları üzerine“Maden faaliyetinin hayata geçirilmesinin Artvin ilini yöre sakinleri açısından YAŞAM ALANI OLMAKTAN ÇIKARACAĞINI, BU BÖLGEDE MADEN ARAMA PROJESİİLE BU PROJENİN ETKİSİ ALTINDA BULUNAN YAŞAM ALANLARI VE KORUMA ALTINDAKİ ALANLARIN BİR ARADA OLAMAYACAĞI KANAATİNE VARILMIŞ” ifadelerini kullanmıştı. “Ya Artvin, ya maden; ikisi bir arada olmaz!” anlamına gelen bu karar yokmuş gibi davranıldı, şirket birkaç küçük değişiklik yaptığı ÇED raporu ile bakanlığa başvurdu ve jet hızıyla onay aldı. Şirket bu onayla yeni mahkeme sürecinin ve olası bir yürütmeyi durdurma kararını beklemeden acele edip, projeye kazma vurup işi oldu bittiye getirmek istiyor.

  1. Tamam da Madenci Şirket Bir Şekilde Yeni Bir ÇED Raporunu Onaylatmış, Faaliyete Başlaması Hukuki
Pek öyle değil. Öncelikle şu var: Şirket Artvinlilerin Rize İdare Mahkemesi’nde 2014 Aralık ayında kazandığı davayı Danıştay’a taşımıştı. Danıştay bu yürütmeyi durdurma talebini Nisan 2015’te reddetmiş böylece şirketin Cerattepe’ye çıkma dayanağı tamamen ortadan kalkmıştı. Ancak, henüz Danıştay davanın esasını değerlendirmeyi sonuçlandırmamışken (ki hala sonuçlanmış değil) yürütmeyi durdurmama kararını kendisi için olumsuz bir sinyal olarak gören şirket yeni bir ÇED için başvuru yaptı. Yani, aslında alt mahkemenin iptal ettiği ÇED’e üst mahkeme hala değerlendirme halindeyken, şirket okus-pokus yapıp Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’ndan yeni bir ÇED olumlu kararı ile Artvin’e dönmüş oldu. Bu absürtlüğe rağmen Artvinli yeni ÇED’e  de dava açtı. Sanki uzmanlar daha bir buçuk yıl önce gelmemiş, kapsamlı bir raporu Rize İdare Mahkemesi’ne sunmamış gibi 18 bin lirayı bulan keşif ve bilirkişi ücreti bir kez daha ödendi. Bilirkişi gelmeden şirketin Cerattepe’ye çıkıp bir fiili durum yaratabileceğinden endişelen Artvinli sırf bu yüzden 1800 metrede tam  240 gündür nöbet tutuyordu. Şirket de tam da bu yüzden Cerattepe’ye ele geçirip, keşif heyeti gelene kadar bölgenin yapısını değiştirmek ve bir önceki dava kurgulayamadığı oldu-bittiyi bu kez gerçekleştirmek istiyor. Diyebilirsiniz ki “bu kadar yeter, anladım” durun, bekleyin dahası da var: Şirket’in iş makinalarını Cerattepe’ye çıkarabilmesi için Orman Bölge Müdürlüğünün yer tespiti yapmasına ve araziyi resmen şirkete teslim etmesine ihtiyacı var. Bu henüz yapılmış olmamasına rağmen, şirket valilik ve kolluk gücünün arkasına alarak Cerattepe’ye çıkmayı ve ağaç kesimine başlayabildi. Orman Bölge Müdürlüğü’ndeki görevli memurlar, şirket amacına ulaştıktan hemen sonra, valilik tarafından görevden alındı, hakkında ise şirketin işlerini yeterince hızlandırmamaktan dolayı olsa gerek idari soruşturma açıldı.
