Friday, August 16, 2013

Fahişeliğin Öbür Yüzü On Beş Kadının Tanıklığı

 

Baskı Hazırlık Metis Yayıncılık
Kitabın Baskıları:
1. Basım: Mayıs 2002
Dünyanın en eski mesleğinin fahişelik olduğu kabul edilir. Fahişeler tarih boyunca aşağılanmış, dışlanmış aynı ölçüde de vazgeçilmez olmuşlardır. Özetle bu kurum insanlığın zaman aşımına uğramayan en eski ikiyüzlülüğüdür.
Türkiye dahil pek çok ülkede fuhuş yasal çerçeve içine alınmıştır, ancak bunun bir meslek olup olmadığı, bu meslek sahiplerinin ne tür hakları olması gerektiği hâlâ tartışmalıdır. Fahişeliğin Öbür Yüzü'nde bu meslek, bizzat onu icra edenler tarafından anlatılıyor. Kitapta fahişeliğin etik, hukuki ya da toplumsal boyutları doğrudan ele alınmamakla birlikte, her kadının öyküsünde bütün bu sorunlar karşımıza çıkıyor.
On beş kadın, deneyimli gazeteci Fügen Yıldırım aracılığıyla okuyucuya ve topluma bu "iş"i seçiş nedenlerini, acılarını, dertlerini ve umutlarını aktarıyorlar. On beş tanıklık, sadece fahişeliğin değil, "Bu yola neden düştün?", "Nasıl düştün?" sorularının arkasında gizlenen toplumun diğer yüzünü de açığa çıkarıyor.
 (...)
Seks işçileriyle ilk kez 1994 yılında tanıştım. Çalışmakta olduğum dergi için bir yazı hazırlamaya karar vermiştim. On beş kadınla yaptığım görüşmelerden öylesine etkilenmiştim ki görüşmeler bitip yalnız kaldığım an, en yakın çay bahçesine oturup kendime gelmeye çalıştığımı hatırlıyorum. Hırpalanmış gibiydim. Bu etki zamanla hafifledi ama hep benimle kaldı.
Röportaj yaptığım kadınlar, vesikasız olarak çalışıyorlardı. Bu yüzden polis tarafından yakalanarak, sağlık kontrolleri için Zührevi Hastalıklar Hastanesi'ne getirilmişlerdi.
Beni en çok etkileyen nokta, kadınların yaşadıkları şiddetin boyutu olmuştu. Buna katlanmaya razı olmak ya da göze almak! Buna hangi koşullar altında razı oluyorlardı?
Özel hayatları, çocukları, eşleri, üvey babaları-anneleri, kendi çocuklukları, yaşadıkları yoksulluk... Bu işe başladıktan sonra edindikleri sevgililer (dostları), pezevenkler, tehlikeler, tecavüzler, yalnızlıkları, müşterilerle yaşadıkları... Bütün bunları dergi sayfalarına sığdırmam imkânsızdı. Ama hiçbirinden vazgeçemiyordum. Hepsi zincirin birbirine geçen halkaları gibi birbirini tamamlayan bilgilerdi. Sonunda on sayfayla sınırlamaya çalıştığım yazım, dergide bölüm bölüm yayımlandı. Ama gördüklerim, duyduklarım ve hissettiklerim yazdıklarımdan çok daha fazlaydı. Bunu ancak bir kitapta gerçekleştirebileceğime o zaman karar verdim.
Tüm sorunların temelinde, toplumun seks işçileri hakkındaki önyargılarının, aşağılayıcı, damgalayıcı yaklaşımının bulunduğunu düşünüyordum. Mahkemelerinin, "fahişeye tecavüz edenlere ceza indirimi" uyguladığı bir ülkede yaşıyorduk. Genelevler, yasalarla düzenlenmiş, denetim altında tutulan kurumlar olduğu halde orada çalışanlar adeta görünmezdi. Sosyal güvenlikleri, hakları yok sayılıyordu. Aslında yok sayılan bizzat kendileriydi.
Bir yanda "kutsal aile" kurumu, diğer yanda eşlerini pazarlayan kocalar; bir yanda vergi rekortmeni seçilen genelev patronları, diğer yanda seks işçisi olduğu için aşağılanan, hor görülen, damgalanan kadınlar vardı.
O günlerde okuduğum, Prof. Dr. Yıldız Tümerdem ve arkadaşlarının 1993 yılında, kayıtsız çalışan seks işçileriyle ilgili Ankara'da yaptıkları araştırmanın sonuçları düşüncelerimi rakamlarla doğruluyordu. Araştırmaya göre kadınların yüzde 30'u kocası, yüzde 10'u diğer yakınları, yüzde 3.4'ü de sevgilileri tarafından satılıyordu. Para karşılığı seks yapanların yüzde 63.4'ü resmi nikâhla, yüzde 12.2'si imam nikâhıyla evlenmişti. Yani kadınlar toplumun bu ikiyüzlü anlayışının kurbanlarıydı.
Yıllar boyunca yazmayı düşündüğüm kitapla ilgili sistemli çalışmalara ancak 2000 yılının mart ayında, çalıştığım gazetedeki işimden istifa ettikten sonra başlayabildim. Hem kayıtlı (vesikalı), hem de kayıtsız (vesikasız) çalışan kadınlarla konuşmak istiyordum. Kayıtsız çalışanlarla nasıl iletişim kuracağımı biliyordum. Genelevlerde çalışan kadınlarla görüşebilmek ise oldukça zora benziyordu. Çalışanların kendilerini rahat hissedebileceği, patron, idareci (vekil), diğer çalışanlar ve zaman baskısının olmadığı bir ortam yaratmalıydım. Genelev koşulları, böyle bir görüşme için hiç de elverişli olmazdı.
Sonunda seks işçisi olarak çalışanların "Cancan" dedikleri, Zührevi Hastalıklar Hastanesi'ne başvurdum. Sağlık Müdürlüğü'nden de bu çalışma için gerekli izni aldıktan sonra nisan ayında görüşmelere başladım.
Sık sık Zührevi Hastalıklar Hastanesi'ne gittim ve hem kayıtlı hem de kayıtsız olarak çalışan kadınlarla tanıştım. İlk görüşmelerde çoğunlukla ben konuşuyor, ne yapmak istediğimi, nasıl bir yaklaşıma sahip olduğumu anlatmaya gayret ediyordum. İçimde hep reddedilme korkusunu taşıyarak! Bu kısa sohbetlerde çoğunlukla telefon numaralarımızı alıp daha sonra görüşmek üzere ayrılıyorduk. Böylece gerçekten gönüllü olan kadınlarla görüşme imkânını da yaratmış olacağımı düşünüyordum. İkinci görüşmeler, çok daha yakın ve sıcak geçiyordu. Bazen dışarıda buluşuyor uzun bir zamanı birlikte geçiriyorduk, bazen de hastane bahçesinde.
Her görüşmede ayrı ama yoğun duygular yaşadım. Kimi zaman ayrıntıların içinde boğulduk. Yorgun düştük.
Dışarıdan aynı gibi görülen hayatların, her tanıştığım kadınla ne kadar ayrı olduğunu gördüm. Her kadının ayrı ve özel bir tarihi vardı. Aynı olanlarsa yoksulluk, şiddet, açlık, sevgi ve ilgiden yoksun geçen çocukluk yıllarıydı.
Görüşmeler sırasında duygu dünyamın karıştığını, kimi zaman suçluluk duygusuyla kıvrandığımı da söylemeliyim. Bu koşullarda para kazanmak zorunda olmadığım için, verdikleri mücadeleyi anlatan kadınlardan gizli gizli utandığım zamanlar oldu.
Kimi zaman çözüm arama cüreti gösterdim. Dünyaya, dünyadaki örneklere bakarak neler yapılabileceği üzerine uzun uzun kafa yordum. Bunu kimi zaman seks işçisi kadınlarla da tartıştık. Oysa buna gücümün yetmeyeceğini, yapmam gereken işin başka bir şey olduğunu en başından beri biliyordum.
