Monday, May 20, 2013

ÖNCE ŞİİR VARDI


 

Musa AKAR

  Kadim zamanlarda şiirsel olanın tözü mitsel olandı. Klanın her bir üyesi kendini doğanın ve doğaüstü olanın bir parçası olarak görüyordu. Kamp ateşinin etrafında toplanan klan üyelerine evren ve evrenin kökleriyle özdeş saydıkları kendi soylarının geçmiş zamanlarını şiirsel bir dil ile anlatan kahin, aynı zamanda ozandı, tarihçiydi, biraz da terapisti. Anlatı aracılığıyla, geçici bir zaman dilimi içinde de olsa, kendi varlığını evrenin içinde eriten insan; şiirsel olana, oluşun gizini açıkladığı sürece ayinsel bir tutkuyla bağlıydı.
Kadim zamanlarda şiir ile din, bilim ile büyü, şarkı ile dans aynı şeylerdi. Sanatların ayrışması, kümelerin oluşması, insan soyunun neolitik köyleri terk edip, tarım toplumlarının yerleşim biçimi olan kentleri oluşturmalarıyla birlikte başladı. bilgi de kendi içinde ayrıştı. Şair ile din adamı, bilimci ile büyücü, şarkıcı ile dansçı da birbirlerinden ayrı mesleklerin üstatları olarak ayrıştılar.
Yazının icadıyla birlikte söz şiirsel etkisini yitirdi. Çünkü sözün büyüsel etkisi ortadan kalktı. Söz kendisi anlamın içinde eridi. Anlam da işlevsel bir bilgi türü olarak toplumsal olanla özdeş düşünülmeye başlandı. Sözün kaos ile uyum arasındaki gelgitlerin, bir üst sentezi olan şiir, sözcüklerin yapı-bozumları temelinde icra edilen bir episteme etkinliğine dönüştü. Şiirin öyküsü sadece şairinde kaldı. Şiir okuyucuya bir kaos olarak döndü. Şairin kozmosu okuyucu için artık kaostur.
Kadim zamanlarda şairler evrenle konuşurlardı. Şairin dili evrenin diliydi. Modern zamanların şairi kentlerin kaldırımlarına, karanlık bulvarlarına, neon lambalarının aldatıcı renklerine sesleniyor. Bizim zamanlarımızın şairi için, gizil olan evrenin yapısında değil, insanın teknik olarak bilgisini edindiği ve kendisi tarafından yapılan nesnelerin ve varlıkların yalın gerçekliklerinden koparılarak insan bilincinde anlam bağlamında dönüştürüp mitleştirilmesinde aranmaktadır. Çağımızın insanı kendi yaptığı putlara övgüler düzerek, şiirsel olanı evrenden koparmıştır. Bu yapay bir evrendir ve kendine özgü bir dili yoktur. Çünkü ruhu yoktur. Dil ruhun içinden çıkıp gelir. Bugün şairlerin dili, konuşan evrenin dili değildir, şair kendi yarattığı putlarla konuşmaktadır. “Yirminci yüzyılda mitsel konuşmacı ve gizemli sesler yitip gitti” der O. Paz ( 45). Çünkü yirminci yüzyılın şairi teknolojiye öykünür ve şiirini teknolojinin bilgisi ile yazar. Oysa şairler bir zamanlar doğanın kendisinde kendisi için var olduğunu düşündükleri yasaların gizi için şiir yazarlardı.
Ahti Atik “başlangıçta söz vardı” der. İslam tasavvufçuları da “iptida kelam vardı” derler. Aslında başlangıçta var olan söz şiirdi. Kendi oluşunun ilkesi üzerine düşünen bir varlık olarak insan, kendi insanlık durumlarını anlamlandırmak için söze gereksinim duydu. Hiç bir estetik kaygı gütmeden evrenle kendisi arasındaki bakışımdan yola çıkan insan; evrendeki uyum, ritim ve ölçüden hareketle şiirsel olanı yakaladı. Sözün etkisi ve kalıcılığı da evrenin etkisi ve sonsuz kalıcılığı gibi sözün içindeki uyum, ritim ve ölçüde saklıydı. Dinin, büyünün ve hatta yasaların biricik aktarıcısı şiirdi.