 Artvin’deki İtiraz İdeolojik, Samimi Değil, Bunlar Her Şeye Karşı…
Her şey bir iki kişin olunca, herkes her şey karşı olur. Laf cambazlığı ve ideolojinin ne anlama geldiğine dair tartışmalar bir yana bırakırsak gerçek şu: Artvin 25 yıldır, özellikle de son 5 yıldır genç, yaşlı, kadın, esnaf, partili, siyasetsiz topyekûn direniyor. İdeolojik olmamanın, samimi olmanın karşılığı illa geniş taban ise isteyen Cengiz Holding’e karşı açılan ve kazanılan davanın davacılar sütununa bakabilir. Orada 178 kişi ve kurum içerisinde Artvin Muhtarlar Deneği’ne de ÖDP’ye de, Esnaf ve Sanatkarlar Odası’na da, CHP’ye de, Bakkallar ve Sebzeciler Esnaf Odası’na da, Halkevleri’ne de, Artvin Zihinsel Özürlüler Derneği’ne de, MHP’ye de, Artvin Giyim Eşyaları ve Sanakarlar Odasına da rastlamak mümkün. Peki hiç mi ideoloji yok bu işin içinde? Olmaz mı, var. Her dağı, her taşı, her dereyi metaya ve kara dönüştürebileceğinden zerre şüphe duymayan ucuz bir kalkınma sosuna bulanmış yağma ekonomisinin ideolojisi ve takıntısı var. Artvin halkı işte bu ideolojiye karşı 25 yıldır mücadele ediyor.
g_71512
  1. Artvin’de Eylemlerini Yapanlar Artvinli Değil; Bunların Kökü Dışarıda
Duyan de Artvin’i kapı komşusu olabilecek yer sanır. İstanbul-Artvin otobüsle 25-26 saat sürer. Hah, geldik dediğin an yılankavi virajların ve baş dönmesinin başladığı andır. Bu yolu Artvinli ile dayanışmak için tepene “helal olsun!” demek lazım. Öte yandan “Artvinli değil!”dediklerinin büyük çoğu Artvin merkez de ikamet etmeyen Artvinlilerdir. Artvin il merkezini tehdit eden maden projesi Artvin’in en ciddi ekolojik sorunu olabilir, ama tek değil. Örneğin, Artvin ili geneline yapılması planlanan HES sayısı 12O küsur. Yeşil Artvin Derneği de sadece kendi arka bahçesindeki maden tehdidi ile ilgilenmez. Şavşat’tan Ardanuç’a, Yusufeli’nden Arhavi’ye, Murgul’dan Hopa’ya kadar Artvin’in tüm ekoloji mücadeleleri ile dayanışır, onlara hukuki destek sağlar. Üstelik kendini Artvin ile ile de sınırlamaz. Yeşil Artvin Derneği’nin Doğu Karadeniz’de ilişkilenmediği yaşam alanı mücadelesi yok gibidir. Bunun karşılığında ne zaman bir eylem olsa, Artvinlinin en zaman başı sıkışsa, Doğu Karadeniz’de dere, maden, taş ocağı, yeşil yol sorunları ile boğuşan kim varsa, ilk vasıta ile kendisini önce Çoruh boyunda sonrada bir dağ boyunca yükselen 32 virajın sonunda Artvin il merkezinde bulur. Tüm yurda, İstanbul’a, Ankara’a ve (Artvinli nüfususundan dolayı adı Burtvin’e çıkmış) Bursa’ya yayılmış Artvinli gurbetçiler 25 yıllık mücadeleyi takip eder, kritik dönemeçlerde memlekete kısa süreli de olsa döner, mücadeleye destek olurlar. Bu açıklamaları yapmaya elbette gerek yok. Maden sahasının yanı başındaki göz kamaştırıcı ormanlık alanın adını HatilaMilli Parkı ilan edip, onun derdine sadece yerelde yaşayan insanların düşmesini beklemek aslında ne kadar sığ bir iki yüzlülük. İlla ikametgâh bakacaksak da söyleyelim: yerli olmayan eylemci değil, Artvin’de maden aransın kararını Artvin dışından verenler, karara Artvinlinin karşı çıktığını duyulunca 6 ilden Artvin’e yığılan kolluk kuvvetleridir. Eylemcilerin menşei ile bu kadar yakından ilgilenenlerin karar alma ve uygulama süreçlerinin yerelde çözülmesi hakkındaki karnelerine gözden geçirmeleri gerekiyor.