Bu kitabı hazırlarken, en fazla bana anlatılanları aynen aktarabilmeye ve kadınların gerçek kimliklerini vermemeye özen gösterdim. Kitapta anlatılanların hepsi kadınların ağzından aktarılmış gerçek yaşamöyküleri olduğu halde, isimlerin hiçbiri gerçek değildir. Önce yaptığım görüşmeleri, izlenimlerimi de katarak yazmayı denedim. Ancak objektif olma kaygısıyla sonradan bundan vazgeçtim. Sonunda okuyucuyu anlatıcılarla baş başa bırakmaya, yani aradan çekilmeye karar verdim.
Bu sırada bulabildiğim konuyla ilgili kitapları, araştırmaları, tez çalışmalarını okudum. Bu konuda dilimize çevrilmiş birkaç kitap dışında çok az kaynak olduğunu söyleyebilirim. Beni umutlandıran, son yıllarda az da olsa bilim çevreleri ve bazı sivil kuruluşların yaptığı çalışmalar oldu. Önyargılardan uzak durmaya çalışan, sosyal destek çalışmalarını öne çıkaran, vatandaşlık hakkı, sosyal güvenlik, güvenli cinsel ilişki, işyeri koşullarının iyileştirilmesi gibi yeni yaklaşımlarla seks işçilerine dönük çalışmalar yürüten kurumları da yakından tanıma fırsatı buldum.
Dünyanın çeşitli ülkelerinde projeler yürüten sivil toplum kuruluşlarının birkaçıyla haberleştim. Bazı kurumlar doğrudan seks işçilerine yönelirken, bazıları seks işçilerine hizmet veren hastane ve sosyal hizmet kurumlarını, bir bölümü de işyeri koşullarının iyileştirilmesi ya da sivil haklar gibi konulara öncelik veriyor.
Sivil haklar konusuna dikkat çeken projeler, sağlıklı olmanın insan haklarının ayrılmaz bir parçası olduğunu, bunun sadece seks işçilerinin eğitimiyle gerçekleştirilemeyeceğini söylüyor. Bu nedenle eğitimin sadece seks işçilerini değil, aynı zamanda müşteriler, patronlar, genelev yöneticileri, pezevenkler, sağlık çalışanları, polis ve yargıçlar, yerel yöneticiler, medya, komşular, aileler ve kişisel ilişkileri kapsaması gerektiğinin altı çiziliyor. Artık seks işçilerinin etrafında çok büyük bir sektör oluştuğunun, milyonlarca kişinin bu yolla para kazandığının farkında olarak.
Seks sektörü; turizmi, otelcilik hizmetlerini, sauna ve masaj salonlarını, sağlık kliniklerini, barları, ulaşım hizmetlerini, restoranları, içki ve sigara satışlarını da içine almış, uluslararası kadın ve çocuk ticareti ağlarını oluşturmuş durumda. Yani seks işçilerinin etrafında giderek gelişen, güçlü çıkar gruplarının da içinde yer aldığı, organize bir ekonomik yapı var.
Kimi ülkelerde seks ticaretinden elde edilen gelir, gayri safi milli hasıla içinde önemli bir pay oluşturuyor. Mesela Tayland'da 1995'te seks ticaretinin yıllık bilançosu 27 milyar dolardı. Aynı yıl Tayland'da sadece kentlerde seks işçisi olarak çalışan kadınların, köylerde yaşayan ailelerine gönderdikleri para, yılda 300 milyon dolara ulaşmış. Bu hükümetlerin kalkınma programlarına ayırdıkları bütçelerden bile fazla.
Bu sektörde çocukların sayısının her gün hızla artması en ciddi sorunların başında geliyor. Savunmasız oldukları için, kolayca fiziksel şiddetin, işkencenin, uluslararası pazarlamanın kurbanı olabiliyorlar. Hem cinsel sömürüye, hem şiddete maruz kalıyorlar, hem de yaşamları tehdit altında. Çocuklarla ilgili gerçek rakamlara, yetişkinlerde de olduğu gibi, ulaşmak mümkün değil. Ulaşılabilenler, sadece polis ya da hastane kayıtlarından elde edilebilen resmi rakamlar. Uluslararası Çalışma Örgütü'nün (ILO) 1998 raporu, 1997 yılında Filipinler'de 75 bin çocuğun bu sektör içinde yer aldığını yazıyor.
26-27 Haziran 2000 tarihindeki 1. İstanbul Çocuk Kurultayı'nda, Prof. Dr. Esin Küntay ve Doç. Dr. Güliz Erginsoy'un 1998 yılında yaptıkları, "Fuhuş Sektöründe Çalışan Kız Çocukları" başlıklı araştırmadan "İstanbul'da 500 kadar küçük yaşta kız çocuğunun cinsel sömürüye maruz kaldığı" bilgisine ulaşabildim.
Dünyanın hiçbir ülkesinde seks işçileriyle ilgili açık ve etkili bir kamu politikası ya da programının olmaması düşündürücü. Var olan düzenlemeler ve iyileştirme gayretlerininse etkisiz olduğu ortada. Bazı ülkeler, artık bu yöntemlerle "cinsel yolla bulaşan hastalıklar"ın önlenemeyeceğini, seks işçiliğinin denetlenemez bir alan olduğunu fark ettikleri için izinli genelevleri kaldırdı.
Göstermelik de olsa hâlâ genelevleri olan dünyadaki az sayıdaki ülkelerden biri de Türkiye. Genelevlerde çalışanlar düzenli olarak sağlık kontrolünden geçiriliyor. Ayrıca genelevlerde çalışmanın bazı koşulları var; kadın olmak, 21 yaşını doldurmak, Türk vatandaşı olmak, evli olmamak gibi.
Bu tanımın dışında kalan binlerce seks işçisi kayıtsız olarak çalışıyor. Erkek ve kadın seks işçileri, transseksüeller, travestiler, yabancı uyruklular ve çocuklar, işte bu kayıtsız çalışan çoğunluğu oluşturuyor. Çok daha zor ve riskli olmasına rağmen, genelevlere sınırlı sayıda seks işçisi kabul edildiği için, seks işçileri illegal olarak çalışmayı tercih ediyor ya da illegal çalışmak zorunda kalıyor.
Emniyet Genel Müdürlüğü'nün 1998'de yaptığı "Fuhuş Olaylarını Değerlendirme Çalışması"na göre, Türkiye'de toplam 56 tane genelev ve buralarda çalışan 2 bin 603 seks işçisi var. Oysa sadece İstanbul'da çalışan seks işçisi sayısının 30 bini geçtiği tahmin ediliyor.
Zaten ne genelevler ne de genelev çalışanlarına hizmet veren sağlık kuruluşları bu yükü kaldırabilecek altyapıya sahip. 30 bin çalışanlı bir genelev hayal etmek bile imkânsız. 30 bin kişinin haftada iki kez sağlık kontrolünden geçmesini de...
Yani "Genel Kadınlar ve Genelevlerin Tabi Olacakları Hükümler ve Fuhuş Yüzünden Bulaşan Zührevi Hastalıklarla Mücadele Tüzüğü"nün öngördüğü hükümlerin hayata geçebilmesi için kayıtlı seks işçilerinin, belli bir sayıda tutulması gerekiyor! Artık seks işçileri için genelevlerde iş bulabilmek eskisi kadar kolay değil, hatta imkânsız.
Görüldüğü gibi, yoksulluk arttıkça, seks işçilerinin sayısı da artmaya devam edeceğe benziyor...
Bu kitap seks işçilerinin yaşadıkları sorunları tartıştırabilir, en azından bazılarımızın yüzyıllardır içinde kök salmış önyargılarını sorgulamasına küçük bir katkı sağlayabilirse, amacına ulaşmış olacak.

