Thursday, May 30, 2013

Anam



EMMA GOLDMAN
Emma Goldman, ailesinin küçük bir han işlettiği Rusya’daki bir Yahudi gettosunda 1869′da doğdu. Onüç yaşındayken, ailesi St. Petersburg’a taşındı. Bu tam da Alexander II’nin suikaste uğradığı ve siyasi baskıların yaşandığı bir dönemdi. Yahudi topluluğu bir kıyım dalgasıyla karşı karşıyaydı. Zamanın ciddi ekonomik güçlükler, St. Petersburg’a taşınmasından altı ay sonra Emma Goldman’ın okulu bırakarak fabrikada çalışmaya başlamasına neden oldu.
Oradayken Goldman’ın eline, kitabın kahramanı Vera’nın nihilizme yöneldiği ve cinsiyetler arasında eşitliğin ve dayanışmacı bir çalışmanın olduğu bir dünyada yaşadığı, Cherychevsky’nin “Ne Yapılmalı”sı geçti. Kitap, Goldman’ın daha sonraki anarşizminin başlangıç halindeki bir kabataslağını sunar, ve onun kendi yaşamını istediği gibi yaşama kararlığını güçlendirir.
15 yaşındayken babası onu evlendirmeye çalışır, ancak bunu kabul etmez. Sonunda üvey kızkardeşi ile beraber Rochester’daki kızkardeşinin yanına gönderilmesine karar verildi. Goldman, Amerika’nın bir Yahudi göçmen için hiç de vaat edilen bir fırsatlar ülkesi olmadığının farkına varır. Goldman için Amerika’nın anlamı, terzi olarak yaşamını sürdürdüğü gecekondular ve kötü çalışma koşulları demekti.
Goldman’ı anarşizme çeken ilk şey Chicago’daki Haymarket Meydanı trajedisinden yükselen haykırışlardı. İşçilerin 8 saatlik iş günü için gösterisi sırasında polis kalabalığının arasına bir bomba atılmıştı. Nihayetinde dört anarşist asılmıştı. En zayıf delillerle mahkum edildiler; mahkemede yargıç açıkça “Haymarket bombalamasına neden olduğunuz için değil, Anarşist olduğunuz için yargılanıyorsunuz” diyordu.
Emma Goldman olayları ilgiyle izledi ve asılmaların yaşandığı gün bir devrimci olmaya karar verdi. O zaman Goldman 20′sindeydi ve 10 aydır bir Rus göçmenle evliydi. Evliliği yürümedi ve ondan boşanarak New York’a taşındı.


Orada Almanca olan anarşist bir gazetenin yöneticisi olan Johann Moss ile arkadaş oldu. Moss, onu koruması altına almaya karar verdi ve onu bir konferans turnesine gönderdi. Moss, Goldman’dan sekiz saatlik iş günü kampanyasının yetersizliğinden bahsetmesini istedi. Kapitalizmin tamamen yıkılmasını talep edilmesi gerektiğini savundu. Sekiz saatlik işgünü kampanyası yanlızca bir saptırmaydı. Goldman halk toplantılarda bu mesajı hakkıyla aktardı. Ancak, Buffalo’da yaşlı bir işçi şu soruyla ona meydan okudu; “Onun yaşındaki bir adam ne yapacaktı? Muhtamelen kapitalizmin yıkılmasını göremeyeceklerdi. Nefret edilen işten belki bir iki saatlik kurtuluşu da elde edemezler miydi?”.
Bu karşılaşmayla, Goldman daha yüksek ücretler ve daha kısa çalışma saatleri gibi belli iyileştirme çabaların bırakın saptırma olmayı, toplumun devrimci dönüşümünün bir parçası olduğunun farkına vardı.
Goldman giderek Moss’dan uzaklaştı ve rakip Alman “Die Autonomie” dergisiyle daha fazla ilgilenmeye başladı. Burada Kropotkin’in yazılarıyla tanıştı. Peter Kropotkin’in vurguladığı ve onun da sahip olduğu bireyin Özgürlüğüne inanç ile insanoğlunun toplumsal yeti ve karşılıklı yardımlaşmaya olan eğilimini dengelemeyi amaçladı. Kişisel özgürlüğe bu inancı, genç bir devrimciyle dans ettiği, [ve bu genç devrimcinin] ona bir ajitatör yerine bir dansçı olması gerektiğinin söylediği bir hikayede dikkati çeker. Goldman şunları yazıyordu: “Davamızın benim bir rahibe olarak davranmamı ve hareketin de bir manastıra dönüşmesi gerektirdiğini beklememeliyiz. Eğer bu anlama gelecekse, ben bunu istemiyorum. Ben özgürlük, kendini ifade etme hakkını, herkesin güzel ve parlak şeylere sahip olması hakkını istiyorum”.

İlk zamanlarda Goldman eylemli propaganda düşüncesini destekledi. 1892′de Alexander Berkman ile beraber, Homestead Pennslyvania fabrikasındaki grevi silahlı muhafızlarla bastıran Henry Clay Finch’e suikast düzenlemeyi planladılar. Hatta silah satın almak için para biriktirmek üzere başarısız bir şekilde fahişe olarak bile çalışmayı denedi. Onlar bir tiranı, bu zalim sistemin bir temsilcisini öldürerek, halkın bilincin attırılacağına inanıyorlardı. Bu gerçekleşmedi.
Berkman Finch’i ancak yaralayabildi ve 22 sene hapis cezasına çarptırıldı. Goldman, ahlakın sonuçlarla değil güdülerle ilgili olduğunda ısrar ederek, girişilen bu suikastı açıklamaya ve haklı çıkarmaya çalıştı. Devrim sonrası Rusya’daki dönemde, amacın araçları haklı çıkardığı [şeklindeki] inancını tekrar ortaya koymuştur; ancak buna daha sonra değineceğim.
Berkman’ı savunması onu damgalanmış bir kadın yaptı ve konuşmalarına devamlı olarak yetkililerce müdehale edildi. 1893′de, işsizleri “zor kullanarak” ekmeklerini elde etmeye sevk ettiği suçlamasıyla tutuklandı ve Blackwell Adası hapishanesinde bir yıllık bir cezaya çarptırıldı.
Doğum kontrolü ile ilgili broşürler dağıtmak yüzünden ikinci kez tutuklandı; ancak en uzun hapis cezasına “Zorunlu Askerliğe Hayır” birliğini kurması ve Birinci Dünya Savaşına karşı gösteriler düzenlemesi nedeniyle çarptırıldı. Goldman ve Berkman 1917′de zorunlu askerlik çağrılarını engellemekten tutuklandılar ve iki yıl hapse çarptırıldılar. Bunun üzerine vatandaşlıktan ayrıldılar ve diğer istenmeyen “kızıllar”la beraber Rusya’ya sınırdışı edildiler. Onun sınırdışı edilme celsesini yöneten J. Edgar Hoover onu “Amerika’daki en tehlikeli kadınlardan birisi” olarak nitelendiriyordu.
Sınırdışı edilmesinin olumlu yanı ise, Rus Devrimine ilk elden tanıklık yapabileceği Rusya’ya serbest bir bilet almış olmasıydı. Goldman, 1inci enternasyonal’de anarşizmle yaşanan çatışmanın kalıntılarını gömmeye ve Bolşevikleri desteklemeye hazırlanmıştı. Ancak, Goldman ve Berkman, 1919′da tüm ülkeyi gezerken gördükleri çoğalan bürokrasi, siyasi baskı ve zorunlu emek karşısında dehşete kapıldılar. Kopuş noktası, 1921′de Kronştad denizcileri ve askerlerinin Bolşeviklere karşı ayaklanması ve grevdeki işçilerle dayanışmasıyla oldu. Kızılordu ve Troçki’nin saldırısına maruz kalarak ezildiler. Aralık 1921′de Rusya’yı terk eden Goldman bulgularını iki çalışmada ortaya koydu –”Rusya’daki Hayal Kırıklığım” ve “Rusya’daki İlave Hayal Kırıklığım”. Şöyle diyordu; “Tüm tarih boyunca otorite, hükümet ve devlet, daha önce bu kadar içsel olarak statik, gerici ve hatta karşı-devrimci olmamıştı. Kısacası, devrimin bizzat anti-tezi”.