 Artvin’de Maden Karşıtı Olan Sadece Küçük Bir Grup, Görüntüler Yanıltıcı
56c6b20bc03c0e5be00f49c9_FotorArtvin’in ezici bir çoğunluğu madene karşı. Bunu görmek için Artvin sokaklarında birkaç dakika dolaşmak yeterli. Bugünlerde açılmayan kepenklerin hemen hepsinin üzerinde “Artvin’de Madene Hayır” çıkartmaları göreceğinize emin olabilirsiniz. İktidar çevre ihtilaflarında kendine ve yerel halklardan alacağı desteğe çok güveniyorsa, bu güvenin bir nişanesi olarak, misal, ekolojik sorunlara halkın itiraz ve katılım süreçlerini desteklemeyi amaçlayan Aarhus Sözleşmesi’ne 2001 yılından beri sürüdüğü ayağı kaldırıp bir adım atabilir ve sözleşmeye taraf olabilir. Hoş, bilenler bilir. Aarhus sözleşmesi de müşterekler üzerindeki sermaye baskısını büsbütün ortadan kaldırabilecek mucizevi bir sözleşme değildir. Kaldı ki, sözleşmenin kimi özellikleri zaten yasalarımızda mevcut, ancak etkin uygulamasının önüne geçiliyor. Ben, acizane, Artvin ve benzeri çevre ihtilaflarının demokratik özerklik (ya artık kim nasıl tanımlarsa yerel yönetimlerin kuvvetlendirilmesi) meselesinin tartışılması önünde yepyeni bir imkan olduğunu düşünüyorum. Maden onayını veren, şirketi kolluk nezaretinde hukuka aykırı bir şekilde sokan kurum ve bireylerin yerele yakın ve halka hesap verebilir olması lazım. O zaman görelim bakalım “ben şirketin güvenliğinden sorumluyum” beyanatlarının sınırını. “Aarhus nere?”, “özerklik de bana ters!” diyenler en basitinden Artvin’in AKP’li Belediye Başkanı ile röportaj yapabilir, tüm Türkiye karşısında madene karşı sürdürdüğü ürkek itirazını kuvvetlice seslendirmesine yardımcı olabilir. Böylece Artvin’in çoğunluğu ne istiyor konusu bir nebze daha aydınlanmış olur. 
 İktidar Çevre Düşmanı Gibi Gösterilmeye Çalışılıyor; Oysa ki Bu İktidar Çevre Aşığı, 48 Kentrilyon Ağaç dikti
Yazıyı baştan itibaren okuyanlarla çevrenin ağaç ve peyzajdan ibaret olmadığı, çevre ihtilaflarının yerel demokrasi ve sermaye tehdidi altında ezilen müşterekler sorunundan bağımsız düşünülemeyeceği konusunda anlaşmış olmamız lazım. Türkiye’de çevrenin bu geniş toplumsal anlamıyla altı oyuluyor. Herkesin malumu: Artvin dağlarında kesilen 10 yaşlı ağacı; İstanbul-Ankara otobanı refüjlerine dikelen kırk fidan ile telafi etmeniz mümkün değildir. Biraz da bu yanlış anlaşılma yüzünden Türkiye’de yerel çevre mücadelesi verenler kendilerini çevreciden ziyade yaşam alanı savunucusu olarak adlandırırlar. Bu alışılmadık tanım sahip çıkılmak istenen derenin, ormanın, vadinin toplumsal, ekolojik, ve post-humanist boyutlarının bütününe vurgu yapmak, biraz da ana-akım çevre örgütlerinden ayrışmak içindir. Yok ben illa çevrenin ölçülebilir yanı ile ilgilenirim, bana sayılar, sıralamalar ve ölçülebilir değişkenlerle gel diyorsanız Yale Üniversitesi’nin her yıl güncellediği Çevre Performans Endeksi’ne bakmanızı tavsiye ederim. İndekste Türkiye’nin doğa koruma kategorisinde 180 ülke arasında 177.liğe kadar düştüğü görüp, bio-çeşitliğin bu kadar zengin olduğu bir ülkede bu kadar dibe vurmanın en anlama geldiği üzerine kafa yorabilirsiniz.