Thursday, August 15, 2013

Sixteen Tons



Filmi Yazan ve Çeken: ÜMİT KIVANÇ

 Filmi yaparken en çok uğraştığım mevzu maden kazaları oldu.
Kapitalizmin en vahşi halini, emeğinden başka serveti olmayanların uğradığı en korkunç saldırıları yaşamış Batı ülkelerinde, verilmiş sayısız hak ve onur mücadelesi sonucunda, yine de insana saygı kırıntılarını her yerde bulmak mümkün. ABD veya İngiltere’de, 150 yıl önce olmuş kazada ölenlerin isimlerine kolayca ulaşabiliyorsunuz. Bir de Türkiye’nin kaza istatistiklerine bakın. Üşenmeyin, arayın internette. Bizde ölüler, siyasî kimlikleri varsa, yürüyüşlerde pankart yapmaya yarar, yoksa unuturuz giderler. Yukarıdaki, filmde yeralan “kazalar duvarı”ndan bir kesit.

Film metni:
Madenciliğin başka iş kollarından farkı, sadece günışığından yoksunluğu değildir. Kömür madeni deyince çoğu zaman akla tek renk gelir. Oysa madenciliğin istatistikleri bile öbür iş kollarınınkilerden daha renklidir.
Meselâ, başka istatistikler, yıllar, üretim miktarı, ihracat, işçi başına üretim, maliyet şu bu diye giderken, madencilik istatistiklerinde şöyle ilginç kalemler göze çarpar: milyon tona düşen ölüm adedi, yıllara göre ölümlerdeki artış-azalış, yaralı miktarı, falan... Çin’de hâlâ her yıl iki-üç bin madenci, kazalarda ölür. 2004’te her hafta en az on kişinin öldüğü bir kaza mutlaka olmuştu.

Serbest piyasa ekonomisi şöyle çalışır: Madene inip inmemek serbesttir. Sen inmezsen, inecek başka biri mutlaka bulunacaktır. Madenci, duasını eder ya da küfür eder ve aşağı iner. Ama inmeden mutlaka sevdikleriyle vedalaşır, çünkü, dinlediğiniz şarkıda söylendiği gibi, bir defa aşağı indikten sonra “elveda” deme şansı artık yoktur.

Madenci aşağıda ne yapar?

Yukarıdakilere göre cevap basittir: Çalışır. Aşağısı, iş saatinde çalışılıp arada mola verilen, beş dakika dışarı çıkıp gelinebilen bir yer değildir. Kömüre kazmanın vurulduğu yere gidiş dönüş bile bazen saatler sürer.
Madenci yerin yedi kat dibinde ter döker, terini siler, su içer, kömür tozu yutar, yemek yer, üzülür sıkılır, hayal kurar, heyecanlanır, öfkelenir, şakalaşır, kısaca yaşar.
Ve hastalanır.
ABD’de halen, yani 21. yüzyılda, her sene dört bin kadar maden işçisi “madenci hastalığı” denen illete yakalanır. Yeni binyılın parlayan güneşi Çin’de bu rakam yılda 10 bindir. Fransa’da 1920’lerden 1970’lere, ciğerleri hastayken çalışan işçi oranı azalmamış, artmıştır. “Madenci hastalığı”, akciğerleri mahveder, sonunda öldürür.
Nasıl başladı herşey:
İnsanlık, iPhone ve obezite çağına kolay ulaşmadı. Enerji içecekleri ve fitness salonlarına sahip olabilmek için çok meşakkat çekti.
Kimilerine göre, bütün acıların sorumlusu, kendisinden daha barışçıl olan Neandertal insanını kafa göz yararak tarih sahnesinden silen Homo Sapiens Sapiens’ti. Ya da ortada kabahat yoktu; doğa hükmünü yürütmüştü.
Kimilerine göreyse tanrı sorumluydu. Daha sonra cezalandırabilmek için, insanın içine gerekli miktarda kötülük koymuştu.
Tanrıyı dünya işlerine karıştırmaktan yana olmayanlar, bilimi icat etti. Böylece ileride mutfak robotu ve nükleer bomba yapabileceklerdi.
İnsan, irade sahibi özgür bir yaratıktı. Kimin nasıl öleceğine bizzat karar vermeliydi. Bu yüzden içinden bir grubu ayırıp onlara “ötekiler” dedi.
Aklı icat eden Emmanuel Kant ve David Hume, beyazların yüksek duygulara sahip ve her şeye kâdir, siyahların en azından uşak olarak eğitilebilir, Hintlilerin dalavere konusunda akıllı fakat soyut düşünmeye yeteneksiz, Amerika yerlilerininse tembel, tutkusuz, kof, hiçbir işe yaramaz olduğunu keşfettiler.
*

ABD’de siyahların eşitlik mücadelesinin sembol kişiliklerindendir. 1955’te, bir beyaz otursun diye yerinden kaldırılmayı reddederek başlattığı meşhur “otobüs boykotu”, siyahlara cesaret aşıladı.
İnsan, tarihini kendi yapmak istiyordu; bunun için önce yiyecek giyecek barınak üretmesi gerekliydi. İşbölümü yapıldı. Birileri bunları üretti, başkaları tarihi yaptı. Binbir eziyetle, yeni çağlara ulaşıldı. Eziyeti birileri çekti, yeni çağlara başkaları ulaştı.