Rusya’da geçirdiği zaman, onun amaç aracı haklı çıkarır şeklindeki eski inancını yeniden değerlendirmesine yol açtı. Goldman şiddetin toplumsal dönüşüm sürecininde zorunlu bir şeytanlık olduğunu kabul ediyordu. Ancak, Rusya’daki deneyimi onu bir ayrım yapmaya zorladı. Şöyle yazıyordu: “Geçmişte her büyük siyasi ve toplumsal değişimin şiddeti gerektirdiğini biliyorum … Ancak bir çarpışma sırasında savunma aracı olarak şiddete başvurmak bir şey. Terörizmi bir ilke haline getirmek, onu kurumsallaştırmak, ona toplumsal mücadelede en hayati yeri vermek bambaşka bir şey. Böylesi bir terörizm karşı-devrimi besler ve sonuçta kendisi giderek karşı-devrim haline gelir”.
Bu görüşler, Rus Devrimi’nin bir başarı olduğuna hala inanmak isteyen radikaller arasında popüler değildi. Goldman 1921′de Britanya’ya göç ettiğinde, Bolşevikleri suçlamakta neredeyse tek başına kalmıştı ve konuşmalarına çok az kişi katılıyordu. 1925′te sınırdışı edilebileceğini duyan Gallerli bir madenci, Britanya vatandaşlığı edinmesi için ona evlenme teklif etti. Britanya pasaportu ile Fransa ve Kanada’ya seyahat edebiliyordu. Hatta 1934′de ABD’ye bir konferans turu düzenlemesine bile izin verildi.
1936′da, İspanyol Devrimi’nin patlak vermesinden birkaç ay önce, Berkman intihara teşebbüs etti. Goldman, 67 yaşında, mücadeleye katılmak üzere İspanya’ya gitti. Liberter gençlerin gösterisinde şöyle diyordu; “Devriminiz, anarşizmin kaosu temsil ettiği sanısını ebediyen yıkacaktır”. 1937′de CNT-FAI’nin koalisyon hükümetine katılmasını ve savaş çabası uğruna komünistlerin gücünü arttıracak tavizler vermesini onaylamadı. Ancak anarşistlerin hükümete katılmasını ve askerileşmeyi kabul etmesini kınamayı reddetti, çünkü bunun alternatifinin o dönemde komünist bir diktatörlük olduğunu hissediyordu.

Goldman 1940′da öldü, ve Chicago’da kaderleri yaşamının akışını değiştiren Haymarket Şehitlerinin yakınına gömüldü.
Emma Goldman, ardında anarşist düşünceye önemli katkılar bıraktı. Özellikle, daha önceleri ilk anarşistlerce ancak ipuçları ortaya koyulan, cinsiyet siyasetini anarşizmle birleştirmesiyle hatırlanır. Goldman, kadınların doğum kontrolü hakkı için kampanyalar düzenledi ve bu yüzden hapse girdi. Siyasi çözümün cinsiyetler arasındaki eşitsiz ve baskıcı ilişkilerden kurtulmak için yeterli olmadığını öne sürdü. Değerlerin, özellikle de kadınların kendi aralarında, muazzam bir şekilde değişmesi gerekmektedir. Kadınların bunu yapabileceklerini savunur:
“İlk olarak, kendilerini bir seks metası olarak değil, kişilik [sahibi bireyler] olarak değerlendirerek. İkincisi, kendi bedeni üstünde kimsenin hak iddia etmesini kabul etmeyerek; Tanrı, devlet, toplum, koca, aile vb.’nin hizmetkarı olmayı reddederek; kendi yaşamını daha basit, ancak daha derin ve zengin yaparak. Yani, tüm karmaşıklıklarıyla yaşamın anlamı ve içeriğini kavramayı deneyerek, kendini kamusal görüşün ve kamusal kınamının [dışlamanın] korkusundan kurtararak. Kadını seçim sandıkları değil, ancak anarşist devrim özgürleştirecektir; [anarşist devrim] onu Dünya’da daha önce görülmemiş bir güç, özgür erkekler ve kadınların oluşmasını sağlayacak kutsal ateşten bir güç haline getirecektir”.
Kaynak: “Emma Goldman”.

Kronoloji:
1869 – Emma Goldman Litvanya’da Kovno’da doğar.
1885 –         Goldman ABD’ye göç eder, Rochester’a (N.Y.) yerleşir.
1886 –         Haymarket bombalaması: Sekiz saatlik çalışma günü mücadelesinin zirvesinde, bir önceki gün McCormick Biçerdöver Fabrikası’ndaki grevcilere polisin ateş açmasını protesto etmek için Haymarket Meydanı’nda düzenlenen toplantıda polisin arasına bomba atılır. Failleri asla bulunamasa da, sekiz anarşist lider cinayet suçuyla yargılanırlar ve suçlu bulunurlar.
1887 –         Goldman Jacob Kersner ile evlenir; ABD vatandaşlığı edinir; evliliğinden mutsuz olan ve giderek anarşizme yönelen Goldman aynı yıl Kersner’den boşanır.
Haymarket anarşistlerinin dördü idam edilir.
1889 –         Goldman New York’a taşınır.
1890 –         Goldman’ın ilk konferans turu; Rochester, Buffalo ve Cleveland konuşmaları.
1892 –         Homestead Pa. çelik grevi, grevcilerle Pinkerton detektifleri arasında kanlı bir çatışmaya sahne olur; Goldman’ın yoldaşı Alexander Berkman, Carnegie Çelik Şirketi müdürü Henry Clay Frick’e suikast girişiminde bulunur; Goldman Frick’in yaşamına kastedilen bu plana yardım etmekle suçlanır.
1893 –         Goldman New York Union Square’de düzenlenen işsizlerin gösterisindeki konuşması yüzünden yargılanır; izinsiz gösteriye yardımcı olmaktan suçlu bulunur; tutuklulara hemşirelik yapacağı Blackwell Adası hapishanesinde bir yıl hapse çarptırılır.
1895-1896 – Goldman Viyana’da resmi hemşirelik eğitimi alır.
1898 – İspanya-Amerika Savaşı: Filipinler, Puerto Rico ve Guam zafer kazanan ABD’nin eline geçer.
1901 – Başkan William McKinley’e bir anarşist tarafından suikast düzenlenir. Goldman işin içine sokulur, tutuklanır, sorgulanır ve serbest bırakılır. Goldman ismini değiştirir, kısa bir süreliğine kamusal saldırılardan kaçınmak için yeraltına geçer.
1903 – Anarşistlerin ülkeye girmesini yasaklayan federal anti-anarşist kanuna ilişkin açılan ilk davaya karşı, Goldman New York’da Serbest Konuşma Birliği’nin kurulmasına yardım eder.
1905 –         Dünya Sanayi İşçileri (IWW) kurulur.
1906 –         1917′e kadar yayınlanacak olan Mother Earth dergisi Emma Goldman ve yoldaşları tarafından kurulur; Goldman dergi için para toplamak üzere yıllık konferans turlarına başlar; modern Avrupa draması, kadınların eşitliği ve bağımsızlığı, cinsellik ve özgür aşk, çocuk gelişimi ve eğitimi, dini köktencilik gibi konularda konuşmalar yapar; Alexander Berkman hapisten çıkar.
1908 –         Goldman toplantılar için salonların kullanılmasını kabul etmez; ona “Hobo Tiyatro Salonu”nu teklif eden ve sonunda da onun aşığı ve konferans turlarının idarecisi olan Ben Reitman ile tanışır; IWW’in Mont Missoula’da serbest konuşma kavgası (Serbest konuşma kavgaları, Goldman gibi kişi ve IWW gibi örgütlerin kamu toplantıları düzenlemeye çalıştığı, ancak yerel otoritelerce engellendiği bu dönemde sıklıkla yaşanıyordu.)
1909 –         IWW’in Washington Spokane’de serbest konuşma kavgası; New York’daki kadın dokuma işçilerinin grevi (Yirmibinin Ayaklanması).
1910 – Goldman’ın “Anarşizm ve Diğer Makaleler” kitabı yayınlanır.
1911 – New York’daki Triangle Bluz Şirketi’ndeki yangında çoğu kadın olmak üzere 146 kişinin ölmesi –sendikacıların girmesini engellemek üzere ön kapının kilitli tutulması yüzünden pekçok işçi kaçamayarak, ölüme atlamak zorunda kalmıştı.
1912 – San Diego’da serbest konuşma kavgası; Şehir dışına çıkarılan Ben Reitman’a hunharca saldırılır.
IWW önderliğindeki Mass. Lawrance tekstil grevi.
1913 – N.J., Paterson’da IWW ipek fabrikası grevi
Düşük ücretleri, tehlikeli çalışma koşullarını ve maden şirketlerinin işçilerinin yaşamlarının her yönüne hakim olmasını protesto etmek için düzenlenen Colorado kömür madenleri grevi.
New York’daki Armory gösterisi Amerikan seyircisine Avrupa sanatını ilk defa sunar, skandal yaratır.
1914 – Goldman’ın “Modern Dramanın Toplumsal Önemi” kitabı yayınlanır.
Ludlow Katliamı: Colorado Ulusal Muhafızları ve maden muhafızları grevdeki işçiler ve aileleri tarafından işgal edilen çadır kente saldırır; öldürülenler arasında iki kadın ve onbir çocuk vardır; madencilerin silahlı ayaklanması on gün sonra federal birlikler tarafından bastırılır.
Avrupa’da I. Dünya Savaşı başlar.
1915-1916 – Goldman sıklıkla doğum kontrolü üzerine konuşma yapar ve defalarca tutuklanır; doğum kontrolüne ilişkin bilgi dağıtmak yüzünden onbeş gün hapiste geçirir.
1917 – ABD Almanya’ya savaş ilan ederek I. Dünya Savaşına girer.
Federal hükümet zorunlu askere alma kararı alır.
Goldman, Berkman, M. Eleanor Fitzgerald ve Leonard Abbott ile birlikte “Zorunlu Askerliğe Hayır Birliği”ni kurar.
Goldman ve Berkman zorunlu askerliği engellemekten suçlanırlar, iki yıl hapis cezasına çarptırılırlar.
Casusluk Yasası çıkarılır.
1918 – İsyana Teşvik Yasası çıkarılır.
1918-1919 – Goldman Jefferson City hapishanesinde, Berkman ise Atlanta’daki federal hapishanede yatar.
1919 – Goldman ve Berkman diğer 247 yabancı radikalle beraber sınırdışı edilir (Onu vatandaşlık haklarından mahrum etmek için Goldman’ın kocası hükümet tarafından vatandaşlıktan çıkarılır. 1918′de çıkarılan Yabancılar Yasası, bir yabancının anarşist olması halinde ABD girmesinden sonra her an sınırdışı edilebileceğini yasallaştırır).
1920 –         Anayasa’daki ondokuzunu değişiklik (kadınlara oy hakkı veren) onaylandı.
İki İtalyan anarşisti Sacco ile Vanzetti Massachusetts’de bir muhafızı öldürmek suçuyla tutuklandılar; mahkemenin yaklaşımının da desteklediği üzere, suçlananlar büyük ölçüde dönemin radikal karşıtı ve yabancı yerleşimciler karşıtı duygularının kurbanı olarak değerlendirilirler.
1920-1921 Goldman ve Berkman, Bolşeviklerin serbest konuşma ve ifade haklarının reddetmesi, özellikle de anarşistlerin bastırılmasıyla karşılaşacakları Sovyet Rusya’ya sürgün edilirler.
1921 – Aralık’ta Goldman ve Berkman Rusya’dan ayrılırlar.
1922-1924 Kısa bir süre Stockholm’da kalmasının ardından Berlin’e sürgüne gider.
1923 –         Goldman “Rusya’daki Hayal Kırıklığım”ı yayınlar.
1924-1926 – Goldman, Sovyet Rusya’daki koşullar ve modern drama üzerine yazarak ve konferanslar vererek Londra’da yaşar.
1926-1928 – Goldman Kanada’ya yerleşir. Toronto’ya yerleşerek, Rusya, modern drama ve topluımsal meseleler üzerine yazar ve konferanslar verir.
1927 – Anarşist Sacco ve Vanzetti’nin idam edilmesi uluslarası protestolara neden olur.
1928-1936 – Goldman Fransa’da Saint-Tropez’e yerleşir.
1931 – Goldman otobiyografisini basar, “Hayatımı Yaşarken”.
1932 –         Goldman, faşizm tehdidi ve Nazizm’in yükselişi üstüne İskandinavya’da ve Almanya’da konferanslar verir.
1933 –         Goldman Hollanda’dan sınırdışı edilir.
1934 –         Goldman, doksan günlük bir konferans turu için ABD’den vize alır.
1936 –         Kanser olan Berkman intihar eder.
1936-1938 – Goldman İspanya’yı ziyaret eder; çarpışan İspanyol anarşistlere para sağlamak üzere Londra’da ofis açar.
1939 –         Goldman, İspanyolların yenilmesinin ardından İç Savaştaki kadın ve çocuk göçmenler için kaynak toplamak üzere Kanada’ya yerleşir.
1940 –         Goldman Toronto’da ölür ve Chicago’da Haymarket şehitlerinin yakınına gömülür.