İnsanın, sözün büyüsel etkisine bağlılığı Mısırlılardan bu yana bilinen bir durumdur. Ölümü yücelten Mısırlı ozan sözün şiir olarak yarattığı büyüsel etkiye inanır. Sümerliler kozmonolojilerini ve oluşa dair ilgilerini bilgi olarak aktarmak için sözün şiirsel kullanımından yararlanırlar. Tüm mitolojik anlatılar şiirseldir. Tarihin en trajik savaşı olan Troya savaşını Homeros ve Homeros geleneğinin ozanlarından öğreniriz. Kutsal kitapların dili kullanımı da şiirseldir. Çünkü, yazıyla kayıt altına alınmadan önce kutsal kitaplar da söz olarak vardılar. Sözün etkisi taşıdığı anlamla ilintilidir; anlamı, insanların duygu dünyalarında ve bilinçlerinde paylaşmaya değer bir olgu haline getiren de, anlatanın anlatı yetisiyle ilintilidir. Anlatının etkili olması için, sözün iç uyumuyla, evrendeki sonsuz akışın ritim olarak bakışımlı olması zorunludur. Başka türlü anlatıda şiirsel olanı yakalamak olanaksızdı.
Bu durum çağımızda retorik olarak düşünülüyor. Retorik şiir değildir. Şiirsel olanı kullanır ama kendisi şiire karşı işler. Retorik sahte bir şiirselliğin peşindedir. Sözcüklerle oynaması retorikçinin şiirsel yetisinin göstergesi değildir. Sözcükteki anlam kaymaları, ironi ve metafor da retorikçide şiirsel olanı kullanma kaygısındandır. Çünkü retorikçi inandırmanın peşindedir. Şairin inandırma, öğretme ve açıklama yapmak gibi bir kaygısı yoktur.
Platon şiirsel olanla retorik arasındaki bu ayrımı bilmiyordu. Grek şiirinin temelinde mimesis vardır. Mimesisi Platon, var olan nesneleri ve varlıkları taklit etme sanatı olarak düşünür. Mimesis, Platon’da doksanın alanıdır. Bir bakıma nesne ile sanat arasında varlığın kopyasının taklidi olarak düşünülür. Bu bağlamda Platon’a göre, nesneler dünyası kendisi idealar dünyasındaki asıllarının kopyaları oldukları için, sanatsal etkinlik, kopyanın kopyasıdır. O halde doksa da değildir. Bundan dolayı Platon için, şair bir sofisttir ve sofist de retorikçidir. İon adlı Diyalogunda, Efesli ozan İon’a bunu itiraf ettirir. “Ben anlattıkça onlar da benim gibi ağlar, yahut öfkeyle bakar veya titrerler. Ben sahnedeyken onların gösterdikleri tepkileri göz önünde tutmam yüzde yüz gereklidir. Çünkü, onları ağlatırsam kazancım yüksek olur, ben gülerim; yok gülmeye başlarlarsa bizim ücret hapı yuttuğu için bana ağlamak düşer” (Platon, 1, 269, 335e).
Şenliklerde Homeros ve Hesiodos’un destanlarını okuyan ozanlar, sözün büyüsüne önce kendileri inanıyorlar. Antik tiyatroların o büyüleyici atmosferlerinde izleyicileri kendinden geçirip bambaşka bir ruhsallığın içine çeken ozanların en etkili aracıdır mimesis. Grek şiirinde anlam, şiirin kendisine aşkındır. Aşkınlık, ozanın sözü kullanma yetisiyle birleştirdiği mimesis aracılığıyla dinleyiciyi de kendine çeker. Bu nedenle ozan mesleğini eylerken ussal olmaz ve olmamalıdır. Platon için ozanlık mesleğinin değersizliği de bundandır.
Ama Platon öncesinin mitolojik anlatıcıları için mimesis doğaya öykünme, doğadaki uyum ve güzelliği söz aracılığıyla taklit etme sanatıydı. Bu sanatın yaşantılarda işlevsel bir değeri vardı. Çünkü, mimesis aracılığıyla ozan sözün etkileyici gücünü kullanarak, anlatının her aşamasında doğadaki anlamın anlamını tekrar üretiyordu.