Bir çağa ulaşıldığında hemen ötekine geçmek gerekiyordu. Tanrı, insanın kendi tarihini yapmasını bu şartla kabul etmişti.
Tüfek çağına varan Avrupalılar, altın-gümüş çağına geçebilmek için, gidip, henüz tüfek çağına ulaşmamış olanları yok ettiler. Ya da esir ettiler. Hernando Cortes, Aztek imparatorluğunu, Francesco Pizarro da İnka’ları yok etti. Buna “Keşifler Çağı” adını verdiler.
Keşfettikleri, Güney Amerika imparatorlukları ve Afrika yerlilerinin, ateşli silahlar karşısında savunmasız oluşuydu. “Biz”, “ötekiler”e ne kadar zulmedebilir diye sınadılar. Görüldü ki, çok edebiliyormuş.
1500’lerin başında İspanyol fatihler gelmeden önce Meksika’nın nüfusu 25 milyondu. 100 yıl sonra bir milyona inmişti. Dünya nüfusu 400 milyon kadarken, “Keşifler Çağı”nda Avrupalıların Güney Amerika’da yolaçtığı telefat, 70 milyondu. Bu rakama, canlı canlı köpeklere parçalattırılan çocuk ve yetişkinler dahildir.
En büyük kâşif, Kristof Kolomb, yerli halktan “boyları posları münasip, iyi hizmetçi olurlar” diye sözeden bir adamdı. Günlüğüne şöyle yazmıştı: “Yerlileri dikkatle inceliyorum ve altınları olup olmadığını anlamaya çalışıyorum... Bu adalar güzel ve verimli, havası da güzel. Henüz bilmediğim şeyler olabilir ama araştırmaya niyetim yok çünkü başka adalar da bulup altın var mı diye bakmak istiyorum.”
Baktılar. Varmış.
spanishAvrupalı “fatihler”in, güya fetihlerine bir tür hukukî zemin yaratmak üzere yerli halka söylediklerinin özeti:
Ya dinimizi kabul edip bize boyun eğersiniz ya da sizi tanrı adına perişan ederiz!
Belçikalı gravürcü Theodorus De Bry 1500’lerde, neyin nasıl keşfedildiğini ayrıntılarıyla resmetti, gravürleri belli başlı Avrupa ülkelerinde görüldü, bilindi. Yine de kanlı soyguna “keşifler” dendi. Çünkü seferleri Avrupalı sermayedarlar finanse etmiş, bu sayede serbest piyasa ekonomisinin temelleri atılmıştı.
Böylece İngiltere’de 6-7 yaşındaki çocukların, sokaklarda koşuşturmak yerine sabah karanlığından gece karanlığına fabrikalarda çalışması mümkün hale gelecekti. Köle taşıyanlar, köle isyanından şöyle yakınabilecekti: “Adamları vuramıyorsun da. Her biri 1000 frank değerinde.” İleri ki bir aşamada, insanlık yok ettiği uygarlığın adına araba modeli yapabilecekti.
pontiacAztek!
Pontiac’ın Aztec modeli. Neyi hatırlatmak ya da anmak için kondu acaba? Pontiac da beyazlara karşı epey direnmiş bir Kızılderili reisiydi. Bu firmanın kıyımlarla ilgili bir takıntısı olmalı.
İnsan, binyıllara yayılan macerası içinde, hayatın anlamını kendine sık sık sordu. Fakat nedense, içinde yaşadığı düzenleri anlayamadı. Tam bunu yapabileceği sırada da ilerleme diye bir şey icat edildi ve kimsenin vakti kalmadı.
Sömürgeci fatihlerin silahı tüfek, Sanayi Devrimi’ninki buhar makinesiydi. İnsanlık bugüne kadar karanlıkta el yordamıyla dolaşmış, zamanını boşa harcamıştı. Halbuki insanlığın bir kısmı fabrikalarda sakat edilir veya karanlıkta sürünmeye devam ederse öbür kısmı trenle gezebilir ya da buharlı gemilerle savaşabilirdi. Bol bol kömür lâzımdı.
Beyaz adama göre kölelerin hepsi birbirine benziyordu. Derilerine kızgın demirle patronun logosunu dağlama yöntemi geliştirildi. Ekonomi yeniliklerle yürür ve insanlık ilerler.
Madem dünyanın öbür ucundaki silahsızları silah zoruyla madenlere sokmak mümkün olmuştu, parası ve silahı olanlar bunu kendi ülkelerinde de yapabilirlerdi. Parası ve silahı olmayanlar çoktu.
İnsanlık ilerleme için aklını kullandı. Önce, beş yaşını geçmiş her yoksul çocuğu yeraltına gönderebileceğini akıl etti. Veletler hem daracık tünellerde kolaylıkla gidip gelebilirler hem de büyüklere göre çok daha düşük ücretle çalıştırılabilirlerdi.
Akıl yoksulları çoluk çocuk madenlere gönderdi, din de karanlıkta can verenlerin arkasından ilâhiler söyleyerek kalanları teselli etmeye koyuldu.
Böylece ertesi gün yine madene inebileceklerdi. İndiler.
Bir tarafından insan atılıp öbür tarafından kömür çıkarılan madencilik faaliyeti işte böyle sanayi haline geldi.
“Fitness sanayii”nin ABD’de ulaştığı hacim, 17 ile 24 milyar dolar arasında tahmin ediliyor. Fitness işlerinde 500 binden fazla insan çalışıyor. Rejim ve kilo ver(dir)me “sanayii” daha büyük: hacmi 40 milyar dolar civarında. Dünyadaki en yoksul yaklaşık 630 milyon insanın kişi başına yıllık geliri bir iPhone almaya yetmiyor.

Amrita Sher-Gill 20. yüzyılın en büyük Hintli ressamları arasındadır. 1913-1941 yılları arasında yaşadı. Piyano ve keman çalardı.
Orangutan Avrupalı’ya göre Afrikalı’nın yüz şekli, orangutanınkiyle neredeyse aynıydı. Avrupalı insan, ötekiler de ilkel bazı yaratıklardı.
Batı edebiyatının gelmiş geçmiş en büyük yazarlarından William Shakespeare (1564-1616), 38 oyun, 154 sone ve iki uzun manzum anlatıyı toplam 24 bin kelime kullanarak yazmıştı. Avrupalıların yok ettiği Aztekler’in dili Nahuatl, 27 bin kelime içeriyordu. Shakespeare’in doğumundan yaklaşık 45 yıl önce İspanyollar Meksika’ya girdi ve bugün dünyada Aztek dilini biraz olsun bilen sadece bir milyon kişi var. Yalnız bu dille anlaşanların sayısıysa 100 bin. Nahuatl, hayli nüanslı bir dildi. Hitap edileni de kapsayan “biz” ile, muhatabı kapsamayan “biz” için ayrı kavramları vardı meselâ. Kakao, çukulata, domates (tomato) gibi pek çok kelime bu dilden gelmedir.