Wednesday, May 29, 2013

Betona Düşen Dut

Olgunlaşıp, dalından betona düşen bir dut gibi kaybettik medeniyetle imtihanımızı.
Bahçeli ahşap evlerimiz vardı, sattık. Müteahhit ile müşterek, bir daire pahasına verdik toprağımızı.
Ahşaptan betornameye taşıdık ruhumuzu, arka bahçenin özgürlüğü rahatsız etti gözlerimizi.
İçindekilerin mesut olmasından çok zeminin temizliğine önem verdi evlerdeki kadınlarımız, kaplatıverdik toprağı betonla. Hapsettik tozu, kiri, börtüyü böceği ve de yaşamı, dümdüz bir beton sertliğinin altına.
Belki babamız, belki dedemiz veya işte kim ise henüz doğayı unutmamış, o dikmiş dut’un ağacını.
Büyüdükçe, camlarımıza yaklaştıkça, rüzgarlı gecelerde onları tıklattıkça veya kıymetlilerimizi çalacak, mutluluğumuzu bozacak hırsızlara basamak oldukça, kestik dallarını. Budadık hayatını.
Nasıl ki şehir hayatında ancak ahmaklar kollarını açarsa, öyle eğittik, terbiye ettik, kapattık kollarını şapşal ağacın.
Bizim gibi takvim tutmadığından, yıl saymadığından, saat takmadığından bilemedi devrin değiştiğini. Büyümeye devam etti yukarılara doğru. Ağaç bilmez meyvesini yiyen var mı, gövdesine yaslanan kaldı mı.
O yavrularını büyüttü, yemişlerini üretti. Olgunlaşan meyveleri, büyümek, çoğalmak ve dağılmak üzere bıraktılar kendilerini.
Bir neslin medeniyete aniden maruz kalışından daha sert değildi betonla temasları. Ve unutulan değerlerden daha az çürüdü yerde içleri.
Ağaçları kestik ev yaptık, otları biçtik, yol. Önceleri yürüdük, sonraları ata bindik, ardından at arabasına konduk.
Evleri ahşaptan, arabaları attan imal ettik.
Dünya devrini değiştirmese de, biz hızlandık, başımız dönmeye başladı. Artık evler betondu, yollar asfalt, arabalar da beygir.
Balkonları kapattık, bahçeleri kaplattık. Çocukları eve, arabaları garajlara tıktık.
Gözlerimizi televizyona, kulaklarımızı radyoya verdik.
Sokakları ışıl ışıl aydınlattık, karanlıkta kalan şanssızları görmemek adına.
Yıldızları kaybettik şehir ışıkları altında.
Ozanları öldürdük, adlarını parklara verdik. Parkın adını, sadık yarine kara toprak diyenden aldık, zeminine asfalt döşedik.
Semtlere isim veren dereleri ıslah ettik, imar ettik, boyun eğdirdik. Meydanlara elektrikli fıskiyeler koyduk, su sesi duyduk.
Betonda yorulduk, asfaltta ezildik. Çalışmak için uzun yürümedik ama yine de geç kaldık. Mekanları uzaklaştırdık, zamanları daralttık.
Haftaiçini camdan bakarak geçirdik, haftasonunu yolda. Şehrin dışına çıktık, ama şehirlilerle. Ağaçların altına indik, ama sırtımızı arabaya yasladık.
Adım adım kapladık dünyayı betonla, asfaltla ve çocuklarımızla.
Bunları siz yaptınız, ben de size uydum. Betona çarpan bir dut kadar çıktı sesim.
LOSVIUS

Monday, May 27, 2013

Azınlık



Ne zormuş aşması
kendi ördüğü surları yıkıp
yukarıya sıçraması dibe vurunca
paramparça parçalanması gözbebeğinde
tek başına hançeri alıp
saplaması yüreğindeki sancıyı
tek bir kurşunlu
sözle
ölebilmesi
hedefsiz

ne zormuş meğer sevmek
serseri savruluşmuş
baştan aşağı sökülüş
yalınayak yürümekmiş alevinde dudakların
sessiz haykırışmış kanayan dilmiş
ölümü beğenişmiş taşsız tabutsuz
sonsuza yönelişmiş mabetsiz mabutsuz
tapusuz toprakmış tohumsuz
dara gerilişmiş çırılçıplak
hiçmiş çekilen işkence
insan delice sevince…

hiçmiş
tüm hepler
birleşince
dirleşince
dişileşince
dişleşince
azı
azınlık

Volkan Kemal
Tamamlanamayacaklardan

Revan





gitmişim zamandan geri
zeminden derin
zemheriden
donuk
bahardan soluk
nefesi tık-naz

geçmişim kendimden
şarap
yasağını delmiş dudaklarım lal
hilal gerilmiş ufkumda
aşk helal
olsun
mu

geciktim sana ben
kendime çok erken
geldi bu kış
kardelen
ler
dondu

sona kalanlar
sonsuzadek
sorguda
soldu
sol
la
si
do

ölüme sarılmış
sargı bezi
acılara yığılmış
kuru laf u güzaf
devasa bir döngüye
mahkum kürek
her atışına
saplanmış
saplantılı
takılı
takım
ciğer
yürek
sakat

sağıma döndüm
şaşı
şehla
şahmeran bakışlı
sağmal
sığ
sığırmaç
geyik boynuzu saplı
koca bir yara..
açık
kan içinde
revan

Volkan Kemal
Yarım kalmağa mahkunluklardan


Saturday, May 25, 2013

Frida Kahlo’nun Diego Rivera’ya yazdığı aşk mektupları

Popüler kültürün önemli ikonlarından birine dönüştürülen Frida, resimlerinin yanı sıra inişli çıkışlı özel yaşamı ile tanınıyor.
17 Eylül 1925′te okuldan eve dönerken bindiği otobüsün tramvayla çarpışması sonucu çok kişinin öldüğü kazada, trenin demir çubuklarından birisi Frida’nın sol kalçasından girip leğen kemiğinden çıkar. Kazadan sonra tüm hayatı korseler, hastaneler ve doktorlar arasında geçecek; omurgası ve sağ bacağında dinmeyen bir acıyla yaşayacak, 32 kez ameliyat edilecek ve çocuk felci nedeniyle sakat olan sağ bacağı 1954’te kangren yüzünden kesilecektir.
Kazadan bir ay sonra hastaneden çıkan Kahlo, ailesinin de teşviki ile resim yapmaya başladı. Yatağının tavanındaki aynaya bakarak oto-portreler yaptı. İlk otoportresi, “Kadife Elbiseli Otoportre” oldu.