 Onlar da İktidara Oy Vermeselerdi, Kendi Düşen Ağlamaz
En sık karşılaştığım, en az saygı duyduğum bu serzenişi eleştirmeye nerede başlamalı, her seferinde zorlanıyorum. Artvin’de son üç seçimi AKP kazandı, doğru. Çevre sorunları ile gündeme gelen Doğu Karadeniz’de iktidar partisi tulum çıkartıyor, o da doğru. İyi de, Gezi direnişi İstanbul’da oldu da İstanbul’da iktidar sosyalistlere mi geçti? Hadi, onu geçtim 9 aydır oluk oluk kan akarken iktidar partisini oyunu arttırmadı mı? Sanki ülke AKP hegemonyasını çözdü, onu aştı da bir tek ekoloji mücadelesi veren kırsal alanlar ve taşra geri kaldı. Siyasi tıkanıklığın yükünü yerel hareketlere yüklemek “ne ekoloji, ne yaşam alanı mücadeleleri, ne onların kurmakta olduğu koalisyonlar, ne de açtıkları imkanlarla ilgileniyorum” demek anlamına geliyor. Önce uluslararasi sonra da milli sermayenin en kodamanlarına karşı taşra da 25 yıl karşı ayakta kalabilmek siyaset dışı olmasa da siyaset üstü bir çizgi gerektiriyor olabilir. Artvin mücadelesi ayakta kalıp en geniş tabanla madene geçit vermemeye çalışırken ekoloji, yaşam alanı, mücadele, direniş, kapitalizm, sermaye gibi kavramlar elbette tüm vatandaşlara bir şekilde temas ediyor. Bu temasın sandığa yansımıyor oluşu belki de henüz akacak bir mecranın olmamasından kaynaklanıyor.
 Artvin Kendi Halinde, Hukuka Saygılı, Barış Dolu Bir Kenttir; Devletin Bu Şiddeti de Nereden Çıktı
Artvin bir çok kent gibi barışçıl bir kent, doğru. Tanımı itibariyle barışçıl olmayan bir kent var mı, bilemiyorum. Bu ifade belki de Artvin’de yüz kızartıcı suç oranının az olduğu, hukuk dışına pek çıkılmadığını belirtmek için kullanılıyor. Ancak bu, Artvin’in devletle arasının her zaman güllük gülistanlık olduğu anlamına gelmiyor. “Ya halbuki Artvin ciddi çocuktur” demeye varan bu söylemler 12 Eylül’ün Artvin’de yarattığı ve yaraları hala sarılamamış travmayı görmezden gelmek demek. Artvin darbenin şiddetinin en yoğun yaşandığı kentlerden oldu, İstanbul ve Ankara’dan sonra  en fazla gözaltı Artvin’de yaşandı. Devlet Artvin’i en ufak köyüne varana kadar didik didik aradı; yargısız infazlar, adam kaçırmalar, gözaltında kaybetmeler ve işkence Artvin’de hemen her haneyi bir şekilde etkiledi. Bu anıların hem Ankara’nın kurumsal belleğinden, hem de Artvin’in toplumsal belleğinden kolay kolay silinmemiş olduğunu iyi bilmemiz gerekir.
 Burası Ne Cizre, Ne De Şırnak! Burası Bir Cumhuriyet Kenti Artvin!
CbjsTjYUYAA4ZP5_FotorArtvin’in mücadelesini Kürt meselesine göre konumlandırıp kolluk güçlerine nazarında Artvin’e sempati uyandırmaya çalışanlara kötü bir haberim var: uyandırılan sempati maruz kalınan şiddetin en fazla yoğunluğunu azaltmaya yarıyor, o kadar. Artvin’de polis gözaltına alıyor, akşam bırakıyor; gaz ve plastik mermi kullanıyor ateşli silah kullanmıyor. Cumhuriyet kenti olmanın karşılığı bu: ağır çekim şiddet! O da şimdilik. Son tahlile gelindiğinde Artvin’in Cizre’ye benzetilebileceğinin sinyali bakanlık seviyesinde “vurun geçin!” emriyle verilmiş durumda. Dürüst olalım. Mücadele denklemi makbul vatandaş kimdir hiyerarşisi içinde kurmaya çalışıyorsanız, sizden makbulleri olduğunu da bilmek zorundasınız. Sen Cumhuriyet’in kenti isen, o da Cumhuriyet’in müteahhitti, Cumhuriyetin iş adamı. Üstelik senin kenti olduğun cumhuriyet ‘eski’, müteahhidinki ‘yeni’. Dolayısıyla, amaç mücadeleyi yükseltmekse bu senden daha az makbulün başına basarak değil, makbul olmayanla küçük, gevşek, mütevazi koalisyonlar inşa etmeye çalışarak olmalı.
 Bu Yatırımlar Artvin Halkına İş Ve Aş Olarak Geri Dönecek, Milletin Ekmeği İle Oynuyorlar.