Günümüzde bilim insanları, yılı 365.2422 gün olarak hesaplıyorlar. Gregoryen takvimine göre bu rakam 365.2425. Avrupalılar yakıp yıkmadan önce Meksikalılar aynı hesabı 365.2420 gün olarak yapmışlardı. Bu kadar küçük fark için insanları yok etmeye değmezmiş herhalde... Avrupalıların yok ettiği “ilkel yerliler”in uygarlığı üzerine kabaca fikir sahibi olmak isterseniz buraya tıklayın.
balboaVasco Nunez de Balboa,
Pasifik Okyanusu’nun doğu kıyısını gören ilk Avrupalı’ydı. Büyük zalimdi. İnsanları köpeklere parçalattırma gibi yöntemlerle fetihler yapmış, bugünkü Panama ve çevresinde hüküm sürmüştü. Adı bile unutulması gereken bir kişiyken, halen Panama’da adına parklar, caddeler, anıtlar var. Daha fenası, Panama’nın resmî para birimi (Balboa) onun adını taşıyor, madeni paraların bir yüzünde de resmi var. San Francisco’da, bir parkla caddeye adı verilmiş. Yine California’da, San Diego’da da büyük bir Balboa parkı var. Birçok anıtla onurlandırıldığı İspanya’da, Madrid’de bir cadde ile metro istasyonunun adı Balboa. Filmde yeralan Kolomb anıtı da, İspanya’da değil Guatemala’da bulunuyor. Heykeltraşı, Tomás Mur.
Kölelerin isyanı:
Götürülürken açık denizde isyan etmiş kölelere ateş açılmasını, kölelerin denize atlayışını gösteren bu resim, ilk olarak, sömürgeleştirme üzerine bir kitapta yeralmış. Köleliğe karşı mücadelenin öndegelen isimlerinden Carl B. Wadstrom’un 1794-95’te basılan kitabının orijinal adı, “An Essay on Colonization, particularly applied to the Western Coast of Africa”. Yani güncel fotoğraf niyetine kullanılmış bir “görsel malzeme”.
Filmdeki çocuk madenci fotoğrafları Lewis Wickes Hine’ın (1874-1940). Ömrünü sosyal adalet için çalışarak geçirmiş bu olağanüstü fotoğrafçıyı bugün pek az insan tanır. Tıpkı 66 yaşında bir hastanede hayata gözlerini kapatmadan önceki yıllarda olduğu gibi. ABD’de çocukların çalıştırılmasına son verilsin diye uğraşan Ulusal Çocuk Emeği Komitesi (NCLC) için çektiği çocuk işçi fotoğrafları muhteşemdir. Sanayide çalışan yetişkinleri, Empire State Building gökdeleni inşaatı işçilerini de görüntülemiş, her karesiyle “bu işte bir yanlışlık var” dedirtmiş bir insandır. Herhalde bu yüzden, öldüğünde oğlunun fotoğraflarını sunduğu New York Modern Sanatlar Müzesi, bu hazineyi reddetmiştir. (Belki de müze yöneticileri piyasaları huzursuz etmek istememiştir.) Fotoğraflar Rochester’daki George Eastman House’a (Kodak’ın kurucusunun adını taşıyan müze) verilmiştir.
16 Ton (sixteen Tons)
Filme adını veren parçayı ilk olarak en başta, Frank Zappa yorumuyla dinliyoruz. Gerçi bu yorumla ilgili şüpheler yok değil. Zappa’nın, Paul Buff ve Ronnie Williams’la çıkardığı 45’liğin sadece öbür yüzünde (“Breaktime”) çaldığı ileri sürülüyor. “Keşifler Çağı”nda, arkada çalan versiyon ise, Meksika’dan Los Autenticos’a ait; bu durumda adı da “16 Toneladas” oluyor.
“72 millet” terimi herhalde başka hiçbir yerde ve zamanda 20. yüzyıl dönümü ABD’si için olduğu kadar gerçeği ifade etmemiştir. 1920’de Colorado kömür madenlerinde çalışan 12.799 işçi milliyetlerine göre şöyle dağılıyordu: 3651 Amerikalı, 2325 Meksikalı, 2292 İtalyan, 857 Hırvat, 405 Yunanlı, 369 Sloven, 258 “Zenci”, 245 Bulgar, 223 İngiliz, 221 Avusturyalı, 210 İskoç, 192 Galli, 176 Polonyalı, 153 Alman, 148 Fransız, 122 İspanyol, 116 Rus, 104 İrlandalı, 93 Macar, 72 Sırp, 63 Bohemyalı, 63 İsveçli, 54 Finlandiyalı, 38 Rumen, 18 Japon, 18 Karadağlı, 16 Belçikalı. Birbirlerinin dilini anlamasalar da bu işçilerin anladığı ortak bir dilin varolduğu su götürmez. Birleşik Maden İşçileri Sendikası bu sayede 140 bin üyeye sahip olabilmiş, 1902’de başlattığı grevi ABD Başkanı Theodore Roosevelt’in müdahalesine kadar dokuz ay sürdürebilmişti.
Pennsylvania’daki grevci işçiler, 1897 Eylül’ünde sendika hakkı için Lattimer ocağına yürüyüşe geçtiler. Şerif, silahlı adamlarıyla karşılarına dikildi, ellerindeki Amerikan bayrağını çekip aldı ve “Dağılın!” dedi. Dağılmaya çalıştılar, ama arkalarından ateş açıldı, Polonyalı, Slovak ve Litvanyalı işçilerden 25’i öldü. O zamanın işçileri serbest piyasa ekonomisini iyi kavrayamamış olmalıydılar ki, İngiliz, İskoç, Galli bakmadan bir araya geliyor, topluca ölüyorlardı. Hırvat, Bohemyalı ve İtalyan işçiler de arkadaşları öldürülünce tıpış tıpış işe dönmüyorlardı.
Şerif, kalan sağlarla başa çıkamayacağını düşünüp Ulusal Muhafızları çağırdı. Onlar da tüfekleri ve toplarıyla geldiler. Toplar işe yaramadı. İşçiler maden maden dolaşıp sendikayı ve grevi yaymaya devam ettiler.
Ellerindeki tüfekler sizi yanıltmasın, esas olarak, avlanıp karınlarını doyurmak için taşıyorlardı bunları. Yine de, madenden madene sıçrayan sendika, ortalıkta dolaşan silahlı işçiler... piyasalar fena halde huzursuzdu.
silahlılar
Virden, 1900’lere girerken yörede ufacık bir madenci kasabasıydı. 20 yıl sonraki hali de buydu. Chicago Virden Kömür Şirketi’nin patronları, grevci işçilere karşı, madenin etrafına yüksek bir ahşap duvar çektirmiş, arkasına silahlı muhafızlar koymuş, bekliyorlardı. Madene sendika girememiş, ama iş de durmuştu. Patronlar güneyden, Alabama’dan 200 kadar siyah işçi toplayıp, aileleriyle birlikte trene bindirdiler, yola çıkardılar. Virden’da işçiler bunu haber almış, tren yoluna barikat kurmuş bekliyorlardı. Tren Illinois’ye yaklaştığında, bütün bunlardan hiç haberi olmayan siyahlar, trene silahlı beyaz adamların bindiğini gördüler. Siyahların bulunduğu vagonun pencerelerindeki perdeler indirildi, vagonun kapıları kilitlendi. Tren Virden’a girerken, demiryolu civarında bekleşen işçilerin üzerine trenden ve madenden ateş açıldı. Sekiz işçi öldü, kırkı yaralandı.
okRed
Ateş edenler ustaydı. Maden şirketi, eski polisleri ve özel detektifleri getirmiş, onları Winchester tüfeklerle donatmıştı. İşçiler de hazırlıksız değildi, onlar da karşılık verdi. İşverenin silahlı kuvvetlerinden dört kişi öldü, beşi yaralandı. Tren, siyah işçileri getirdiği gibi geri götürdü. Onlardan sadece biri yaralanmıştı. İşçiler sekiz ölü vermiş ama şirketi alt etmişlerdi. Bir ay sonra patronlar, hem ücret artışını hem de sekiz saatlik işgününü kabul ederken, grevi kırmak için Ulusal Muhafızları çağırmaya yanaşmayan valiye küfrediyorlardı.
E, tabiî, serbest piyasanın işleyişi bozulmuştu. Şöyle olmalıydı: Sen birilerinin sırtından kazanırsın, onlar itiraz ederse vali muhafızları çağırır.
Virden’lılar da aradan yüz kusur yıl geçtikten sonra kasabalarına 1898’de yaşananları hikâye eden bir anıt yaptırdılar. İzlediğiniz, 2006’da açılan bu anıtın görüntüleri.
Türkiye’nin ne kadar çok yerini böyle anıtlarla bezeyebiliriz... Hem bronz sektörü canlanır, piyasaya katkı olur.
Şair Ceyhun Atıf Kansu şöyle anlatmıştı:
Ana, kardeş, çocuk, bıraktılar geldiler
Yeryüzünden yüz kırk metre aşağı indiler
Bir uğultu duyuluyor, neyleyim neyli
Çıkamadılar, tam kırk sekiz kişi idiler.