Resim çizmeye devam eden Kahlo aynı dönemde arkadaşı Tina Modotti aracılığıyla Meksikalı Michalangelo olarak anılan ünlü ressam Diego Rivera ile tanıştı ve iki ressam, 21 Ağustos 1929’da evlendiler.

Diego.
Gerçek, öyle büyük ki, ne konuşmak ne uyumak ne dinlemek ne sevmek istiyorum.  Kendimi tuzağa düşmüş hissetmek, hiç kan korkusu olmadan, zamanın ve büyünün dışında, senin kendi korkunun ve büyük ıstırabının içinde, ve kalbinin atışında. Tüm bu deliliği senden isteseydim, biliyorum sessizliğinde sadece karmaşa olurdu. Bu saçmalıkta senden şiddet istiyorum ve sen, sen bana incelik veriyorsun, ışığını ve sıcaklığını. Seni resmetmek isterim, ama bu şaşkınlığım içerisinde, hiç renk yok çünkü çok renk var, büyük aşkımın somut hali.
***
Diego:
Hiçbir şey ellerinle kıyaslanamaz, hiçbir şey gözlerinin altın-yeşili gibi değil.Vücudum günlerdir seninle dolu. Sen gecenin aynasısın. Şiddetli bir şimşek çakışı. Toprağın nemi. Koltuk altlarının oyuğu benim sığınağım. Parmaklarım kanına değiyor. Tüm sevincim çiçek-çeşmenden fışkıran hayatı hissetmek ve sana ait tüm sinir yollarımı bununla doldurmak.
***
Okzokrom – Kromofor.  Diego.
Rengi giyen kadın.
Rengi gören adam.
1922 yılından beri.
Hep ve daima.  Şimdi 1944’te. Yaşanan tüm saatlerden sonra. Vektörler asıl yönlerinde devam ediyor. Hiçbir şey onları durdurmuyor. Canlı histen başka bir bilgileri yok. Tek istedikleri bir yerde buluşana kadar devam etmek. Yavaşça.Büyük bir huzursuzlukla, ama “altın parçanın” her şeye kılavuzluk ettiğine dair güvenle. Hücresel bir diziliş var. Hareket var. Işık var. Tüm merkezler aynı. Budalalık diye bir şey yok. Her zaman olduğumuz ve olacağımız gibiyiz. Aptal kadere bel bağlamıyorum.
***
Diego’m:
Gecenin aynası. Gözlerin tenimde yeşil kılıçlar. Ellerimizin arasında dalgalar. Tamamın seslerle dolu bir boşlukta – gölgede ve ışıkta. Sana rengi yakalayan OKZOKROM dediler. Bana KROMOFOR – renk veren. Sen sayıların tüm kombinasyonlarısın. Hayat. Dileğim çizgileri şekilleri tonları hareketi anlamak.Sen gerçekleştiriyorsun ve ben alıyorum. Sözün boşlukta seyahat edip benim yıldızlarım olan hücrelerime ulaşıyor, sonra senin hücrelerine gidiyor ki onlar da benim ışığım.
***
Okzokrom – Kromofor
Yıllardır vücutlarımızda hapis kalan susuzluktu bu. Rüyalarımızın dudaklarından ayrı söyleyemediğimiz zincirli sözcükler. Her şey vücudunun düzlüğünün yeşil mucizeleri etrafında dizilmişti. Bedeninin üzerindeki dokunuşumu, derelerin fısıltılarını çiçeklerin kirpikleri  karşıladı. Dudaklarının suyunda her çeşit meyve vardı, narın kanı, saf ananas ve mammee elmasının ufukları.
Seni göğsüme bastırdım ve vücudunun mucizesi parmak uçlarımdan bütün bedenime işledi.  Meşe özünün kokusu, cevizin hatırası, kül ağacının yeşil nefesi.Ufuk ve tarlalar, onları öpücüklerle takip ettim. Sözlerin kayıtsızlığı kapalı gözlerimizin bakışlarını anlatmak için bir lisana dönüşecek. Sen elle tutulamaz biçimde buradasın, odamın biçimine sıkıştırdığım bütün evren, sensin.Yokluğun saatlerin vuruşunu ve odamın ışığını titretiyor, aynadan nefesini duyuyorum.
Senden ellerime doğru bütün vücudunu okşuyorum, bir an seninleyim, bir an kendimle. Damarlarımdaki  kan, kalbimden seninkine uzanan hava kanallarından akan mucize. Vücudumun düzlüğünün yemyeşil mucizesi seninkinde doğanın tamamına dönüşüyor.  Yuvarlak tepeleri parmak uçlarımla okşamak için hepsinin arasından uçuyorum, ellerim gölgeli yarıklara dalıyor, nazik dalların kucaklamasına bırakıyorum kendimi, yemyeşil ve serin.
Bütün dünyanın cinsiyetine giriyorum, sıcaklığı beni yakıyor ve vücudum yapraklarının tazeliğine dolanıyor. Yaprakların buğusu yepyeni bir sevgilinin teri gibi. Aşk, şefkat ya da ilgi değil bu, hayatın ta kendisi, benim hayatım, senin ellerinde, göğüslerinde ve ayında gördüğüm, bulduğum şey. Ağzımda senin dudaklarından kalan badem tadı var.  Dünyalarımız hiç dışarı çıkmadı. Bir dağın içini ancak başka bir dağ bilebilir.
Varlığın bir anlığına havada uçuşuyor, sanki bütün varlığımı sabırsız bir sabahı bekleyişe mahkum eder gibi, o an farkediyorum ki seninleyim. O anda, bütün duyumların içinde, ellerim portakalların içine dalıyor ve vücudum sanki senin kollarına sarılıymış gibi hissediyorum.
***
Diego’m için.
Dünyalara sessizce hayat verenim, en önemlisi yanılsama olmaması. Gün doğumları, dost kırmızılar, büyük maviler, yaprak dolu eller, gürültücü kuşlar, saçta parmaklar, güvercin yuvaları, insanın mücadelesine dair ender bir kavrayış, saçma şarkının basitliği, kalbimdeki rüzgarın budalalığı = uyak yapma kızım = antik Meksika’nın tatlı çikolatası, ağızdan gelen kanda kopan fırtına –  kasılma, alamet, kahkaha ve incinin saf dişten iğneleri, Temmuzun yedisinde bir hediye, istiyorum, alıyorum, şarkı söylüyorum, söyledim, bundan böyle bizim büyümüzün şarkısını söyleyeceğim – aşkımızı.

Wednesday, May 22, 2013

Sistemin imajı mı, imaj sistemi mi?


Hayvan severler için imaj ne demektir? Çoğunun pek de umurunda değil bu yeni moda kavram. Eskiden “iyi intiba bırakmak, ilk izlenim” falan derdik bu kavram yerine.

Ama artık hayvan haklarından bahsedip de “imaj”dan bahsetmemek olmaz. Çünkü neredeyse en çok konuşulan konulardan biridir imajı. Benim kafama takılansa “imaj dayatmasının" nereden çıktığı...

Onlar, mahallelerinde, sokaklarında, metruk kuytularda yani bulundukları her yerde hayvanları besleyen, koruyan, kendi halinde insanlardı çoğunlukla.

Birbirlerini tanır, birbirlerine yeni hayvanların yerlerini tarif eder, dağıtılacak yemekleri paylaşırlardı. Mütevazı işlerine gidip gelirken yanlarında hayvanlar için taşıdıkları yiyecekleri çoğu kimse fark etmezdi bile. 'Facebook' yoktu, ötekiler yoktu, anında resimlerin düştüğü “sanal doyum” çöplükleri yoktu meydanda.

Diğer insanların büyük çoğunluğu da onlara saygı duyar, sitayişle bahsederdi. Cennete gideceksiniz diye yüreklendirirlerdi onları kendilerince.

Zaman içinde bu insanların mücadelesinin üstünde yükseldiklerinin bile farkında olmayan, çoğu eğitimli, kariyerli ve “düzgün imaj her şeydir” takıntılı “hayvan seviciler” çıktı ortaya. “Amann bize hayvansever deliler demesin kimse” diye ters akım bir imaj, adeta 'delirium psikolojisi' peydahlandı. Hayvana bakıyorum ama, bakın çocuk da yaptım, kariyer de; hatta 'eşim bile var' dercesine bir karşı atak ki, evlere şenlik. Sanki bir köpeği, kediyi, ya da bütün hayvanları koruyabilmek sevebilmek için “imaj” artıları mecburiyet oldu.

Bir yere kadar gerekli ve iyi de olur anlaşılabilir bir şey bu. Tabi bir de ifrat durumu var ki; yaşanan şey işte buna yaklaşıyor.

Canı gibi sevdiği köpeklerini görevliler alıp ite kaka götürmesin diye arabaların önüne atlayanlar, hiç kimseye aldırmadan sarılıp onları vermeyenler vardı.

Halâ yakındaki civar çöplüklerinde saatlerce köpeklerini arayan insanlar biliyorum. Hatta bulup getirenler, sevinçten ağlayanlar...