Artvin’e kuş uçuşu yarım saat mesafede Murgul’da 65 yıldır çalışan Türkiye’nin en büyük bakır madeni var, adı Eti Bakır. 1970’li yıllarda kamu elindeyken 6000 küsur işçinin çalıştığı tesisin şimdiki sahibi (bildiniz) Cengiz Holding aynı işi maşallah 900 işçi ile hallediyor. Murgul’u zamanında sosyal devletin imkanları ile cazip kılan kamunun aksine Murgul’a tek çivi bile çakmıyor; ekmeği bile kasaba dışından getiriyor. Tabi mesele Cerattepe’yi özel sektör yerine kamu işletsin meselesi hiç değil. Artvin 15 senedir kişi başına düşe kamu yatırımında açık ara birinci sırada. Artvin’in her köşesi şantiye: barajlar yapılıyor, vadiler yıkılıyor, viyadükler yükseliyor, dağlar HES ve otoyol tünelleri ile deliniyor. Peki bu yatırımın sonunda ne olmuş? Artvin il nüfusu aynı dönemde yılda ortalama %5 küçülmüş. Artvin’e akan yatırım Artvinli için iş üretememiş, Artvin’de üretilen zengilik eşit bölüşülmemiş, Artvin’de kalmamış, Artvinliyi yerinde tutamamış. Artvin adaletsiz kalkınmanın başkenti olmuş.
 Şu Konjonktürde Bu Güçlü Holding’i Alt Etmek Çok Zor
Zaten mahkemede alt etmişti, ama fayda etmiyor diye üzülmenin yeri yok. Enseyi karartmayalım, Eylül 2014 Eylül’üneMurgul’un fendi, Cengiz’i nasıl yendi bir bakalım. Artvin Cerattepe’nin altınını çıkartmak için her yolu deneyen Cengiz Holding bol bol aldığı ÇED raporlarından birine “merak etmeyin, ben altını burada işlemeyeceğim, hali hazırda bakır çıkarttığım ilçeniz Murgul’a götürüp olarada işleteceğim, zehrin çoğunu oraya akıtacağım” diye yazar. Murgullu önce ÇED raporunun, sonra da gözünün önünde kazılan siyanür havuzlarının farkına varar. Murgullu gençler önce bir platform kurar, ardından toplantı, imza, miting darken, siyanür karşıtı direniş 900 işçinin grevi ile zirve yapar, Murgul’da hayat dört gün durur. Önce ayak sürtüp işçileri işten atmakla tehdit eden işveren, hızlıca geri adım atar, platform ile bir protokol imzalar ve siyanür çukurları kapatılır. Murgullu dün kendi ilçesi için yaptığını bugün Artvin için yapar mı, bu onlardan istenebilir mi, onu bilemem. Ama Artvin ile Murgul’un maden tarihi bir sonraki zaferin ipuçları ile dolu. Bu zor konjonktür de bile.
murgul10
  1. Milli Zenginliklerimiz Yer Altında Mı Kalsın?
Bu sorunun kısa cevabı “yer üstündeki zenginliklerimiz de yerin altına mı girsin?” olsa gerek. Milli zenginliklerimizi kullanalım, doğru. Ama asıl soru bu değil. Asıl soru “neyin zenginlik olduğunun kararını kim nasıl veriyor” ve “zenginlikler arası hiyerarşiyi neye göre kuruluyor” olmalı. İktidar zenginliği sadece ve sadece piyasa koşullarına göre tanımlıyor. Yönetme rasyonelini piyasa mantığının çizdiği kaba bir kalkınmacı dünya görüşü ve dar bir büyüme ideali üzerine inşa etme derdinde. Bu derdin üzerinde, bu ülkenin hakları olarak bir görüş birliğine vardığımızı hiç hatırlamıyorum. Milli zenginliği ekonomiden ibaret saymayabileceğimiz gibi maddi boyutla da sınırlı tutmak zorunda değiliz. Eğer benim “kimin için kalkınma, kimin için büyüme” temalı söylemimi çok radikal bulursanız bir de Rize İdare Mahkemesi’nin kararına göz atın derim: “MADENLERİMİZİN ÜRETİMİ VE İŞLETİLMESİ EKONOMİK YÖNÜYLE GAYRİSAFİ MİLLİ HASILAYA OLUMLU KATKI YAPARKEN GAYRİ İNSANİ YAŞAM KOŞULLARINA YOL AÇMAMALI, ANAYASANIN YUKARIDA BELİRTİLEN HÜKMÜ İLE GÜVENCE ALTINA ALINAN SAĞLIKLI BİR ÇEVREDE YAŞAMA HAKKININ KULLANILMASINI ENGELLEMEMELİ, BİR YANDAN GELİŞME VE KALKINMA ODAKLI BİR ÜRETİM ANLAYIŞI BENİMSENİRKEN DİĞER YANDAN DA BU GELİŞME VE KALKINMADAN PAY ALACAK OLAN İNSAN UNSURU GÖZARDI EDİLMEMELİDİR”. Mahkeme kararı dahi bir kez daha gösteriyor ki Artvin’in maden davası çevre ile ilgili olduğu kadar, her çevre mücadelesi gibi, bölüşüm ve yerel demokrasi ile ilgilidir.
