15 Şubat 2014
Dünyada insanla bu kadar uyum içinde olup da vahşi doğasını koruyabilmiş birkaç canlıdan biri ve en önde gelenidir kediler! Kedileri daha yakından tanımanızı sağlayacak bir kitap...
Evinizde koltuğa gömüldünüz, iki kediniz iki dizinizde oturuyor, sırayla okşuyorsunuz.
Peki başka kediler acaba ne yapıyor?
Bu bencil zevkin tutsağı olup diğer kedileri unutacak mısınız?
Bir hayvansevere yakışmayan bir davranış!
Bir tatil günü giyinip kuşanıp geziye çıkıyorsunuz, elbette gideceğiniz yerlerin başında bir kedi barınağı olmalı.
Oradaki mahzun kediler ne yapıyor, hepsi ayrı cins, hepsi ayrı kişilikte ve hepsi ayrı bir zorluktan kurtulup gelmiş.... Ama burada hepsine aynı cins gözüyle bakılıyor.
Oysa hepimiz biliyoruz ki her kedi ayrı bir karaktere, mizaca, davranış özelliklerine, beslenme alışkanlığına kısaca farklı bir dünyaya sahiptir!
Felsefecinin biri bir gün gittiği bir barınakta bakıyor ki 78 kedi sahip bekliyor! Sırf bireysel mutlulukları tadabilsinler diye, hemen bir çözüm buluyor.
Barınak yöneticisiyle görüşüp, onlar için bir çare öneriyor. Hem onları özgürlüklerine kavuşturacak hem de kedi arayanlara kedi bulacak bir öneri bu...
Hemen gazetelere gidiyor, onlarla da bir anlaşma yapıyor... Bu plana göre barınaktaki her kedi için gazetelerde hususi ilanlar çıkacak, kedi almak isteyenler bu ilanlar aracılığıyla ona müracaat edecek, bu sayede kediyle yeni sahibini kavuşturup hem kedisiz insanları hem yuvasız kedileri mutlu edecek!
Öyle böyle bir iş değil bu!
Her kedi için ayrı bir ilan hazırlayıp, o kedinin özelliklelerini sıralıyor. Sonra bekliyor ona evini açmak isteyen birilerinin telefon etmesini...
Telefonları cevaplıyor, alıp kediyi isteklilerin evlerine kadar götürüyor, teslim etmekle iş bitmiyor, onların hayatını takip ediyor, her zaman da bu tanıştırma başarıyla sonuçlanmıyor bazen de kediyi geri alıp barınağa götürmek zorunda kalıyor. Ama sonunda hem çok şey öğreniyor hem de kedilerin hepsine barınak buluyor...
Bu serüveni nerede okudum biliyor musunuz? Federica Sgarbi’nin ‘Kedilerin Felsefesi Filozofların Kedileri’ kitabından... Kediler hakkında bilgileri okuyunca hemen bir kedi sahibi olmak isteyebilirsiniz.
Felsefeci yazar, kediler hakkında yazarların söylediklerini, onların kedi sevgisini dile getiren yazıları kitabına almış. Sgarbi’nin 78 kedinin yuva sahibi olma biçimini, deyim yerindeyse ‘pazarlama’ biçimini, her kedi için ayrı ayrı tanıtım notlarını okuduğunuz zaman her kelimesinin altına imza atacaksınız...
Siz de bu yazıları okurken belki kendi kedinizin özelliklerini bu yazılar sayesinde daha yakından keşfedeceksiniz. Tabii hâlâ keşfedemeyecek kadar düşüncesizseniz!
78 nevi şahsına münhasır canlıya ‘sahip’ (asla bir kedinin sahibi olamayacağınızı aklınızın bir kenarına not edin) arayan felsefeci yazarımız, kedilerin cinsini, cinsinin özelliklerini ilanda belirtiyor, çünkü bunu seçenin ayrıntıyı bilmesi gerektiği kanısında.
Onların bir daha barınağa dönmelerini önlemek istiyor, gayet insanca...
Edebiyatın ev sahipliği yaptığı kediler
Yazarımız her kediye bir ad takmış. O adlarla tanıtıyor, tek tek. Kitabın ‘Kediler ve İlanlar’ bölümünde her kediye birer barınak bulmak için kullandığı sevecen üslubu okuduğunuzda kediler için az bile olduğunu göreceksiniz.
Eğer böyle bir girişimde bulunursanız size yardımı olur inancındayım... Zira zaman zaman sosyal medya üzerinden (en çok da Facebook) sokakta kalmış, barınağa terk edilmiş yavrucuklara ilanla yuva arandığını biliyorum...
Yazara göre, filozoflar da tıpkı edebiyatçılar gibi kedisiz yapamamışlardır.
Kediler ve şairler bölümü, edebiyatçıların kedilere övgüsünü gösteren hoş sayfalar:
Tom Quartz adını hiç duydunuz mu? Mark Twain, Dick Baker’ın Kedisi öyküsünde ondan bahsetmiştir. Peki ya Rudyard Kipling’in Kendi Kendine Yürüyen Kedi’sini ya da Teophile Gauthier’nin Siyah Beyaz Hanedanlar kitabındaki Havanalı kedisini biliyor musunuz? Kediler hakkında yazmış olan Emile Zola, James Herriot, Margaret Bonham ve diğer pek çoklarını da unutmamak gerek.
Edebiyat pek çok kediye ev sahipliği yapmıştır. Bu eserlerin her biri, bir kediyle dostluk etmenin önemini tekrar tekrar vurgulamaktadır.
Sonsöz’ü okuduğunuzdayazarın samimiyetine hayran kalacaksınız: “Kitabımı okuduğunuz için hepinize teşekkür ederim. Benimle irtibat kurmak, düşünce ve görüşlerinizi paylaşmak ya da hayvanlar hakkında daha fazla bilgi almak isterseniz, aşağıdaki e-posta adresinden ulaşabilirsiniz: (Adresi kitaptan bulabilirsiniz)
Size cevap vermekten mutluluk duyacağım!”
Peki kitabı nasıl okumalısınız?
Yazarın tavsiyesi şöyle: “Kucağınızda bir kediyle daha da keyifle okunacak bir kitap...”
Doğan HIZLAN dhizlan@hurriyet.com.tr
Cliff
paths are paths that are built along the faces of cliffs and also,
often surrounded by local vegetation that growing from the rocks.
Walking through these trails, visitors can appreciate broad vistas of
natural landscape. This is the reason why many people around the world come to these places to enjoy spectacular views. Enjoy a walk with us, through the most spectacular cliff paths from around the world.
Huangshan Paths, China
#1

