Monday, January 6, 2014

“Tüm ruhum bir çığlık; tüm yapıtlarım bu çığlığın bir yorumu.”



“DÜNYAYA KARŞI TAVIR”: JOSÉ SARAMAGO-2 / Temel DEMİRER
Temel Demirer

 “Tüm ruhum bir çığlık; tüm yapıtlarım bu çığlığın bir yorumu.”[1]

1995’te, en önemli kitaplarından biri sayılan, Türkçe’ye de kısaca ‘Körlük’ diye çevrilen ‘Körlük Üzerine Bir Deneme’de, adları değil, sadece sıfatları olan karakterlerini, bir körleşme salgınının kurbanı yapan yazar, görmeyen gözlerin tanıklığında, toplumun çürümesini anlatır.

Komünist Saramago’nun, Portekiz’deki Antonio Salazar’ın diktatörlüğüne karşı mücadelesiyle de ilintisi yanında Latin Amerika mistisizmini realizmle kaynaştıran ‘Körlük’, insan varoluşunun özüne mündemiç bir romandır.

“Fantastik bir durum karşısında insanlığın aldığı hâlleri anlatan romanla ünlenen Saramago’nun ‘Körlük’ü, kapitalist toplumsal düzeni ve bu düzenin insanlığı düşürdüğü en kötü ve trajik durumları anlatan kara ütopyaydı.”[5]

O, romanında körlüğü bir metafor gibi kullanarak Platon’un mağaralar benzetmesini çağrıştıran bir hikâye yaratır. Mağarada mahkûmlar nasıl ellerinden ve ayaklarından bağlıysalar körlük de bir çeşit bağlanmayı simgelerken; mahkûmlardan biri nasıl dış dünyaya çıkıp “gerçek”i keşfederse, yapıtta da bu rolü doktorun karısı üstlenir.

“Bakabiliyorsan; gör… görebiliyorsan; gözle” epigramı ile başlıyor kitap, sonunda tekrar görmeye başlamalarıyla şöyle biter: “Sonunda kör olmadığımızı düşünüyorum, biz zaten kördük, Gören körler mi, Gördüğü hâlde görmeyen körler mi?”

Saramago’nun ahlâki değerleri masaya yatırırken; “Körlük ile insanı insan yapan tüm değerler yok oluyor” saptamasını ortaya koyduğu; “kolektif körlüğün insanlığı ne hâle getirdiğine” dikkat çeken yapıtla, bir yerde Camus’nün ‘Veba’sı, Kafka’nın ‘Dava’sı, Golding’in ‘Sineklerin Tanrısı’ arasında “paralellikler” kurulabilir…

‘Körlük’, arabasının içinden geçmesine izin verecek ya da geçmek için kendini haklı göreceği yeşil ışığı beklerken kör olan bir adamın duyduğu korku ve çaresizlikle başlarken; Saramago’nun modern insan ve onun ürettiği liberal demokrasiye eleştirilerini dile getirir bu yapıt…

‘Körlük’, araba kullanmakta olan bir adamın yeşil ışığın yanmasını beklerken ansızın körleşmesiyle başlar. Adamın körlüğü başvurduğu doktora da bulaşır. Bu körlük, bir salgın hastalık gibi bütün şehre yayılır; öldürücü olmasa da bütün ahlâki değerleri yok etmeyi başarır. Toplum, görmeyen gözlerle cinayetlere, tecavüzlere tanık olur.

‘Körlük’ o denli hızlı yayılır ki, yayılma hızı Etna’nın püskürmesiyle civarında ne kadar yerleşim varsa lavların altında kalmasına benzetilir. Saramago’nun da yarattığı ya da zaten olan ama görmek için kafaların kumdan çıkması gerektiği bir çürüyüşün öyküsüdür.