Ne zaman ki eğitimli, beyaz yakalı batı özentili 'hayvan seviciler' ortaya çıktı hayvanların felaketi de hızlanmaya başladı. Kısırlaştırmalar, astronomik veterinerlik hizmetleri, sürekli dönmesi gereken reklam çarkları eşliğinde, imajını beğenmedikleri hayvan dostlarının üstüne basa basa yürümeyi pek sevdiler. Adının önünde titri olmayan, üç beş dil bilmeyen hayvan dostlarını herkesten önce bu yeni tür hayvan seviciler, ötelemeye başladı. Tüm hayvan hakları ihlallerinin sebebi sanki bu insanlarmış gibi “imajımız” diye diye ortaya çıktılar, birbirlerini de çabucak buldular. Bu pet seviciler, kenar mahalleli, eğitimsiz, kılığı bozuk, cahil, “kezban, kıro” vs. diye üzerlerine basarak geçmeye çalıştıkları insanların yüzde biri kadar bile koruma sağlayamadılar. Yani başaramadılar. Çünkü onlar strateji, uzlaşma, iyi görünme, uzun vade derken, hayvanların vadesinin yetmeyeceği ortaya dökülüverdi. Çünkü imajsızlar kadar az hesapları yoktu, ve onlar kadar samimi değildi çoğu.

Özet olarak, imaj takıntılı yeni 'pet sevicilere' rağmen (belki de onların uzlaşalım imajımız bozulmasın tavrından dolayı) hayvanlara yönelik katliam her gün boyut atlayarak artıyor. Çünkü direk samimi talepleri olan ve –onlara göre kötü imajlı olanlar- gibi doğrudan “yaşayacaklar, verin hayvanlarımızı", ya da "vermeyiz hayvanlarımızı” diyen tarzları yok. Toplantılar toplantılar toplantılar. Sonuç çıkmayan konuşmalar, yazılar, tonla evrak çöplüğü.

Demem o ki hangimiz hangi gruba yakınız veya dahiliz bilmem ama, imaj kaygısını bu camiaya kim iliştirdiyse imajsız kalsın ne diyeyim!

O 'deli kadınlar', o kavgacı adamlar bir tek hayvanlarının bile ölüsünü toplamıyordu sokağından. Topluyorsa da sonuna kadar hesabını soruyordu. Şimdi şehir sokaklarından toplamakla baş edemiyoruz ve fakat ne önemi var; meslek sahibiyiz, imajımız var, efendiyiz ya, yaşasın hayvan hakları..

Bir filmden etkileyici bir cümle ile bitirmek isterim bu tatsız yazıyı; “sistem baş etmekte zorlanacağı mücadele gruplarına karşı, kendi gruplarını yaratır, isimlendirir ve onları gerçek mücadelecilerle kendi arasına koyar”. Nokta.

Hülya Yalçın, 20 Mayıs 2013, Sesonline.net
 

Monday, May 20, 2013

ÖNCE ŞİİR VARDI


 