#2

#3

#4
"Fairytale bridge"
from the picture above is part of trail network. From the bridge you
will have a breathtaking view of the mountainside that lays beneath, and
see how the clouds are touches the mountains.
#5

#6
Capri Island Path, Italy
#7

#8
The zigzagging Via Krupp, which was carved into the island's south coast in 1902, reopened recently after being closed for 30 years and restored.
#9

#10
Walkways of the Tianmen Mountain, China
#11
Tianmen Mountain is a mountain located within Tianmen Mountain National Park, Zhangjiajie, in northwestern Hunan Province,
China. A cablecar was constructed by the French company Poma from
nearby Zhangjiajie railway station to the top of the mountain.
#12

#13

#14

#15

#16

#17
Path to Gaztelugatxe, Spain
#18
This beautiful path is located on the island Gaztelugatxe in
Spain. Gaztelugatxe is a tiny islet on the coast of Biscay belonging to
the municipality of Bermeo, in Basque Country (Spain).
#19

#20

#21
Skellig Michael Path, Ireland
#22
Skellig
Michael is an island (the larger of the two Skellig Islands) in the
Atlantic Ocean, 11.6 km (7.2mi) west of the Iveragh Peninsula in County Kerry, Ireland. 
#23

#24

#25
Donkey Path in Santorini, Greece
#26
In
1715, the island inhabitants built a rough path into the side of the
sheer mountain so they could hike to the summit. Before long, donkeys were enlisted to help carry cargo and passengers to and from the ships and town.
#27

#28
Cliff Path at Blue Mountains, Australia
#29
The Blue Mountains is a mountainous region in New South Wales,
Australia. It borders on Sydney's metropolitan area, its foothills
starting about 50 kilometres (31mi) west of the state capital.
#30

#31
Ebenalp Path, Switzerland
#32
The
Ebenalp (1,640 m) is the northernmost summit of the Appenzell Alps. The
mountain is a popular hiking destination and has been accessible by
cable car from Wasserauen since 1955. Ebenalp attracts up to 200,000 visitors each year.
#33