Arabasında kör olan adamın yardımına giden hırsız ve bu iki adamı tedavi etmeye çalışan doktor hepsi kör olurlar. İktidar derhâl çözümü bulur! Bu insanları eski bir akıl hastanesine kapatır! Bu noktada; Michel Foucault’un, “Hapishanenin tarihi, gözetim altında tutma ve cezalandırmanın tarihidir” sözleri, körler ülkesine dönen dünyayı bu romanla bir kere daha açığa vurur…

Devamla: Tutsaklık günleri ertesi sabah duyulan anonsla başlar. Buyruklar kesindir! Kimse dışarıya çıkmaya çalışmayacaktır. Özgürlük istemi iktidarın en ağır olarak gördüğü ölüm cezasıyla sonlandırılacaktır. Günler geçer, ‘Körlük’ ülkede git gide yayılır…

Evet Saramago, insanlığın maruz kaldığı toplumsal yıkımları gözlemlemiş, iki dünya savaşının, faşizmin şiddetinin, toplama kamplarının, açlığa mahkûm milyonlarca insanın acısını derinden duymuş ve Salazar’ın diktatörlüğüne başkaldırmış bir yazar olarak, birikimlerini yapıtına aktarmıştır.

‘Körlük’te birdenbire toplumsal bir körleşme felaketine uğrayan insanların içine düştükleri durum da Nazi toplama kamplarında yaşanan cehennem manzaralarını çağrıştırır.

Onun satırlarından okurken, hep 1530’larda yaşamış olan Bruegel’in tabloları gözünüzün önüne gelir.

Acaba yazar bu orta çağ sonu ressamının eserlerinden etkilenmiş olabilir mi?

Biribirinden hayli uzakta olan bu iki çağın iki sanatçısı yaşama aynı optikten bakmaktadır sanki.

Evet, insanlık bir beyaz körlük içinde hâlâ!

İnsanlığın yaşadığı felaketi, içinde yaşadığımız körlüğü bir kez daha yüzümüze vuran ‘Körlük’ ile Bruegel’in tabloları benzer şeyleri anlatır hâlâ!

‘Körlük’, Saramago’nun politik bir “taşlaması”dır bir yerde; ‘Görmek’ romanı ile ‘Körlük’le aynı güzergâhta ilerler:

Adı belirsiz bir ülkenin başkentinde seçim günü bardaktan boşanırcasına yağmur yağınca kimse oy vermeye gitmez. Öğleden sonra sandıkların kapanmasına yakın bir saatte yağmur durunca, seçmenler sanki emir almışçasına oy vermeye koşar.

Ama sandıklar açılınca, kullanılan oyların büyük çoğunluğunun boş olduğu görülür. Sağ, merkez ve sol parti oyların çok küçük bir bölümünü alabilmiştir. Boş oyların fazlalığını yağmurun yağışına bağlayan ülke yönetimi bir hafta sonra seçimleri yeniler, ama güneşli günde yapılan seçimlerin sonucu daha da vahim çıkar: Bu sefer, kullanılan oyların yüzde 83’ü boş çıkmıştır. Halkın arasına salınan muhbirlerden tüm güvenlik birimlerine kadar hiç kimse halkın neden boş oy kullandığı konusunda tatmin edici bir cevap bulamaz.

Zamanla bu durumun bozguncu bir grubun, dahası uluslararası anarşist bir örgütün işi olduğunu düşünen hükümet olağanüstü hâl ilan eder. Ama ortada sıkıyönetimi gerektirecek bir neden yoktur. Çünkü halk kendi tercihini yapmış ve seçimde boş oy kullanmıştır. Ama bu durumu önemli bir tehlike olarak gören hükümet, (çoğu zaman bizde de olduğu gibi) yaşanan herhangi bir olayı dış mihrakların bir oyunu olarak yorumlayıp halkı cezalandırmak için devletin başkentini başka bir yere taşıma kararı alır.

