Erdoğan Özmen
(11.05.2013)
(11.05.2013)
Dilan Alp için
Gazetelerde gördüm resmini Dilan’ın. İncecik, upuzun bir bahar dalı
gibi. Gülümsüyor, ama azıcık geri çekilmiş. Sureti sahnenin tamamını
kapatsın istememiş sanki. İzlendiği duygusuyla utanmış besbelli, diyesi
geliyor insanın. Gösterişe, imaja, görünüşe boğulmuş bir zamanda bile
sırası bir an önce geçsin istemiş. Sıcacık, ışıl ışıl bize bakıyor.
Küçük çocukların sesini ve neşesini andıran bir şey var bakışında.
Üstünde çiçek çiçek, allı morlu bir elbise olmalı diye geçiriyorum
aklımdan. Yine de o fazlalık taşmış işte küçücük kareden. Bu dünyanın
asıl kökünü anlatan, en saf ve kadim bilgiyi daha 17 yaşındayken
öğrenmiş olmanın fazlalığı. Büyük bir kavganın ağırlığıyla işaretlenmiş
bedeni çoktan. Bedenimiz zira, şu et ve kemik yığını dilin ve kültürün
sağladığı belirli anlamlarla karşılaşarak beden haline gelir. Derin bir
çaresizliğin, zorlukların ve yokluğun sınavından geçmiş. Bu koca
dünyada haksızlık ve “kimsesizlik” ne demek bile bile büyümüş. Kapıların
bir bir yüze kapanması nasıldır duya duya. Çocukların en çok ihtiyaç
duydukları şeyin, ana-babalarına baktıkları her seferinde güçlenmesini
umdukları temel bir inancın ve ferahlık hissinin; “dünya her şeye rağmen
güvenli ve iyi bir yerdir” sevincinin ve oradaki sükunetin bazen nasıl
eksilebildiğini, uzaklaştığını göre göre. Zaten hepsini öğreniyoruz
sonradan: Babasının 1,5 yıldan beridir Hey Tekstil direnişçisi/işçisi
olduğunu, o ailenin derdinin uzun süredir sadece ekmek olduğunu,
Dilan’ın dershane masraflarının borçla harçla karşılanabildiğini… Bunun
üstüne hiç şüphe duymuyorum: Dilan’ın bedeni o komanın da üstesinden
gelir… 1 Mayıs 2013 de kafasını parçaladılar Dilan’ın.
* * *
Daha ilk anda suratlarında beliriveren o ağır meymenetsizlik
sebepsiz değilmiş dedirtiyorlar. Dilan can çekişirken daha, ne olacak
belli değilken henüz, merhametsizlikten gerilmiş bedenleriyle tüm
sahneyi işgal ediyorlar. Hiç utanmıyorlar, o durumda bile “kanıtlar”,
sicil kayıtları vb. bulup çıkarmakla meşguller, buz gibi hoyrat ve sefil
bir edayla.. Tüm zamanların zalimleriyle soyları aynı. Taş kalplerini
hiçbir şey yumuşatamıyor. Gencecik bir kızın ölümle savaşı, acıyla
iyice yorulmuş bedeni, ana babanın tarifsiz kederi ve bekleyişi, hiçbir
şey… Bildiğimiz şu hayatı soğuk bir karanlığa gömmeye yetecek onca
şeyden sonra bile hiç üzüntü duymuyorlar. Saf bir kötülüğün bedene
bürünmüş hali bu olabilir ancak. Kapkara bir sevgisizliğin. Kendimizi,
sıradan hayatlarımızı düşündüğümüzde bundan daha dehşet verici, daha
ürkütücü başka ne olabilir ki: Bu canavarca insanlık durumu çünkü, bir
takım pratikler içinde, bazı alıştırmalardan geçe geçe, ezber ede ede
öğreniliyor demek ki. Bir kere daha anlıyoruz ki acımasız ve nobran bir
zihnin bu denli fütursuz bir katılık sergilemesi; yoksullar, güçsüzler
ve alttakilere karşı duyulan merhametsizliğin ve tahammülsüzlüğün her
türlü kişisel erdemi ve değeri iptal eden bir şiddete ulaşabilmesi
sağ-muhafazakarlığın saf bir güç/iktidar siyaseti olmasının en ayırıcı
vasıflarından birisidir. Yeniden anlıyoruz ki böylesine derin bir
sevgi-yokluğunu mümkün kılan şey, en temelde paranın ve soğuk
hesapların, sermayenin bencil mantığının siyaseti, o siyasete hayat
veren sağ-muhafazakar zihniyet ve düşünce dünyasıdır.
* * *
Nereye dönse, ne yapsa vaz geçemediği ve bırakamadığı şeylerin
toplamıdır insan. Onların içimizde birikmesidir varlığımızın esasını
oluşturan. Kristaller halinde içimizde çökelmesi, yer etmesidir. En
baştan bizi orada bekleyen, verili bir kimlikle, “fıtratımıza” kayıtlı
bir özle başlamayız hayata. Bedensel bir haz ve haz-yokluğu deneyiminin
ve kalıtsal olarak belirlenmiş bazı nöro-bilişsel potansiyellerin
çeperini çizdiği bir uzamı mütemadiyen genişleterek, yüce bir gayretle
adeta yoktan var ederek adım adım inşa ederiz kendimizi. Yaşadığımız
bütün ayrılıkların, kayıpların ve hüsranların yasını tutarak, onlardan
ve bozulan her ilişkiden, sevdiklerimizi inciten ve acıtan her şeyden
kendimizi de sorumlu sayarak insan oluruz. Hiç terk etmeden. Her
kayıpta, kaybettiğimiz kişi ya da şeyle özdeşleşerek. Onların gölgesini
üstümüze düşüre düşüre kurarız benliğimizi. Varlığımızın en içinde, her
birimizi vefasızlıktan ve kadir-kıymet bilmezlikten esirgeyen güçlü
bir çekirdeği muhafaza ederek. Ötekilerin/ebeveynlerimizin duygusal
aynamalarını ve iç dünyamızda olan biten her şey için sağladıkları
gösterenleri içimize alarak büyürüz. Teşekkür etmeyi ve minnet duymayı
ta başta öğreniriz.
* * *
Sermayenin ve iktidarın memuru olduklarından, onlara tahsis edilmiş
o konumlara yerleşmeyi kendi marifetleri sandıklarından –kısa devre
yapmış akıllarıyla- idrak edemiyorlar: Birbirimize yaslanmaktan
vazgeçeceğimizi, ana-babalarımıza sırtımızı döneceğimizi, çocuklarımızı
oracıkta, yüz üstü bırakıvereceğimizi sanıyorlar. Dilbilgileri bile
sıfır: Üstümüzde hesapsızca tepinecekler, suyumuzu sıkacaklar ya,
“kimsesizliğimizi” en somut ve kaba haliyle anlıyorlar. Hak, adalet ve
özgürlük mücadelesi, dünyaya hükmeden güç ve para ilişkilerinin
dışında, santim santim kazarak, oyukları genişleterek sürebilir ancak.
Bugün hiç hükmünde olanların, eli-kolu bağlanmışların, sesi
duyulmayanların haysiyet mücadelesinin mecazıdır kimsesizlik. Birbirine
ait olanların. İyice anlaşılsın diye, bir de şiirin diliyle; “oysa
kesinlikle yazılmıştır/her sevgi kitabında/asıl olan
açlıktır/çoğunluktadır”.