#34

#35
Jiankou Great Wall, China
#36
Jiankou is a section of the Great Wall of China.
This section is a photographic hotspot due to its unique style, steep
mountains and beautiful scenery. 'Jiankou', is translated as 'Arrow
Nock' in English, for the shape of the mountain is like an arrow, with
the collapsed ridge opening as its arrow nock.
#37

#38

#39

#40
Cap Carbon Paths, Algeria
#41
The Carbon Cap is an algerian cape located in Wilaya de Bejaia, north of the port of Bejaia. Precisely, cape is less than 5 kilometers (3.1mi) from the centre of Bejaia city.
#42

#43
Dún Chaoin Path, Ireland
#44
The parish of Dún Chaoin is at the most westerly tip of the Dingle Peninsula in the County of Kerry in the south-west of Ireland. It comprises eleven townlands on the mainland and the Blasket Islands three miles offshore and it is often referred to as "the next parish to America".
#45

Boyuna değişiyor rengi. Mavi. Mavinin her türü. Gök mavisi. Türk mavisi. Camgöbeği. Yeşilimsi. Külrengi mavi. Çivit mavisi (handiyse). Ya da toprak rengi (büyük yağmurlardan sonra. Değişen yalnız rengi değil. Akıntıları, aynaları, dalgaları da. Balıkları da değişiyor. Bugün istavrit, vatoz; yarın lüfer, dil, çinekop (ağ attığınızda).
Denizin bu değişkenliğini izliyorsunuz. Ve diyorsunuz ki, ne mene bir dünya bu deniz! Durmadan değişiyor, rengi, akıntısı, dalgası, balıkları. Ama bu değişimler için seviyorsunuz denizi. Herhangi bir denizi değil, kendi denizinizi. Hafta sonlarında (benim gibi) pencerenin önünde oturuyorsunuz. Seyrediyorsunuz. Neyi? Denizi. Denizin neyini? Yanıtlayamazsınız ki. Belki rengini, belki dalgaları, belki martıları, belki orkozları, belki balıkçıları, ya da kıyıya çıkıp oltanızı atıyorsunuz. Ya da günbatımında gelincik sepetlerinizi. Ya da elinizde dürbün, gelip geçen gemileri izliyorsunuz.
İnsan tükenir, deniz tükenmez. Denizi bilmeyenlerin, denizi yaşamayanların anlayamayacakları, “alıkça” diye niteleyebilecekleri bu seyir, şaşırtıcı olaylarla doludur. Bir gemi geçer; kar yağmaktadır, gene de gemiden bir insan atlar denize, kıyıya doğru yüzmeye başlar. Siz, denizi seyrediyorsanız, görürsünüz.
Üç gün boyunca kar yağmıştır, kırgın vardır, baygın balıklar su yüzüne vurur. Elinizde kepçe beklersiniz. Gelen, kimi zaman ocakta yanacak bir kalastır. Kimi zaman sahipsiz bir kayık.
Bir cesetle de karşılaşılabilir – benim karşılaştığım gibi.