‘Görmek’te demokrasinin kırılganlığı ve hükümetlerce saptırılması üzerine müthiş bir taşlama olduğu düşünülürse, bu taşlamayı yaparken birtakım etkili biçimsel yollara da başvuruyor Saramago; ‘Körlük’te olduğu gibi, ‘Görmek’ romanında da anlatıcı ile roman kahramanlarının diyaloglarını tek bir monolog şeklinde sunar…

* * *

Aslı sorulursa Saramago’nun yazdıkları “dünyaya karşı bir tavrı”dır!

Buna örnek olarak O’ndan aktarılması gereken anekdotlardan birisi şudur: Chiapas’ta Komutan Yardımcısı Marcos halka yaptığı bir konuşmanın hemen ertesinde, yanında bulunan Saramago’nun kulağına eğilip İspanyolca, “No nos abandones/ Bizi terk etme” deyince, O da bir an dahi duraksamadan, “Bunun olması için kendimi terk etmem gerekir” yanıtını verir!

Saramago’nun yazdıklarını betimleyen, ezilenlerden yana bu ikircimsiz “politik tavrı”dır!

Tüm ezilen insanlığın sesi olabilmeyi başaran, “Yalnızca kitap sayfalarının geri dönüşü vardır, yaşamınkilerin yok” diyen O, bu tavrıyla da çağının büyük vicdan(lar)ındandır…

Tam da bundan ötürü Saramago’nun dehası çok yönlüydü; hem büyük bir komedyendi hem de acımasız gerçeklerin yazarı.

Uyuşukluk ve körlüğe karşıydı…

Okuyucusunu sarsmayı, gözlerini açmayı, harekete geçmesi için kışkırtmayı denerdi.

Berger, Galeano ve Howard Zinn gibi isimlerle birlikte altına imzasını attığı Filistin’e karşı tavrı için İsrail’i suçlayan bildiriye kadar, zaten pek çok kez Filistin’de yaşananları Auschwitz’de yaşananlara benzetip öfkeli okların hedefi olmuştu.

Saramago’nun ‘Not Defterimden’ başlıklı kitabında yer alan kısa yazılarından “Gazze (22 Aralık 2008)” başlıklısı, bu konudaki politik tavrını anlamlı biçimde özetler:

“BMÖ kısaltması, herkesin bildiği gibi, Birleşmiş Milletler Örgütü demektir, yani, gerçeğin ışığında, hiçbir şey ya da çok az şey. Bunu, yiyecekleri tükenmekte olan ya da orada sığınmacı olarak kayda geçen yedi yüz elli bin kişiyi, görünüşe göre, açlığa mahkûm etmeye kararlı İsrail ambargosu böyle dayattığı için zaten tükenmiş olan Gazzelilere söylesinler.

Ekmekleri bile yok artık, un tükendi, yağ, mercimek ve şeker de aynı yolda ilerliyor. 9 Kasım’dan beri Birleşmiş Milletler ajansının yiyecek yüklü kamyonları İsrail ordusunun Gazze şeridine girmelerine izin vermesini bekliyorlar, bir kez daha reddedilen ya da aç Filistinlilerin son umutsuzluğuna ve son çileden çıkışına kadar ertelenecek bir izin.

Birleşmiş Milletler mi? Birleşmiş mi? Uluslararası suç ortaklığına ya da korkaklığına güvenen İsrail, tavsiyelere, kararlara ve protestolara gülüyor, canı ne isterse, ne zaman isterse ve nasıl isterse onu yapıyor. Sanki İsrail’in güvenliğini tehdit edecek ürünlermiş gibi, kitapların ve müzik aletlerinin girişini engellemeye kadar vardırdı işi. Eğer gülünçlük öldürseydi, İsrailli politikacı ya da askerlerin, o zulüm uzmanlarının, o eğitimlerinin temeli olan küstahlığın tepesinden dünyaya bakan aşağılama doktorası yapmışların bir teki bile ayakta kalmazdı. Yolundan gidenleri tanıdıkça Eski Ahit’in Tanrı’sını daha iyi anlıyoruz. Yehova ya da Yahve, ya da her nasıl deniyorsa, İsraillilerin sürekli güncel tuttuğu kindar ve kıyıcı bir tanrı…”

Evet, 2006’daki Lübnan Savaşı sırasında, İsrail’i çok sert bir dille kınayan dünya yazarlarının öncülüğünü yapmasından, İsrail işgali altındaki Filistin topraklarında hayatın, Nazilerin Auschwitz Toplama Kampı’nda yaşananlardan farksız olduğunu söyleyecek netlikte meydan okuyan Saramago’nun duruşu Aydınlanma dönemi insanlarınınkine benziyordu.