Böyledir, madenciler toptan ölür.
Ağır olur kara gözlü kömürlerin uykusu
Çeker kucağına Ereğli’den, Devrek’ten
Nice uykusuz garipleri bir anda uyutur.



Şair, Melih Cevdet Anday, büyükşehir orta sınıf genç kızlarının kışın en soğuk günlerinde apartmanlarında tişörtle dolaşabilmesini sağlayan ilerleme düzeyimizi şöyle anlatır:
Dipte, maviliklerin oynaştığı,
Küçük bir balığın kanadı gibi yalnız,
Umutsuzluğun bir anlamı kalmadığı,
Kumlara gömülmüş ya da kayaya takılmış
Çapanın, gemisini bekleyen çapanın
Altında, toprak başlar ya, sonra da
Maden. Az önce çökmüş madenin altında,
Lamba söndükten sonra yıkılmış tavanın
Ve duvarı tutan kalasın altında
Tek başınaydı yaralı işçi, karanlık
Yok etmiş gözlerini ama
Kendindeydi daha, ufak bir güneş,
Dünyanın en ufak güneşi,
Çocukluk gibi, düşüncesiz kuşlar gibi,
Duydu demir aldığını geminin
Gürültülerle.
Ve yukarda,
Uzak bir göğün altındaydı deniz,
Bulutlar, martılar ve deniz.


Melih Cevdet Anday’ın şiiri insana, “bir trajedi bu kadar dolaylı ve tam da bu yüzden bu kadar hazin mi anlatılır!” dedirtiyor.
Herhalde şiir denen şey tam da bu olsa gerek.
Onlar ölünce serbest piyasa ekonomisi ve ilerleme geçici bir kesintiye uğrar. İş durur.
Geride kalanlar ikiye ayrılır: Yaralılar ve öbürleri. Yaralılar zararsızdır.
Öbürleri tehlikeli bir sessizliğe bürünürler. Donup kalırlar. Yeterince donmazlarsa diye başlarına askerler dikilir.
Madenci cenazelerinde şehrin ve devletin ileri gelenleri çok üzülür. Acısı ve öfkesi her an isyan duygusuna dönüşebilecek kalabalık, adı üstünde, onlardan kalabalıktır. Henüz dul kalmış eşlerin, yetim kalmış çocukların üstüne askeri polisi sürmek zorunda kalabileceklerini bilmek, yetkililerin hassas ruhlarını incitir.
Madencilerin geride bıraktıklarıysa... ağlayacak ve yine çalışacaklardır. Serbest piyasa ekonomisi böyle işler. Çalışacaklar ve vakitsiz öleceklerdir. Kaza olmazsa, kömür tozu yapışmış ciğerleri yüzünden.

Friday, August 9, 2013

“Gölgeme dadanmış bir tuhaf güz kedisi”*



 Gri-mavi bir kalkan: Özgürlük ve “kedi” | Anıl Ceren Altunkanat

“Gölgeme dadanmış bir tuhaf güz kedisi”*

Kedi her zaman tam olması gerektiği gibidir; ne eksik ne fazla. Bıyıktan kuyruğa kusursuz bir bütünlüktür; gözlerde kendini olanca cesaretiyle ortaya koyan koca ve tam bir varlıktır. Betimi kendinde ve kendi içindir; zorlamaya gelmez. Dile gelmez.
Kedi özgürlüğün beden bulmuş halidir. Çoklarınca sevilmemesi bundandır.
Ama Colette bu çoklardan biri olmasa gerek ki Dişi Kedi’nin (çeviren Azra Erhat, Can Yayınları) ana karakteri, en sağlam direği Saha adında gri-mavi bir kedi. Her kedi gibi kişilikli, seçici ve cesur; Alain’in evlenmesiyle önce terk edilen, ardından egemenliğini sürdüğü bahçeden koparılıp apartman dairesine tıkılan Saha. Ve sonra, 9. katta üç kişi; Alain, Saha ve Camille… Saha’ya, Saha’ya duyulan sevgiye katlanamayan eş; Camille. Kıskançlık işin bir yanı; üzerinde durup düşünülmesi gereken diğer yön ise Camille’in Saha’da, Saha’nın gözlerindeki yansımadan eşi, Alain’da gördüğü ve korktuğu; gördüğü ve canice yok etmek istediği şey: Özgürlük.
Aslında Dişi Kedi çok yönlü okumalara, birçok farklı yoruma açık bir roman. Kısa mı kısa ancak bakış açısının oyunlarıyla hakkında yazılabilecekler engin; işte, tam da bu yüzden iyi bir roman. Dişi Kedi’yi kadın erkek ilişkisi ve kıskançlık; aristokrasi burjuvazi çatışması; ana, oğul ve eş üçgeni; kentleşme ve yabancılaşma sorunu vb. bağlamında ele almak olanaklı. Üstelik gerçekten de bu bağlamların hakkını vererek romanı yeniden ve yeniden okumak hiç de angarya olmaz.
Ancak şimdi, burada bir seçim yapmalı. Ve ister bu yaz soluduğumuz eşsiz havaya bağlayın ister kediye (ve elbet özgürlüğe ve doğaya) duyulan aşka, benim seçimim romanı özgürlük-insan bağlamında, fona doğa-insan ilişkisini koyarak ele almak olacak. İşim hayli kolay gibi, aslında romanı elinize alıp Saha’nın, o gri-mavi büyünün geçtiği her yere tutup özgürlüğü koyun, bu kadar. Doğa kendiliğinden geliyor.
Böyle bakınca elde ne var:  Genç adam, Alain, içinde büyüdüğü bahçenin her tonuna aşina; bu tonlar arasında soluk alıyor.  “Birkaç ağacın” gövdesine vuran güneşe bakıp, “Yaz ne kadar yaşlanmış” diyecek kadar o bahçenin, doğanın kendisi. Saha’ya tutkun, Saha ona tutkun; tutkudan öte bir doğal bağ sanki onlarınki. Saha, o ve bahçe; kimse ilişmediğinde öyle bir kendilik ve tamlık içinde, öyle bir kendine yeterli varlık biçiminde. Ama bir o kadar da insan, bizim Alain işte: kararlarında gevşek, adımlarında tembel, istekleri kendi içinde kavrulmaya eğilimli. Bıraksan düşüverir kalabalıklara, bir çırpıda yutulur. Pek kıymetli düşlerinde bile “gölge alanlara” kaçmaya uğraşan ama düşlere sadık; sarısalkımlar tutmasa, gül fidanının cilvesi olmasa yok gibi ama bir o kadar da var biri. Var çünkü seçim yapmış: Saha.
“Seni seçmezden önce, dünyada seçmek diye bir şey olduğunu bilmiyordum, Saha. Zaten sonra da ne seçtim ki?”
Camille. Camille’i seçmemek zor. Et ve kan o; toplumun ve genlerin emrettiği üreme ve güvenlik. Daha açık söylersek, toplumun ve insanın devamını sağlayan dinamiktir Camille: yaşın gelir evlenirsin, meşru bir cinsellik içinde topluma yavrular kazandırırsın. Tamam, şimdi uslu uslu yaşayıp, sessiz sedasız ölebilirsin. Ve ardında senden hoşnut bir kalabalık bırakırsın. Hoşnut etmeye ölmeden başlamalı elbet. Camille ve yavrular için bir ev; ağaç kesilmeli. Ne gam… Ev dikilene dek kopmalı o bahçeden; 9. kattaki gösterişli beton mezar tam da genç âşıklar için biçilmiş kaftan, değil mi? Gezmeler, yemekler, sevişmeler… Camille’de bedenlenen karşı koyulmaz bir güç; yalnızca “olması gereken”i istiyor çünkü. Bu yüzden çok çaresiz ve bu yüzden onunla savaşmak olanaksız. Neredeyse. Neredeyse çünkü yapılmış bir seçim var: Saha.
“Şişmiş yanakları, öne fırlamış dimdik avcı bıyıkları iğne sanki, kedi gülüyor gibiydi. Yüzündeki köşeler çekiliyor, kaslı oynak çenesi sertleşip kalkıyor, yüzü bütün kediliğiyle insanların unuttuğu bir söze, evrensel bir dile doğru zorlanıyordu.”
Saha… Yapılan seçimdir o, alınan sorumluluktur. Zorlamaz, sen seçersin onu. Ama seçtin mi yüreğinde haz ve sızıyı aynı anda sunan bir kıymık olur kalır. Ne o sensiz ne sen onsuz. Özgürlük kendini dayatmaz; özgürlük, bilincine varanı gönüllü bir tutsaklıkla kavrar. Sana doğayı sunar ve doğanın bilmediğin renklerini, gölgelerini. Ancak özgürlükle doğayı tanıyabilir, ona katılabilirsin – ve işte, tam da bu yüzden üç beş ağaç için canını ortaya koyabilirsin. Ancak özgürlükle ‘ben’den söz edebilirsin, kimsenin bundan hoşnut olmayacağını bilsen de. Ben insanın ikinci doğasıdır ve ben, her zaman, yalnızca özgürlüğün dilinde söylenir.
Saha, Alain’in kalkanıdır. Evet, özgürlük insanın kalkanıdır ve zordur, ağırdır. İnsanın aynaya bakabilmesini sağlayan bir zorluktur yine de. Dayatılana karşı, herkes gibi olma zorunluluğuna karşı, hoşnut etme ve ben olmama emrine karşı gri-mavi bir aşk… Ve belki aşk dediğimiz zaten hep özgürlüğe duyduğumuz, o benlikten kaçarak salt beni yaratmaya koşan tutkudur.
“İblis gibi güzelsin! İblisten bile güzelsin!” der Alain Saha’ya.
Melek, bir seçim sonucu İblis olmuştur. İnsan bir seçim sonucu ‘insan’ olur. Ya da kalabalıkların gölgesinde hoşnutluk mekanizmasını bir parçası… Direnmek ya da sığ sulara gömülmek elbet bir seçimdir. Saha ölmemek için tırnaklarını betona saplamaya çalışır; bu direniştir. Saha özgürlükse ve özgürlük insanı var edense, bunun dili direniştir; ister betona ister tüm dünyaya karşı (ki şimdi tüm dünya betondur).
İçinde kedi geçen her metin benim için özgürlüğe övgüdür ve bitimsizdir. Ancak şu satırlara elbette bir son vermeli, nokta koymalıyım; öyleyse bu yine kedice olmalı, özgürlüğe –elden geldiğince–  yakışmalı.
Kedi, yani özgürlüğün bedeni, direndiği için dokuz canlıdır. Dokuz canıyla hep direnecektir. Ve ne kadar ölse de koruyacak dokuz canı hep kalacaktır.