O sabah, denize çöpleri dökmeye gittiğimde, rıhtıma vurmuş bir kadın cesediyle karşılaştım. Bir bayram sabahıydı. Kurban ya da Şeker Bayramı. Ansımıyorum. Bahçede kar diz boyuydu. Kadıncağız, sanki suyun içinde üşüyormuş gibime geldi. Göğsü bağrı açıktı. Ayağında bir şalvar, uzun sarı saçları başının çevresinde dolanmış, hırkası ve hırkasının altındaki (ne demeli? bluz mu?) bluzu (evet, bluzu diyelim), önünden açılmış, göğüsleri bembeyaz ortaya çıkmıştı.
Sanki bir ölüye değil de, göğüslerini bana sunmak için denize atlamayı seçmiş bir kadının önündeymişim gibi irkildim. Sanki bir ölü değildi rıhtıma vuran. Umutsuz ama yaşayan bir varlıktı. Benden yardım isteyen. Oysa ölü olduğunu, denizde çok kalmamış olduğunu (henüz şişmemişti) anlamıştım. Elimdeki çöp kovasını denize boşaltmadığımı gören karım, balkonun kapısını açıp bağırdı:
“Üşüteceksin. Niçin dökmüyorsun çöpü?”
“Denize bakıyorum” diye yanıtladım.
Çöp kovasını kıyıda bırakıp, kayıkhaneye girdim. Küreklerden birini alıp rıhtıma döndüm. Cesedi akıntıya doğru, şöyle bir iteledim.
Karım balkondan,
“N’apıyorsun orada?” diye bağırıyordu.
“Hiç, dedim. Bir köpek leşi sürüklenmiş, onu uzaklaştırmaya çalışıyorum.”
Akıntılı sulara doğru sürüklemek istiyordum cesedi. Ama tüm çabalarım boşa gidiyordu. Ben kıyıdan uzaklaştırdıkça, ceset yeniden kıyıya dönüyordu. Kayıkhaneye gidecek diye korktum. Bu bayram gününde, kayıkhanede bulunmuş bir ceset! Gel de polislere bu insanı tanımadığını, dalgaların onu kayıkhaneye getirdiğini anlat!
“N’apıyorsun orda? diye seslendi karım. Elinde kürek. Üşüteceksin. Dök çöp kovasını da gir içeri. Bırak köpek leşini.”
“Evet, diye sesleniyordum. Şu işi bitireyim, döneceğim.”
Ve elimdeki kürekle itelemeye çalışıyordum cesedi.
Denize düşüp yüzme bilmediğinden boğulmuş muydu? Yoksa kendini bu soğuk kış gününde denize atacak denli umutsuzluğa mı kapılmıştı. Bilmiyorum. (Hiçbir zaman öğrenilemez bir intiharın gerçek nedeni.)
Küreğin ucunu göğüslerine değdiriyorum. Diri, yaşayan bir insanın göğüsleri duygusunu veriyor. Sonunda oyun bitti: Akıntıya değin sürükleyebildim. Akıntıya kapılıp aldı başını gitti. Ben de çöp kovasını denize boşaltabildim.
Karım kıyıda niçin böyle oyalandığımı sordu.
“Bir insanın üzerine dökmemek için çöpleri” dedim.
“Hangi insanın?” dedi.
“Herhangi bir insanın” dedim.
“Saçmalıyorsun, dedi. Galiba gene bir öykü yazacaksın.”
“Hayır, dedim, yazacağım hiçbir şey yok. Böyle bir günde ne yazılabilir?”
Elime dürbünü aldım…
Söyler misiniz, her öyküyü ille de bitirmek mi gerek?
Ferit Edgü / ÇIĞLIK