Howe onu “Avrupa şüpheciliğinin sesi ve ironi uzmanı” olarak niteler, James Wood aynı anda hem avangard hem gelenekçi olup ikisinin de hakkını verecek tek kişi olduğunu söylerdi. Eleştirmenlerin kralı denilen Bloom ise İngilizce olmayan edebiyatın global başarı konusunda çok az şansının olduğu bir dünyada onu ve yapıtlarını “eşsiz” olarak nitelemişti.

Vatikan’ın, ölümüyle ilgili olarak, “Son nefesine kadar Marksist felsefeye sadık kaldı” diye kin kustuğu Saramago’nun naaşı, Lizbon’daki Alto de Sao João Mezarlığı’nda yakıldı.

Küllerinin bir kısmı çocukluğunu geçirdiği Azinhaga köyünde, bir kısmı da hayatının son 17 yılını geçirdiği Kanarya Adaları’ndaki evinin bahçesinde bir ağacın altına gömüldü.

Üyesi olduğu Portekiz Komünist Partisi ise açıklamasında, parti militanlarının, yurtseverlerin, sol güçlerin, Portekiz halkının ve işçilerin yazara minnet duyduğunu ifade etti; haklı olarak; “İncil kötü alışkanlıkların el kitabıdır… İncil’in Tanrı’sı güvenilir değil, kötü biri ve öç almaya kararlı. İncil’de acımasızlık, zina, her türlü şiddet ve kan dökme var. Bu inkâr edilemez” diyen Saramago’ya!

* * *

‘Magazine Littéraire’in Nisan 2000 nüshasında François Brusnel’in, “Esin kaynaklarınız neler?” sorusuna “Hepimizde olan şey: Omuzlarımızın üzerinde taşıdığımız kafamız ve içindekiler,” yanıtını veren O’nun yazarlığını, belki de en iyi Horatius’un, “Sen konuya egemen ol, sözcükler ardından gelir”; Jean de la Bruyere’in, “Yazarlık akıldan fazlasını gerektirir”; Georges Simenon’un, “Yazarlık bir meslek değil, bir mutsuzluk uğraşıdır”; Jorge Luis Borges’in, “Yazmak yönlendirilmiş bir düşten başka bir şey değildir”; Ernest Hemingway’in, “Gerçek bir yazar için, her kitap, erişilemeyecek bir şeye yeniden kalkıştığı yeni bir başlangıç olmalıdır”; Thomas Mann’ın, “Araç olarak dili kullanan bir sanat her zaman güçlü bir eleştirel yaratıcılık gösterir, çünkü sözün kendisi hayatın eleştirmenidir: Yaratırken adlandırır, niteler, yargılar”; Jean-Paul Sartre’ın, “Yazarın, yani özgür insanlara seslenen özgür bir insanın tek bir konusu vardır: Özgürlük” saptamaları betimler…

O; yaşarken ve yazarken; artık hiç kimsenin ölmediği bir dünya anlatıp, “Ertesi gün hiç kimse ölmedi” cümlesiyle başlayan romanı okuyanların, “Ölüm iyi ki var” diyerek kapattıkları ‘Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş’ başlıklı yapıtında ifade ettiği dünyayı “11. Tez”deki üzere değiştirmek istiyordu; bunun için yaşıyor ve yazıyordu…

O tam da bunlardan ötürü, bir komünist olduğu için önemlidir…