O halde selam olsun tüm kedilere, selam olsun tüm direnenlere!

·         Metin Altıok, “Bozlak Kedi ve Ölüm” şiirinden.

Thursday, August 8, 2013

Harold Feinstein



Coney Island Teenagers, 1949


Father with Baby Daughter, 1954


Sailors Riding the Subway from Coney Island, 1957


Girl in Checkered Dress, NYC, 1957


Cruisin' on Saturday Night, Time Square, 1957


Girl with Horse, 1950


Handwriting Analysis, Coney Island, 1950


Ladies of the Garden Club, Coney Island, 1954


The Whip, Coney Island, 1950


Gypsy Girl at the Carousel, 1949


Sightseeing Bus, 1956


Blanket Toss Beach Play, Coney Island, 1955


Coney Island, 1989


Balloon Pop Game, Coney Island, 1951


Pigeons, 1955


Beach Concert, Coney Island, 1950


Reaching for the Brass Ring, Coney Island, 1958


Night Snow on West 11th Street, 1982


Man on NYC Subway Platform, 1972


Window Washer & Flock of Pigeons, 23rd Street Loft, New York City, 1972


Short-order-cook, Grant’s Lunch Counter, NYC, 1969


Coke-Clock on the Boardwalk, Meeting Place, 1950


Two Coffee Mugs and Doe, 1965


Crowded Day at the Beach, 1960


Greta Garbo Movie Poster, NYC, 1966


Horse in Misty Pasture, 1973


World Watcher Quartette, Coney Island, 1977


Coney Island, 1954


Abundant Life, 1964


Strange Encounters, Coney Island, 1990


Horse Back, 1975


Uh Oh Watch Out, Coney Island, 1951


The Gyro Waiting Line, Coney Island, 1947


Teens Carrying Girl, Coney Island, 1956


Degas' Coney Island, 1949


Polka Dot Twins, NYC, 1952

Monday, August 5, 2013

Zambaklı Padişah

Ece Ayhan
Ne zaman elleri zambaklı padişah olursam
Sana uzun heceli bir kent vereceğim
Girilince kapıları yitecek ve boş!
Azizim, güzel atlar güzel şiirler gibidirler
Öldükten sonra da tersine yarışırlar, vesselam!
I
Ey imece ile başsız gömülecek derviş
Sen kendin o zamandan değilsin
Ya bu hikayeyi nereden bilirsin?
Ey ustalıkla taşaronluğu birbirine karıştıran ve
Yaşayan okur!
Sen yabancı değilsin bense bir fakir derviş.
II
Ve bir derviş … atını saldı salar.
III
Karartma benizli bir sözcük kırıntısından bile.
Kesekağıdı yapıyor, yapabiliyor.
IV
Hava gırçımadır
İki çocuk da bir gömlek içinde
Valde külhandadır
Hafız! Sence çocuklar
Çiçeklerin koynunda uyumalıydı değil mi!
V
“Sizde ölüm var mıdır?”
VI
Yedi kez görünmeyen denizin üzerinde, iki açık deniz evliyası
Tabuttaş’tan Üsküdar Sultanlığı’na bir konsol aynası taşır.
VII
Eski bir göç yolu, izlenmektedir.
VIII
Devlet ve şairleri, iki kaşık gibi içiçe uyurlarken
Geldiği kapkara denize Karpiç’den gönderilmiş bir gemi.
IX
Duyduk ki, bir daha
Kuş getirmek sınıfa
İntihar olmuş cezası
Hal ve gidişat tüzüğünde
Biz kuşları tutmuyoruz ki
Kapıda koyveriyoruz
Dönüp onlar ceplerimize giriyorlar
N’apalım?
X
İnsan gözünün soldan sağa okuma alışkanlığı!
XI
Unutulmuş bir çocukluk hastalığından da bilinebilir
İkinci Savaş’da Galata’da geçilmiş bir kedi merdiveni.
XII
Şiir de, duraklarda, dinlenirdir, dinlenir.
XIII
Yenilmiş, geri çekilmededir bir gizli yol
Muvazzaf şairler de …
XIV
Geceleri, aydan, evlere girilemiyordur.
XV
Devletin cüceleri nasıl iki kez ayağa kalkmak zorundaysalar
Tabiatın cüceleri de bir dehliz bulmuşlardır kendi içlerinde.
XVI
Portakallarla donanmış selatin meyhaneleri, kapalıdır.
XVII
Ustasından geçmiyen bir deniz
Gittikçe uzaklaşıyor, okunmuyor.
XVIII
Mühründe şiir kazılıdır bir padişah.
XIX
Kuşlar havada, insan karada
Ölmek istemezler!
XX
Beş aydan bu yana, ilk bir insan görüyorum…
XXI
Kışı ve Üsküdar’ı, atkısıyla geçirecek bir kadın
Yazmışım, nedense, deftere.
XXII
Sarışın Osmanlı tarihçileri…
XXIII
“Bak bre çirkin!”
Karanfilinde bir … basılıdır.
XXIV
Beyaz kargalarlı, aykırı düşüncelerdir.
XXV
Biliyorsun; ölüm
Artık ayakta karşılanmıyor, karşılanmaz!
XXVI
Akıl, yürütülüyor, yürüttüm bu kentte.
XXVII
Bir erkeğe gerilmiş bir kadın,
karşıdadır.
XXVIII
Ebru ile bir yazı arası.
XXIX
“Şiir, ölüm ve yaşam dolayısıyla,
Şimdi ve daima, açıktır.”
XXX
İşkence!… Bu sözcüğü, ilk Karagümrük’de
Duyduk duyuldu.
XXXI
Camında sabun kurutulan evler