Niçin geldim buraya
niçin döndüm bu toprağa
dört bir yanı suyla çevrili
bu çorak adaya?
Havasına dayanamadığım
iklimi sağlığıma zararlı
ve her dönüşümde pişmanlık duyduğum
bu kara parçasına
geldim
niçin?
Burada açtım gözlerimi. Burada kapayacağım. Dediğim için. Burda. Bu adada. Bu odanın bir köşesinde. Bahçe içindeki küçük evimde. Dediğim için. Ya da kumsalın bir yerinde. Bir kaya kovuğunda. Bir deniz mağarasında. Bir kaçak gibi. Ya da tepelerinden birinde. Kurşunu alnına yemiş gibi. Dediğim gibi.
Burda açtım gözlerimi. Gözlerimi nerde açtığımı ansımıyorum. (Nerde kapayacağımı da ansımayacağım.)
Beni doğuran kadın, ölü. Çocuk belleğim ölü.
Ölünün gözleri görür mü?
Gözlerimi burda açmış olup olamayacağıma göre niçin bu dönüş?
(Bu kaçıncı dönüş?)
Bu sürekli dönüş?
Bilmiyorum.
Bir tutku mu?
Bir saplantı mı?
Toprağın çekmesi mi?
Denizin çağrısı mı?
Bilmiyorum.
Bilmeden dönüyorum.
Gemiden indim.
Elimde bir bavul.
İskeledeki memur selamladı, hatırımı sordu ve "Hoş geldiniz" dedi.
Akşam, dört bir yanı örümcek ağlarıyla sarılı eve girdim kapıyı büyük demir anahtarla açıp.
Girişte sandığın üstünde bırakılmış bir mum buldum. Sanki beni bekliyordu.
Yaktım. Mum ışığında baktım eve, örümcek ağlarına, rutubetin duvardaki izlerine.
Yatak odasına girdim. Hazır. Ama toz toprak içinde bir yatak, beni bekliyordu.
Yatağın üstündeki örtüyü kaldırdım. Pencereyi açtım. Sonra bütün pencereleri açtım. Mumu söndürdüm. Çıktım. Karnımı doyurmak için gittiğim aşevinde, şarabı yudumlarken, adını unuttuğum bir çocukluk arkadaşı geldi yanıma.
-Demek dönüldü?
-Evet.
-Toprak çekiyor değil mi?
-Hayır, toprak değil deniz.
-Aynı şey.
-Evi nasıl buldun?
-Örümcek ağları içinde.
-Eh o kadar olur.
-Camlardan bazıları kırılmış.
-Bunca yıl geçti aradan.
-Evet.
-Bu kez dönüş temelli mi?
-Bilmiyorum. Bakacağım. Belki.
-Tek başına mı?
-Her zamanki gibi.
Şaşırdı. Ya da acıdı.
-Şaşacak ne var?
-Şaşırmadım . Ama yaş... Biliyorsun hepimiz yaşlandık. (Yaşla yalnızlığın ne ilgisi var?)
-Haklısın. Yoksa köyden birini mi bulacaktın bana bakacak?
-Niçin olmasın?
Niçin olmasın?
Aşımı pişiren. Çamaşırımı yıkayan, Yatağımı yapan. Soğuk gecelerde beni ısıtan. Kıyıda balıktan dönüşümü bekleyen.
Niçin olmasın?
Oldu. Buldular.
Yeryüzünün en iyi kadınıydı.
Yüzü kızarmadan yüzüme bakmıyordu.
Gel, dediğim zaman geliyor, git, dediğim zaman gidiyordu.
Sustuğum zaman susuyordu.
Yalnız bahçede hangi çiçekleri görmek istediğimi soruyordu.
Bugüne değin ne yaptığımı sormuyordu.
Bundan sonra ne yapmayı düşündüğümü sormuyordu.
Verirsem alıyordu. Alırsam giyiyordu.
Yalnız bir gün, daha doğrusu bir akşam, soyunup yatağa girmeden önce, o tüm saflığı içinde bir söyledi ki delinmez sandığım ciğerimi deldi:
-Biliyor musun, senden önce ben burada yok gibiydim.
Biliyorum, daha çok yoksulluğun sesiydi bu.
Hiçbir şey vermemiştim bu kadına. Hemen hemen hiçbir şey. Yazın bir basma entari. Kış yaklaşıyor diye üç arşın pazen. Canım çektiğinde bir okşama. Diyelim biraz ötesi. Ne övüp göklere çıkartmıştım, ne yerip yerin dibine batırmıştım. Kendim nasıl yaşıyorsam, onu da öyle yaşatmıştım. Sessiz. Tekdüze. İlk kez evime girdiğinden, yatağımı paylaştığından beri ilk kez, doğru dürüst bir şey söylemek gereği duydum. Ama sözcükler, boğazımda düğümlendi. Yalnızca:
-Ben sana hiçbir şey yapmadım, diyebildim. Sonra, en sevdiğim, birçok kez, birçok kişiye söylemek isteyip söyleyemediğim sözcük çıktı ağzımdan.
-Bağışla!
Bana dokunmaya, bana bir söz söylemeye çekinen, canı çektiğinde kendisini sevmemi bile istemekten; değil istemekten, bunu belli etmekten çekinen bu kadın, birlikte olduğumuzdan beri ilk kez benden önce yatağa girdi. Sırtüstü uzandı. Kollarını iki yana açtı. Gözlerini yumdu.