Musa AKAR

  Kadim zamanlarda şiirsel olanın tözü mitsel olandı. Klanın her bir üyesi kendini doğanın ve doğaüstü olanın bir parçası olarak görüyordu. Kamp ateşinin etrafında toplanan klan üyelerine evren ve evrenin kökleriyle özdeş saydıkları kendi soylarının geçmiş zamanlarını şiirsel bir dil ile anlatan kahin, aynı zamanda ozandı, tarihçiydi, biraz da terapisti. Anlatı aracılığıyla, geçici bir zaman dilimi içinde de olsa, kendi varlığını evrenin içinde eriten insan; şiirsel olana, oluşun gizini açıkladığı sürece ayinsel bir tutkuyla bağlıydı.
Kadim zamanlarda şiir ile din, bilim ile büyü, şarkı ile dans aynı şeylerdi. Sanatların ayrışması, kümelerin oluşması, insan soyunun neolitik köyleri terk edip, tarım toplumlarının yerleşim biçimi olan kentleri oluşturmalarıyla birlikte başladı. bilgi de kendi içinde ayrıştı. Şair ile din adamı, bilimci ile büyücü, şarkıcı ile dansçı da birbirlerinden ayrı mesleklerin üstatları olarak ayrıştılar.
Yazının icadıyla birlikte söz şiirsel etkisini yitirdi. Çünkü sözün büyüsel etkisi ortadan kalktı. Söz kendisi anlamın içinde eridi. Anlam da işlevsel bir bilgi türü olarak toplumsal olanla özdeş düşünülmeye başlandı. Sözün kaos ile uyum arasındaki gelgitlerin, bir üst sentezi olan şiir, sözcüklerin yapı-bozumları temelinde icra edilen bir episteme etkinliğine dönüştü. Şiirin öyküsü sadece şairinde kaldı. Şiir okuyucuya bir kaos olarak döndü. Şairin kozmosu okuyucu için artık kaostur.
Kadim zamanlarda şairler evrenle konuşurlardı. Şairin dili evrenin diliydi. Modern zamanların şairi kentlerin kaldırımlarına, karanlık bulvarlarına, neon lambalarının aldatıcı renklerine sesleniyor. Bizim zamanlarımızın şairi için, gizil olan evrenin yapısında değil, insanın teknik olarak bilgisini edindiği ve kendisi tarafından yapılan nesnelerin ve varlıkların yalın gerçekliklerinden koparılarak insan bilincinde anlam bağlamında dönüştürüp mitleştirilmesinde aranmaktadır. Çağımızın insanı kendi yaptığı putlara övgüler düzerek, şiirsel olanı evrenden koparmıştır. Bu yapay bir evrendir ve kendine özgü bir dili yoktur. Çünkü ruhu yoktur. Dil ruhun içinden çıkıp gelir. Bugün şairlerin dili, konuşan evrenin dili değildir, şair kendi yarattığı putlarla konuşmaktadır. “Yirminci yüzyılda mitsel konuşmacı ve gizemli sesler yitip gitti” der O. Paz ( 45). Çünkü yirminci yüzyılın şairi teknolojiye öykünür ve şiirini teknolojinin bilgisi ile yazar. Oysa şairler bir zamanlar doğanın kendisinde kendisi için var olduğunu düşündükleri yasaların gizi için şiir yazarlardı.
Ahti Atik “başlangıçta söz vardı” der. İslam tasavvufçuları da “iptida kelam vardı” derler. Aslında başlangıçta var olan söz şiirdi. Kendi oluşunun ilkesi üzerine düşünen bir varlık olarak insan, kendi insanlık durumlarını anlamlandırmak için söze gereksinim duydu. Hiç bir estetik kaygı gütmeden evrenle kendisi arasındaki bakışımdan yola çıkan insan; evrendeki uyum, ritim ve ölçüden hareketle şiirsel olanı yakaladı. Sözün etkisi ve kalıcılığı da evrenin etkisi ve sonsuz kalıcılığı gibi sözün içindeki uyum, ritim ve ölçüde saklıydı. Dinin, büyünün ve hatta yasaların biricik aktarıcısı şiirdi.
İnsanın, sözün büyüsel etkisine bağlılığı Mısırlılardan bu yana bilinen bir durumdur. Ölümü yücelten Mısırlı ozan sözün şiir olarak yarattığı büyüsel etkiye inanır. Sümerliler kozmonolojilerini ve oluşa dair ilgilerini bilgi olarak aktarmak için sözün şiirsel kullanımından yararlanırlar. Tüm mitolojik anlatılar şiirseldir. Tarihin en trajik savaşı olan Troya savaşını Homeros ve Homeros geleneğinin ozanlarından öğreniriz. Kutsal kitapların dili kullanımı da şiirseldir. Çünkü, yazıyla kayıt altına alınmadan önce kutsal kitaplar da söz olarak vardılar. Sözün etkisi taşıdığı anlamla ilintilidir; anlamı, insanların duygu dünyalarında ve bilinçlerinde paylaşmaya değer bir olgu haline getiren de, anlatanın anlatı yetisiyle ilintilidir. Anlatının etkili olması için, sözün iç uyumuyla, evrendeki sonsuz akışın ritim olarak bakışımlı olması zorunludur. Başka türlü anlatıda şiirsel olanı yakalamak olanaksızdı.
Bu durum çağımızda retorik olarak düşünülüyor. Retorik şiir değildir. Şiirsel olanı kullanır ama kendisi şiire karşı işler. Retorik sahte bir şiirselliğin peşindedir. Sözcüklerle oynaması retorikçinin şiirsel yetisinin göstergesi değildir. Sözcükteki anlam kaymaları, ironi ve metafor da retorikçide şiirsel olanı kullanma kaygısındandır. Çünkü retorikçi inandırmanın peşindedir. Şairin inandırma, öğretme ve açıklama yapmak gibi bir kaygısı yoktur.
Platon şiirsel olanla retorik arasındaki bu ayrımı bilmiyordu. Grek şiirinin temelinde mimesis vardır. Mimesisi Platon, var olan nesneleri ve varlıkları taklit etme sanatı olarak düşünür. Mimesis, Platon’da doksanın alanıdır. Bir bakıma nesne ile sanat arasında varlığın kopyasının taklidi olarak düşünülür. Bu bağlamda Platon’a göre, nesneler dünyası kendisi idealar dünyasındaki asıllarının kopyaları oldukları için, sanatsal etkinlik, kopyanın kopyasıdır. O halde doksa da değildir. Bundan dolayı Platon için, şair bir sofisttir ve sofist de retorikçidir. İon adlı Diyalogunda, Efesli ozan İon’a bunu itiraf ettirir. “Ben anlattıkça onlar da benim gibi ağlar, yahut öfkeyle bakar veya titrerler. Ben sahnedeyken onların gösterdikleri tepkileri göz önünde tutmam yüzde yüz gereklidir. Çünkü, onları ağlatırsam kazancım yüksek olur, ben gülerim; yok gülmeye başlarlarsa bizim ücret hapı yuttuğu için bana ağlamak düşer” (Platon, 1, 269, 335e).
Şenliklerde Homeros ve Hesiodos’un destanlarını okuyan ozanlar, sözün büyüsüne önce kendileri inanıyorlar. Antik tiyatroların o büyüleyici atmosferlerinde izleyicileri kendinden geçirip bambaşka bir ruhsallığın içine çeken ozanların en etkili aracıdır mimesis. Grek şiirinde anlam, şiirin kendisine aşkındır. Aşkınlık, ozanın sözü kullanma yetisiyle birleştirdiği mimesis aracılığıyla dinleyiciyi de kendine çeker. Bu nedenle ozan mesleğini eylerken ussal olmaz ve olmamalıdır. Platon için ozanlık mesleğinin değersizliği de bundandır.
Ama Platon öncesinin mitolojik anlatıcıları için mimesis doğaya öykünme, doğadaki uyum ve güzelliği söz aracılığıyla taklit etme sanatıydı. Bu sanatın yaşantılarda işlevsel bir değeri vardı. Çünkü, mimesis aracılığıyla ozan sözün etkileyici gücünü kullanarak, anlatının her aşamasında doğadaki anlamın anlamını tekrar üretiyordu.
Aklı, evrenin yapısında bir olanak olarak düşünen Sokrates öncesinin filozofları, insanla evren arasında kurdukları simetri aracılığıyla doğayla insanı barışık tutuyorlardı. İnsanın doğaya karşı bir savaşımı yoktu. İnsan doğayı anlamaya çalışırken, doğanın kendine çektirdiği acıları da yapıda var olan evrensel aklın (logos) kader olarak kendine oynadığı bir oyun olarak düşünüyordu. “Evren sürekli karıştırılması gereken bir çömlektir” diyen Herakleitos, doğayla insan arasındaki ilişkide olup bitenlerden hareket ederek, doğaya bir ereksellik yüklemenin yanlışlığına dikkat çekiyordu. Evrende olup biten her şey çocuğun kendisiyle oynadığı oyun gibidir. Çocuk kumdan tepecikler yapar, yaparken hiç bir erek gütmez, sonrada aynı şenlikli tutkuyla yaptığı tepecikleri yıkar, yıkarken de bir amaç gütmez. Doğa-insan ilişkisini de böyle düşünür Herakleitos. Doğa insana bahşederken ereksel değildir, insanlık için yıkım olanları yaparken de ereksel değildir. Bu evrenin yapısında var olan yasanın işleyişinin gereğidir. Yasa herkes için aynıdır. Yasa adalet ve adaletsizliğin üstündedir. Evrenin yapısında var olan yasanın işleyişi sonucu olup biten her şey, biz insanlarda insanlık durumları olarak görüngüye çıkar. Şiirsel olanın konusudur bu. Şairin bu dünyada kendisi için şiir olanı seçme özgürlüğü yoktur. Aslında o çağın şairinin böyle bir özgürlük anlayışı da yoktur. Bizim çağımızda şair, kendisi için şiir olanı seçme özgürlüğüne sahiptir. Günümüzde şairin bireyselliği zorunluluk gibi gösterilir. Modern çağın şairi şiirinde “benini” ortaya koyar, bu şairi uyumsuz kılar. Çağımızın şairi uyumsuz olduğu sürece yaratıcıdır. Çünkü çağımızın insanı, evrenle arasındaki simetriyi(bakışımı) ortadan kaldırmıştır. Çağımızda uyumsuz olan yalnız şair değildir, insan kendisi uyumsuzdur. Neden uyumsuzdur insan?
Bilim ve din, şiirsel olanın alanını daralttı. Bilim, insanın evrenle kurduğu simetriyi ortadan kaldırırken; din de, insanın evrenle olan barışıklığı durumuna son vererek, evrenin yasalarının insana karşı işlediği ve buna da insanın günahkar bir varlık olmasının yol açtığını inancını kökleştirdi. İnsan, evren karşısında sakatlanmış bir varlık konumuna indirgendi. Varlıkların anlamlarını tekeline alan bilim ve din, evrende var olan her şeyi tikelleştirdi. Şairin, varlıkların anlamları üzerinde, dil aracılığıyla oynamasının olanaklarını ortadan kaldırdı. Çocuğun kendisiyle oynadığı erksellik dışı oyunu yasakladı. Sürekli akıp giden, canlı, kıpır kıpır bir evrenin yerini, kaskatı dondurulmuş ve oluşun neden ve nasılları matematiksel göstergeler ya da tanrısal açıklamalarla kesinlikler olarak belirlenmiş bir evrende, şiirsel olanın alanı kaçınılmaz olarak daralmıştır. İniş ve çıkışların, gelgitlerin, oluşunun ilkesi kendinden, kendisi için var olan o devasa akışın dondurulduğu bir evrende, sözün, söylem bağlamında var olan ritmik yapısının gelgitlerinin yerini, dondurulmuş kavramsal kesinlikler almıştır. Dondurulmuş kavramsal kesinlikler şiirsel olanın celladıdır. Bu yargıların, şiirin ussal olup olmaması durumuyla bir ilintisi yoktur. Şiir zaten doğası gereği mantıksal olarak ussal değildir. Ama, duygulara seslenmesi ve sözün gösterdiğinin ötesinde gizil olarak var olanı açığa çıkararak, insanlık durumlarının perdesini aralaması bağlamında, kolektif bir ussallığa da tümüyle yabancı değildir.
Şair şeylerle ilgilenir, ama şairin ilgisi şeyleri olumlamak ya da olumsuz(la)manın ötesindedir. Bu nedenle şairi doğruluk ve yanlışlıkların dışındadır. Platon, her şeyi doğru yanlış, olumlu olumsuz karşıtlıkları içinde anlamaya çalıştığı için şairleri yalancı görür.
Sözcüklerin iç yapılarında, dış dünyada gösterdikleri şeylerin ötesine taşan bir duygu alanı vardır. İnsanın, sözün kendisinde, şiirsel bir ritmin varlığını duyumsaması bu duygu alanına nüfuz edebilmesine bağlıdır.
Eski çağların ozanları şiirlerini kendileriyle birlikte taşırlardı. Sözün şiirsel etkisi ozanın varlığına bağlıydı. Modern çağın ozanı (belki de yazının bulunmasıyla birlikte bu böyledir) şiiri sadece yaratır; ama, onu bir kez yarattıktan sonra şiirsel metin artık şairinden ayrılır. Şiir toplumun ortak aklının ya da duygusunun eline geçmiştir. Şiir, şairini terk ettiği için, her okunuşunda şairi tarafından yeniden yaratılma olanağını da yitirmiştir.
Çağlar kendilerinin ürettikleri nosyonlarıyla zamanda katagorize edilirler. Kuşaklar da ürettikleri özgün değerlerle tarihsel olanın içinde yerlerini alırlar. Şiir bütün çağlara damgasını vuran temel insanlık yaratısıdır. Her çağın kalıcı şiiri ve büyük şairleri vardır. Şiir insanlık durumlarını anlatan bir etkinlik biçimi olarak, geçmiş zamanların içinden akıp gelirken her çağın yaratı biçimi bu büyük ırmağı besleyen kollar olarak ona katılır. Bu bağlamda modern çağda büyük şairler ve kalıcı şiir yok demek bir yanılsamadır. Bu yargı, geçmişin bütün zamanlarında, kopuş dönemlerinin kuşakları için söylenmiştir. Her kuşak kendinden öncekileri izler, ama onu dönüştürmekten, yeniden yoğurup harmanlamaktan da vazgeçmez. Bu nostaljidir ve nostalji de insanın tarihselliği ile ilgili bir durumdur.