Beyoğlu’nun yıkılacağını bildiriyorlar.
XXXII
Ey gemileriyle birlikte yiten denizler
Ve bağlı limanlarıdır! ki unutulmasın
Gerçeklikte, gemiler terketmektedir fareleri.
Zambaklı Padişah, Ece Ayhan

Saturday, August 3, 2013

Ali

01-08-2013
Şimdi siz Ali'yi vura vura öldürdünüz. Dünkü Cumhuriyet'in manşetiydi, İlhan Taşçı'nın haberiydi. Bak nasıl öldürmüşsünüz Ali'yi anlatayım.
İyi okuyun da 19 yaşındaki bir çocuğu nasıl öldürdüğünüzü öğrenin:
Altı tane herif göndermişsiniz. Bunlar bir çocuğu öldürmek için pusuya yatmışlar basbayağı. Karar vermişler yani. Birinin elinde budaklı bir odun, birinin elinde beyzbol sopası, dördünün elinde polis copu varmış. Bu adamların yanında da polisler bulunuyormuş, sık sık polis telsizi sesi duyuluyormuş. Çocuk yediği tekmelerden, darbelerden yere düşmüş, yığılmış, kendinden geçmiş. Polislerden biri elinde budaklı odun olan sivile "Başımıza iş açacaksın, sakin ol" demiş. Ama bu odun durmamış, çocuğun kafasına tekmelerle girmişler.

Tanığı öldürsek mi?

Şimdi siz bu çocuğu öldürmek için adamlar göndermişsiniz ya, tanık ifadesinde sizinkilerin eşkalleri açık açık var. Danışmanlarınızın cesareti varsa size haberi gösterirler. Hatta tanık iki tanesini görse teşhis edebileceğini söylemiş. Şimdi siz bu tanığı da öldürmek için adamlar gönderecek misiniz? Yoksa "yargıya talimatla" mı halledersiniz? Yoksa acaba sizin tıfıl manyaklara "Kaldırım taşları vay vay/ Vitrin camları ah ah" türküsünü mü söyletirsiniz konu değişsin diye? Hakikaten, ne oldu şu sizin saldırıya uğrayan başörtülü hanım? İçişleri Bakanlığı "Şikayet yok" demiş. Acaba İngilizce bir mektup mu yazdırsanız Egemen Bağış'a? "Ali İsmail Korkmaz sağladığımız demokrasi sayesinde katledildi" diye. Olmadı, Bülent Arınç çıkıp ağlasın. Ağlayacak bir şey bulur herhalde, yani bu kadar çok kırılmış kaldırım taşı varken!

Bunlar da olmazsa her zaman yaptığınız gibi Melih Gökçek'e bir prodüksiyon yaptırırsınız. Kendisi afiş çalışmalarında uzmanlaştı zaten. Beni de sağolsun hiç unutmaz, beş kişilik bir liste yapmış kafasına göre "İşte katiller!" başlığıyla, küçük Melih'ler arasında günlerdir paylaşılıyor. Belki o küçük budaklı odunlar bu sefer bizim için pusuya yatarlar. Ne de olsa birimizden birine bir şey olsa... Nasıl derler, memleketin havası değişir, işler karışır, çok da güzel olur sizin için. "Katilleri bulacağız dersiniz" şak diye.

Katillerle ahbaplık

Diyelim ki yani hepimizi öldürdünüz, bu ülkeden kaçırttınız, delirttiniz, eve kapattınız, ağzımızı da bantladınız bir güzel. Ne olacak sonra? Sonra işte siz bu budaklı odunlarla birlikte yaşayacaksınız. Koruduklarınız kimlerse onlarla yaşayacaksınız. Çocuk tecavüzcüleri mesela, onlarla takılacaksınız. Kızlarınız çocuk doğururken mesela daha çok çocuk tecavüzcüsü olacak etrafta. İşkenceciler mesela, onlarla ahbaplık edeceksiniz. Kadın katilleri de var tabii, eşleriniz, kızlarınız onlarla yanyana yaşamak zorunda kalacak. Melih Gökçek mesela... Düşünün bir, arkadaşınız Melih Gökçek olacak! Roboski emrini kim verdiyse, onunla iftar açacaksınız. Kebap yiyeceksiniz Sivas'ta insan eti yiyenlerle. Genç kızları yerlerde sürükleyen adamların emniyeti sağladığı bir ülkede torunlarınız büyüyecek. Şafak Sezer sizi eğlendirecek, boş damacanalara vurup vurup sesine güleceksiniz. Ona buna savaş ilan edeceksiniz, posta koyacaksınız. Deli deli şeyler yapacaksınız etrafınızda aklı başında bir tane insan bırakmadığınız için. Sonra ne olacak? İrinli bir çıban gibi ağrıyla şişeceksiniz, şişeceksiniz... Tufan başlayınca da "Bir at! Bir at için bütün krallığım!" diyeceksiniz korkuyla, kaçmak için. İşte o zaman ben ve benim gibiler de şöyle fısıldayacak, belalı bir rüzgar sesi gibi:
Aliiii! Aliiii! Aliiii!

Bu çocuğun yüzü kalbinize mühür olsun. Bir gün de sevdiğinizle uyanmak nasip olmasın. İçinize dermansız bir dert düşsün, hiç uyku uyumayın. Her gün çocuğunuzdan bir haber bekleyin de alamayın. Bir tatlı dost sözü duymadan ömrünüz nihayet etsin. Her sabah boğulacak gibi uyanın. Ve size ne desem az. Size ne desem kifayet etmez.