-Sen beni bağışla ve bana bir çocuk ver, dedi.
Ada sarsılıyor sandım. Dışarda bir fırtına patladı sandım. Öylesine bir doğallıkla söylemişti ki, sanki kuruyan bir bitki dile gelmiş su vermemi istiyordu benden. Oysa, su, yaşam, güneş oydu.
Yanına uzandığımda, ona bana güvenmemesini, çünkü kendime benim bile güvenim olmadığını söyledim.
-Geldiğim gibi bir gün gene giderim, dedim.
-Biliyorum, dedi. Onun için istiyorum.
Güz yağmuruyla birlikte adadan ayrılma isteği belirdi içimde. Kışı burada geçirmekten korkuyordum. Burası: Bir ada. Dört yanı denizle çevrili. Bir denizin üstüne oturmuş. Ya deniz dibindeki kayalar çözülürse? Ya da batarsa? Bundan mı korkuyordum? Bilmiyorum. Kışın esecek, günler boyu dinmeyecek fırtınaların korkusu muydu içimdeki? Bilmiyorum.
Bir sabah, iskeleye gittim. İki gün sonra kalkacak vapur için bir bilet istedim. Bir tek bilet.
İskele memuru, önüne koyduğum parayı eliyle itti.
-Nereye gidiyorsunuz? dedi. Adamızda rahat etmediniz mi?
-İşlerimi çözümleyip döneceğim, dedim.
-Hangi işleri? Neyi çözümleyeceksiniz? Bırakın bunları. Oturun oturduğunuz yerde. Bakın, artık yabancılar da kalmadı adamızda.
-Ben sizin düşüncenizi sormadım, dedim. Ben ilk vapur için bir yer istiyorum.
-Bir yer mi? dedi iskele memuru. İlk kalkacak vapurda sizin için bir yer yok.
-Yani bütün yerler dolu mu? dedim.
-Hayır, dedi. Sizin için yer yok dedim.
-Bu ne demek? dedim.
-Bu şu demek ki, adadan ayrılmak için sizin özel izin almanız gerekiyor.
-Kimden? dedim.
-Adanın mülki amirinden, dedi.
-Ben kimseden izin almam, dedim. Eğer siz bilet vermezseniz, ben de bir balıkçı motoruna atlayıp giderim.
-Bunu size salık vermem, dedi. Başınıza bir kaza gelebilir.
Sonra kalmam için yalvarırcasına:
-Niçin gitmek istiyorsunuz? dedi. Eviniz barkınız burda. Kimse sizi tedirgin etmiyor. Bu ada sizin adanız. Doğduğunuz yer. Baba ocağınız. Üstelik şimdi çocuk bekleyen bir de eşiniz var.
-Ama bu benim seçtiğim bir yaşam değil, dedim.
-Hangimiz kendi yaşamımızı seçiyoruz ki, dedi iskele memuru. Hangimiz dilediğimiz yaşamı seçiyoruz ki?
Elimdeki parayı cebime koydum.
-Demek bana bilet vermiyorsunuz, dedim.
-Hayır, dedi.
Odasından çıkarken,
-Balıkçı teknelerini unutun, dedi. Bunu size pahalıya ödetirler.
-Ödetsinler bakalım, dedim.
Neyi ödeyecektim?
Kim ödetecekti?
Nasıl ödetecekti?
Niçin ödetecekti?
Niçin ödeyecektim?
"Kimseye bir borcum yok, ama gerekirse öderiz" dedim kendi kendime. Sonra içimden bir ses, "Ama ödenmeyecek şeyler de vardır" dedi.
"Yaşamımla öderim" dedim.
"Yaşamınla ödenmeyecek şeyler de vardır" dedi.
Kısır bir yaşam deneyimim vardı.
Bu sorunun karşılığını (neymiş onlar) sorup, cevabını veremedim.
Kumsala döndüm. Kızgın kumsala. Artık kızgın olmayan kumsala.
Kimseler yoktu.
Nereye gideceğimi bilmiyordum.
Niçin gideceğimi bilmiyordum.
Buraya, yazmamak, ölene değin yazmamak, bahçemde çiçek yetiştirip, denizde balık tutup yaşamak için dönmüştüm.
Gün batıyordu.
İki gün sonra beni adadan götürmesini istediğim vapur rıhtıma yanaşmıştı. Işıklar içindeydi.
O demir alacak ve ben içinde olmayacaktım.
"Sabah ola hayrola", dedim.
Evime doğru yürüdüm.
Bahçe kapısını açtım.
Ev ışıklar içindeydi.
Alt katın penceresine yaklaştım.
Yemek masasının başında bir adam, masanın üstüne kâğıtları yaymış, ağzında cigarası, yazı makinesini önüne çekmiş bir şeyler yazıyordu.
Karım kahvesini getirdi.
O gülümseyerek teşekkür etti.
Kahvesinden bir yudum aldı.
Sonra kâğıtları karıştırdı.
Sonra yazı makinesinin tuşlarına vurmaya başladı
Boşluğa yönelmiş
Bir makineli tüfeğin
Tetiğine basar gibi.
Ferit EDGÜ / Bir Gemide (1972