Modern çağda şiirin içinde bulunduğu sıkıntı, şiirin ölüyor olması ya da şiirsel olanın insanlık durumlarını açıklamada yetersiz kalması gibi bir durum değildir. Şiirsel olan, evren içeri olan insanın kendisidir. Bu bağlamda şiir var olmaya devam edecektir. Sorun, yaşadığımız çağın değerlerinden kaynaklanmaktadır. Çağın değerleri insanın karşı karşıya kaldığı temel insanlık durumlarını sakatlayan düşünsel iklimi değiştirmekte yetersiz kalıyor. Bilim ve bilimin iktidarla olan flörtü, çağın düşünsel ikliminin baskın özelliğidir. Modern çağda iktidarlar tarafından kontrol edilen bilim, dokunduğu her şeyi altına çeviren Midas’ın yaşadığı trajediye benzer bir trajik konumun içine itmiştir insanlığı. Bilim de dokunduğu her şeyi metalaştırmaktadır. Midas, yaşadığı trajedinin ayrımındaydı ve yitirdiği insanlık durumunun acısını içinde duyuyordu. İktidar alanlarını sürekli kılmanın aracı olarak işlev gören bilimin, gösteriye dönüştürdüğü bütün değerler modern çağın insanını şenliksiz bıraktı. Şenliksiz kalan insanın şiirsel olana yatkınlıkları körelirken, gösterinin albenisi kapılarak, yaşadığı trajedinin acısını da duyumsamaz duruma geldi. Bu çağda da şiir var olmaya devam ediyor; ama, şiirin problemleri geçmiş zamanlarda yaşadığı problemlerden daha karmaşıktır.
Kadim zamanlarda, şairin şiirinin içeriği ne olursa olsun anlatı nesnel olana dairdi. Şair kendisi şiirinin içinde yoktu. Homeros, İlyada ve Odysseia’da, olup bitenleri anlatır, ama anlatının içinde kendisi yoktur. Parmenides mitolojinin kavramlarını dönüştürerek şiirsel olanla felsefi problemleri açıklamaya çalışır; ama, kendisini anlatmaz. Pekiyi o çağın şiirinin öznesi yok(mu)dur? Öznesiz şiir olmayacağına göre elbette vardı. Özne şairin kendisi değildi, ötekiydi. Ötekine ait insanlık durumlarıydı şiirin anlatısı.
Hiristiyanlık şiirin özünü değiştirdi. Hiristiyan şiirinde, şairin kendisi şiirinin öznesi oldu. Şiir insanlık durumlarını anlatmaya devam etti. Artık ötekinin sesi olarak değil, şairin kendi sesi olarak bize insanlık durumlarını anlatıyordu. Hiristiyan düşüncesiyle birlikte, şiirin içinden seslenen artık kutlu insanlık değildi, günahkar insandı. İlahi Komediya da cehenneme yolculuk yapan günahkar Dante’nin kendisidir. Gılgamışta bilinmeyen evrenlere yolculuklar yapan bir şairdir. Bu yolculuklarında ölüler dünyasında insanların çektiği acıları anlatır. Ölümsüzlüğü arar. Ama kendisi için değildir uğraşısı. İnsanlık içindir. Çünkü Gılgamış bir kahramandır. Oysa Dante lanetlenmiş bir günahkardır. Şairi, şiirin öznesi yapan Hiristiyan düşüncesi, eski çağın yücelttiği insanlık durumlarını lanetlemiştir. Eski çağlarda şiirin öznesini öteki olarak kuran şair, hiristiyan değerlerine bağlı olan Dante aracılığıyla, şiirde Ben(i) ortaya çıkarmıştır. Sümerli bir şair için aşk erotizmle aynı şeydi. Gerçek aşk erotizmin içinde eriyip gitmekti. Bu sadece insanlık için böyle değildi, evrenin köklerinde de erotizm vardı; evrendeki akışın sürekliğine yol veren yasa da, erotizmin yasasıydı. Doğada zamanın döngüsel işleyişi, ne Sümerliler, ne de Sokrates öncesinin Yunanlıları için fizik yasaları olarak düşünülmedi. Fiziksel zamanın mevsimsel döngüleri içinde, doğada gerçekleşen oluş ve yok oluş süreci ile, insanın mikroevreninde gerçekleşen oluş ve yok oluş durumları benzer yasaları içermekteydi.
Eski çağın insanının döngüsel zaman bilinci, aynı olanların periyodik olarak tekrarlandığı bu evrende, oluş ve yok oluşun gelgitlerinin sesiz sesini sezgisel olarak duyumsayabileceğine olan inancı da pekiştirdi. Çünkü, bilgiden anladıkları, olgu üzerine akıl yürütmenin yol ve yöntemlerini edinmek değildi; bilgi onlar için, evrenin yapısında sakladığı gizilliğin perdesini aralamaktı. Bu bağlamda da, bilginin değil bilgeliğin peşindeydiler. Döngünün sonsuz tekrarı içinde başlangıç ve son aynı şeydi. Bu bağlamda oluş ve yok oluş, yaşam ve ölüm, iyi ve kötü, güzel ve çirkin aynı şeydi. Evrenin yapısında sakladığı gizilliğin perdesini aralayan bilge, tanrısal yetilerle donatılmış sayılırdı. Çünkü bu gizilliği tanrılar biliyorlardı. Erki aralarında paylaşan insanbiçimli (antropomorfik) tanrılar hem insani-toplumsal alanda, hem de doğadaki oluşa yol veren yasaların gizlerinin bilgisini kendi aralarında paylaşmışlardı. Yunan mitolojisinde, tanrıların yapıp ettikleri aslında insanın yapabileceklerinin sınırıdır. Prometheus bir tanrıdır, çektiği acılar insani acılardır; ama, insan soyundan olan hiç bir varlık Promethous’un çektiği acıya katlanamaz. İnsan soyundan olan hiç bir aşık Eros kadar tutkuyla sevemez. Hiç kimse Zeus kadar iyi ve kötü olamaz. Tanrılar aleminin tüm paradoksları, insani-toplumsal alandaki paradoksların izdüşümleridir. Zeus’a başkaldıran Prometheus’un kaderi aslında şairin kaderidir. Prometheus, insanın insan olma kavgasının bedelini öder. Şair, bütün çağların Prometheus’u dur. İnsanlık durumlarının anlatıcısı olan şairin, bağışladığı ateş, sözdür. Söz de ateş gibi yakıcıdır, aydınlatıcıdır, baştan çıkarıcıdır.
Şenlikli bir çağ olan mitolojik dönemde, insan, yaşamı bir şölene dönüştürüp şiirsel olanı şölen içinde tüketirken, aslında yeniden üretiyordu. Çünkü, yaşamın bir şölen olduğunu, onlar, tanrılardan öğreniyorlardı. Olympos’un tanrıları şölenler düzenleyip şiirsel olanla esriyorlarsa bu yaşamın gereğiydi. Tanrılar için yaşamaya değer olan bu evren, neden insan için de aynı olmasın. Şiir, mitolojik bir anlatı türü olarak bu insanlık durumlarını yüceltiyordu. Oluş ve yok oluş arasındaki kısacık an(da), insanın elinden kaderini yaşamaktan öte bir şey gelmez. İnsan kaderine egemen değildir. Ama, kaderin kendisine sunduğunu da lanetlemez.
Hiristiyanlık insanı köken olarak günahla özdeş tuttuğu için, yazgısını da tanrının hükümlerine bağladı. İnsanın sonlu dünyasında olup bitenler, kader olmadığı gibi; insan sorumluydu da. Yaşam, kökenindeki günahın bedelini ödetmek için, tanrının insana yüklediği bir dizi sorumluluklar toplamıydı. Dante’nin cehenneme yolculuğu, günahkar insanın, yaşamı karşısında yetirdiği şenlik duygusunun trajik bir anlatısıdır. Şenlik duygusuyla, yaşamı bir esrime, kendinden geçme ve coşku olarak algılayıp yaşayan mitolojik çağın insanının yerini; hiristiyanlıkla birlikte, kaygıların, endişelerin ve korkuların girdabında bunalarak, dünya-içeriliğini ilk günaha kurban eden ve bu günahının bedelini ödetmek için, yaşamın, kendisine, tanrının bir kayrası olarak verildiğine inanan insan aldı.
Ama ne olursa olsun, şenlik duygusunu yitirmiş de olsa, Orta Çağın insanı için sonluluk karşısında sığınacak bir adacık vardı. Sonluluğun ötesini insan bildiğine inanıyordu. Modern çağın insanının, yaşam karşısındaki konumu çok daha trajik bir durum arz ediyor. Modern çağın bilimleri, evrenin sonsuzluğuna olan inancı da, dünya merkezli bir evren inancını da silip süpürdü. Çağımızda, uzayın sonsuzluğunda sonsuz sayıda evrenlerin varolabileceğine duyulan inanç, hem Antik Çağın, Hem de Orta Çağın mitlerini ortadan kaldırdı. Ne Dante’nin cennet ve cehenneminin gizemi kaldı, ne de Homerosun bilinmeyen mekanlarının bilinmeyen masal kahramanlarının. İmgenin alanı daraldı. Ritmik olanın yerini geometrik olan, Sözün yerini de matematiksel göstergeler aldı. Yasa, evrenin yapısında saklı bir giz olmaktan çıktı. Evrendeki oluşun yasaları, laboratuvarların ve bilim araştırma merkezlerinin yapay olarak oluşturulmuş benzer ortamlarında ölçülüp biçilerek ortaya çıkarılmış kesinlikler olarak formüle edildi. Bilim, sonsuzluk sonrasında insanı boşlukta bıraktı. Çünkü, şiirsel olanın alanını daralttı. Bilimin, sebep sonuç ilişkileri içinde bir birine bağlı bir nesneler düzeneği haline getirdiği evrenin canlı özü, modern çağın insanı için bir anlam taşımıyor. Evrendeki kıpırtıyı ve varlıkların ritmik hareketlerini sezinleme yetisi körelen insan, evrenin diline de yabancılaştı. Bir zamanlar, şiirsel olan kaynağını evrenin dilinden alıyordu. Söz ile evrenin dili arasındaki bakışım, insanlık durumlarının anlatısı olarak geri dönüyordu. Hüzün ve mutluluktu bu, evrenin sonsuzluğu içinde kendini arayan insanın melankolisiydi; aşk ve nefretti, ölümdü ve ölümü hiçleyen kahramanların kadere teslim oluş biçimiydi. Bilgeliğe duyulan aşkın ve nefretin sesiydi. Erotizmin sesiydi. Kısacası yaşadığımız andı ve anın geçmişten sökün edip gelen biçimiydi. Gelecek idelerinin an da yeşermesiydi. Şair de bu insanlık durumlarının anlatıcısıydı. Paz, bunu şu çarpıcı cümleyle dile getirir. “Şairler tutkuların ne olduğunu bilmemize ve böylece kendimizi bilmemize yardımcı olurlar” (age, 97)
Çağımızda, estetik duyarlılıklar ve sanatsal deha, iktidar-piyasa ilişkisinin sarmalı içinde boğulmaktadır. Piyasa, estetik dehayı ve şiirsel duyarlılığı metanın mitleştirilmesinin bir yöntemi olarak kullanmaktadır. Piyasa, metaların fiyatları hakkında şaşmaz bir kesinliğe sahiptir. Ama, değerler hakkında hiç bir bilgiye sahip değildir. Sanatın, salt estetik değeri onu ilgilendirmez. Yapıt, piyasayı, meta olması bağlamında ilgilendirir. Alanı ne kadar daraltılırsa daraltılsın, bu piyasa-iktidar sarmalının dışında, kendine özerk bir alan yaratabilen gene de yalnızca şiirdir. Çünkü, şiir özü gereği meta olmaya uygun değildir. Gerçek şiir, yani insanlık durumlarıyla uygunluk taşıyan bir anlatı türü olarak şiir, kendini bu kirlenmeden koruyabilmektedir. İdeologlar ve demagoglar, şiirsellik bağlamında, sözü retoriklerinin aracı olarak kullanmak isteseler de; gerçek şiir, kendisini bunlara karşı koruyabilir. Şairin, şiir için elindeki biricik malzeme sözdür. Söz, durağan, statik ve ölçülebilir bir şey değildir. Söz akıp giden ırmaktır, gökyüzünde gezinen buluttur, söz şairin her dokunuşunda bir başka renk alır ve bir başka ışık olur. Şiirsel anlatı, metalaşmaya doğası gereği uygun değildir. Plastik sanatlar yada öteki yazın türleri nesneleşir, dondurulur ve geometrik uzamlar içine hapsedilebilir. Ama şiir, doğası gereği buna uygun değildir. Şiir, akıp giden su gibidir, kendi yatağını kendisi bulur. Dondurulamaz, saklanamaz ve spekülatif amaçlar için biriktirilemez. Şiir ortalığa saçılır ve kendisini yalnız kendisi ortadan kaldırır.
Gerçek şiir, belki bir şeydir, ama hiç bir getiri(si) olmayan bir şeydir. Şiir saf değerdir. Değer ise fiyatla ilgili bir kavram değildir. Değer, insanın insan olarak kendi varoluşunu anlamlı kılan erdemler toplamıdır. Şiirsel olan insanın erdemli yönüdür. İnsan, şiirsel olan aracılığıyla, kendini günahkar bir varlık olarak anlatırken de, kahramanlık çağının yarı tanrı insanlarının soyluluğunu öyküleştirirken de insanlık durumlarını anlatır. Şiir, yalın insanın ne olduğunu anlattığı için her durumda erdemli olandır. Çünkü, insanlık durumu dediğimiz yetiler, iyinin ve kötünün ötesinde, insanın, salt insan olma yetileriyle ilgili durumlarıdır. Şiir, çağların içinden kesintisiz olarak akıp gelebiliyorsa bu yüzdendir. Şiirin görevi: “Yeni düşünceler sağlamak değil ama yüzyıllardır müzmin olarak unutulanları duyurmaktır. Şiir bellektir imge olur ve imge ses olur. Öteki ses mezarın ötesinden gelen ses değildir: İnsanlığın kalplerinin kalbinde derin uykuda olan insandır. Bin yaşındadır ve sizin ve benim kadar yaşlıdır ve henüz doğmamıştır. O büyükbabamızdır, kardeşimizdir, torunlarımızdır” (Paz. O,145).