 Bu Madencilik İşleri Dünyanın Başka Yerlerinde Nasıl Yapılıyorsa Biz De Öyle Yapalım
Hopa Sarp Köyü Yakınlarında Dalgalar Duvarı Yıktı, Karadeniz _FotorAçıkçası bu talebi dillendirirken dili ısırmakta fayda var. Çünkü iki saniye düşününce dünyada madenciliğin, bilhassa özel olarak altın madenciliğinin tarihinin kan, gözyaşı, hırsızlık, işgal, kölelik, ve yağma ile yazıldığını hatırlayacağız. “Ya o günler geride kaldı” diyenlere Artvin örneğini anlatın derim. İktidar baskısı, kolluk gücü desteği, hukukun eğilip bükülmesi olmadan böylesi bir proje mümkün olabilir miydi? “Tamam onu anladık, teknik olarak bu maden zararsızca çıkmaz mı?” diye ısrarla soranlara Cengiz Holding’in diğer faaliyetlerine, misal, onu yerel bir taşerondan milli kalkınma müteaddidine taşıyan Karadeniz Sahil Yolu’na bir bakmalarını tavsiye ediyorum. Her fırtınada Karadeniz’e bir parçasını bırakan, dalgaları yenemeyen ancak bununla birlikte Karadeniz’in tüm derelerinin önünde duvar olmayı başaran, şirin sahil kasabalarını otoban kenarı dinlenme tesisine dönüştüren Karadeniz Sahil Yolu’na bir bakın lütfen. Bu elbette bu firma kötü iş yapar, yanındaki daha iyi anlamına gelmemeli. Altını çizmeye çalıştığım alengirli altyapı projelerinden, sağlıklı üstyapılar kaçınılmaz olarak çıkmayacağı.
  1. Artvin’de Olanlar Üzücü Ama, Artvin’e Yolum Düşmez, Haliyle Hadise Beni Pek İlgilendirmiyor
Çok ‘talihsiz bir beyanat’ bu! Şu noktada altın madeninin Artvin’in sonu olduğuna eminiz de Artvin çok uzak, insanını bilmem vs. diye ilgisiz mi davranıyoruz? Böyle bir insan çeşidi olduğunu sanmıyorum ama yine de varmış gibi yapalım. Açıkçası, belki haklısınız. Artvin bir ekolojik feda alanı hale gelecek ve diyelim ki –olmaz ya- çevresel etki Artvin ile sınırlı kalacak. Artvinli de pılını pırtısını toplayıp, dükkanı kapatıp, yurdun dört yanına yavaş yavaş dağılacak. Tüm bu hikaye sizi rahatsız etmiyorsa da şunu bilmeniz gerekiyor. Böylesi üst düzey dava ve mücadeleler örnek teşkil ediyor. Sadece hukuki içtihatlardan bahsettiğimi düşünmeyin. Artvin davasını göz ucu ile takip eden onlarca yatırım olduğuna ve sürecin geçtiğimiz hafta içinde evrildiği yeni durumu ellerini ovuştururcasına takip ettiklerini varsayabiliriz. Artvin sürecinin gidişatı bugüne kadar saldırgan sermaye gruplarını daha temkinli, yerel ekoloji mücadelesi verenleri de daha cüretkar olmaya itti. Dolayısıyla Artvin mücadelesinin eninde sonunda sizin mahalleye, köye, ve vadiye bir etkisi olacağından emin olabilirsiniz. Bu etkinin yerel demokrasi güçlendirilmesi, müşterek mirasın ve kaynakların korunması yönüne olmasını arzu ediyorsanız siz de Artvin yanında ses çıkarın. En dar zamanda ummadık zaferler büyük sıçramalara tekabül edebilir. Artvin’in mücadelesi hem bu sıçramaya aday, hem de bu zaferi hakkediyor.
  1. Cerrahpaşa’nın Ben de Yanındayım, Yaşasın Cerrahtepe!