Saturday, May 18, 2013

Orhan Veli’nin “Sere Serpe” aşkı

Ömer Turan
Bella, odasında yatağına uzanmış ders çalışıyordu. Orhan Veli, kapıdan uzun uzun genç kızı seyrettikten sonra salonun köşesindeki küçük masaya oturur ve cebinden çıkardığı kâğıda bir şeyler karalayıp yeniden odaya yönelir. Kâğıdı Bella’ya uzatır ve ” bu şiiri sana yazdım” der.
Uzanıp yatıvermiş, sere serpe;
Entarisi sıyrılmış, hafiften;
Kolunu kaldırmış, koltuğu görünüyor;
Bir eliyle de göğsünü tutmuş.
İçinde kötülüğü yok, biliyorum;
Yok, benim de yok ama…
Olmaz ki!
Böyle de yatılmaz ki!
Bu olay 1946 yılında; Ankara’da, Sabahattin Eyüboğlu’nun evinde geçmiştir.
Bella Ezkenazi, 1940'lı yıllarda Milli Eğitim Eski Bakanı Hasan Âli Yücel tarafından başlatılan dünya klasiklerinin Türkçeye çevrilmesi projesinde görev alan çevirmen ve gazeteci Erol Güney’in baldızı. Orhan Veli ile Erol Güney’in tanışıklığı üniversite yıllarında başlar. Arkadaşlıkları Tercüme Bürosu’nda birlikte çalışırken sıkı bir dostluğa dönüşür. Bella da o yıllarda sık sık Ankara’ya, eniştesinin yanına gelir. Orhan Veli ile Bella’nın arkadaşlıkları da bu yıllarda gelişir.
Orhan Veli’nin hiçbir zaman açılamadığı ama birçok şiirine özne olan Bella, o yıllarda İstanbul Kız Lisesi’ne gitmektedir. Yine Ankara’ya gittiği bir gün Sabahattin Eyüboğlu kardeşi Mualla Eyüboğlu’ndan, Bella’yı Hasanoğlan Köy Enstitüsü’ne götürmesini ister. Hasanoğlan’nın ortamına ve eğitimine hayran kalan Bella dönüşte Sabahattin Eyüboğlu’na; “Sabahattin Bey beni oraya hoca yapar mısınız, para da istemem. Üç dili de öğreteceğim” der. Bunun üzerine Sabahattin Eyüboğlu, Bella’yı İsmail Hakkı Tonguç’la görüştürür. Bella’nın Yahudi kökenli olması nedeniyle sorumluluk alma konusunda ikileme düşen Tonguç, durumu İsmet Paşa’ya ileteceğini kabul ederse eğitmenliğe başlayabileceğini söyler. İsmet Paşa’nın“olur” yanıtıyla Bella, liseyi bitiremediği için eğitmen kadrosu ile değil de kütüphaneci olarak Hasanoğlan’da göreve başlar. İngilizce, Almanca ve Fransızca dil eğitmenliğinin yanında jimnastik derslerine de girer.
Orhan Veli’nin düşesi Bella, yaklaşık üç yıl çalışır Hasanoğlan’da. Yeni müdürün gelmesiyle birlikte Yahudi kökenli olması sorun olur ve meclis gündemine kadar taşınır. 1948’de Bella Ezkenazi’nin eğitmenliği son bulur.
bella.jpg
Bella, Beşiktaş Belediyesi’nin B+ Dergisi’ne verdiği bir röportajında Orhan Veli için şunları söyler: “Ben Orhan’ı çok severdim. Çok takdir ederdim. Hayran olunacak çok tarafı vardı. Mesela çok güzel Fransızca biliyordu. Orhan’ın Fransızca konuştuğunu kimse duymamıştır. Bayılırdı insanların kendine hayran olmasına. Güzel de resim yapardı.
Şimdiler de İstanbul Bebek’te yaşamını sürdüren Bella, 90 yaşında ve görme zorluğu çektiği halde hiçbir diziyi kaçırmadığını, arada kitap okuduğunu da belirtiyor röportajında. Melih Cevdet Anday, Oktay Rıfat, Sabahattin Ali, Necati Cumalı, Sabahattin –Bedri Rahmi Eyüboğlu kardeşler gibi dönemin entelektüel çevresiyle olan sıkı dostluklarını anlatıyor. Sabahattin Eyüboğlu’nun Ankara’daki evinde arkadaşlarıyla oynadığı briçten, Sabahattin Ali’nin kaçıp kaçmamaktaki kararsızlığını onunla paylaşmasına, Melih Cevdet’le Daphne du Maurier’in bir filmine birlikte gittiklerini ve sonrasında bir yerde kahve içtiklerine kadar birçok anı ve belge sunuyor Bella.
“Bu mektubun bütün cümleleri tesadüfen, B ile başladı. Belki de Bella B ile başladığı için” diyor Orhan Veli; Bella’ya yazdığı tarihsiz bir mektubunda. Mektup, Orhan Veli’nin yaşamında nelerin önemli olduğunun da bir özetidir aslında…
Bella,
Bir gazeteci evinde mürekkep bulunamadı. Bu yüzden mektubumu kurşun kalemle yazmak zorunda kaldım, özür dilerim. Benim hakkımda İstanbul gazetesinde çıkan yazıdan dolayı yazdıklarınıza teşekkür ederim. Bununla beraber beni daha evvel yazılmış yazılardan daha iyi tanımak mümkündü. Burada, Seza geldiğinden beri, çok güzel vakit geçiriyoruz. Birkaç defa, Ralfi’ye, Lüküs Hayat operetinden parçalar söyledim. Bugün de o parçaları tekrar ettim. Benden, bilhassa bu noktayı yazmamı isteyen Seza’dır. Bu hafta Ankara’da at yarışları başlıyor. Belki de kazanırız. Benimle ortaksınız. Bir vurgun vurursak haber veririm.
Orhan Veli