Aklı, evrenin yapısında bir olanak olarak düşünen Sokrates öncesinin filozofları, insanla evren arasında kurdukları simetri aracılığıyla doğayla insanı barışık tutuyorlardı. İnsanın doğaya karşı bir savaşımı yoktu. İnsan doğayı anlamaya çalışırken, doğanın kendine çektirdiği acıları da yapıda var olan evrensel aklın (logos) kader olarak kendine oynadığı bir oyun olarak düşünüyordu. “Evren sürekli karıştırılması gereken bir çömlektir” diyen Herakleitos, doğayla insan arasındaki ilişkide olup bitenlerden hareket ederek, doğaya bir ereksellik yüklemenin yanlışlığına dikkat çekiyordu. Evrende olup biten her şey çocuğun kendisiyle oynadığı oyun gibidir. Çocuk kumdan tepecikler yapar, yaparken hiç bir erek gütmez, sonrada aynı şenlikli tutkuyla yaptığı tepecikleri yıkar, yıkarken de bir amaç gütmez. Doğa-insan ilişkisini de böyle düşünür Herakleitos. Doğa insana bahşederken ereksel değildir, insanlık için yıkım olanları yaparken de ereksel değildir. Bu evrenin yapısında var olan yasanın işleyişinin gereğidir. Yasa herkes için aynıdır. Yasa adalet ve adaletsizliğin üstündedir. Evrenin yapısında var olan yasanın işleyişi sonucu olup biten her şey, biz insanlarda insanlık durumları olarak görüngüye çıkar. Şiirsel olanın konusudur bu. Şairin bu dünyada kendisi için şiir olanı seçme özgürlüğü yoktur. Aslında o çağın şairinin böyle bir özgürlük anlayışı da yoktur. Bizim çağımızda şair, kendisi için şiir olanı seçme özgürlüğüne sahiptir. Günümüzde şairin bireyselliği zorunluluk gibi gösterilir. Modern çağın şairi şiirinde “benini” ortaya koyar, bu şairi uyumsuz kılar. Çağımızın şairi uyumsuz olduğu sürece yaratıcıdır. Çünkü çağımızın insanı, evrenle arasındaki simetriyi(bakışımı) ortadan kaldırmıştır. Çağımızda uyumsuz olan yalnız şair değildir, insan kendisi uyumsuzdur. Neden uyumsuzdur insan?
Bilim ve din, şiirsel olanın alanını daralttı. Bilim, insanın evrenle kurduğu simetriyi ortadan kaldırırken; din de, insanın evrenle olan barışıklığı durumuna son vererek, evrenin yasalarının insana karşı işlediği ve buna da insanın günahkar bir varlık olmasının yol açtığını inancını kökleştirdi. İnsan, evren karşısında sakatlanmış bir varlık konumuna indirgendi. Varlıkların anlamlarını tekeline alan bilim ve din, evrende var olan her şeyi tikelleştirdi. Şairin, varlıkların anlamları üzerinde, dil aracılığıyla oynamasının olanaklarını ortadan kaldırdı. Çocuğun kendisiyle oynadığı erksellik dışı oyunu yasakladı. Sürekli akıp giden, canlı, kıpır kıpır bir evrenin yerini, kaskatı dondurulmuş ve oluşun neden ve nasılları matematiksel göstergeler ya da tanrısal açıklamalarla kesinlikler olarak belirlenmiş bir evrende, şiirsel olanın alanı kaçınılmaz olarak daralmıştır. İniş ve çıkışların, gelgitlerin, oluşunun ilkesi kendinden, kendisi için var olan o devasa akışın dondurulduğu bir evrende, sözün, söylem bağlamında var olan ritmik yapısının gelgitlerinin yerini, dondurulmuş kavramsal kesinlikler almıştır. Dondurulmuş kavramsal kesinlikler şiirsel olanın celladıdır. Bu yargıların, şiirin ussal olup olmaması durumuyla bir ilintisi yoktur. Şiir zaten doğası gereği mantıksal olarak ussal değildir. Ama, duygulara seslenmesi ve sözün gösterdiğinin ötesinde gizil olarak var olanı açığa çıkararak, insanlık durumlarının perdesini aralaması bağlamında, kolektif bir ussallığa da tümüyle yabancı değildir.
Şair şeylerle ilgilenir, ama şairin ilgisi şeyleri olumlamak ya da olumsuz(la)manın ötesindedir. Bu nedenle şairi doğruluk ve yanlışlıkların dışındadır. Platon, her şeyi doğru yanlış, olumlu olumsuz karşıtlıkları içinde anlamaya çalıştığı için şairleri yalancı görür.
Sözcüklerin iç yapılarında, dış dünyada gösterdikleri şeylerin ötesine taşan bir duygu alanı vardır. İnsanın, sözün kendisinde, şiirsel bir ritmin varlığını duyumsaması bu duygu alanına nüfuz edebilmesine bağlıdır.
Eski çağların ozanları şiirlerini kendileriyle birlikte taşırlardı. Sözün şiirsel etkisi ozanın varlığına bağlıydı. Modern çağın ozanı (belki de yazının bulunmasıyla birlikte bu böyledir) şiiri sadece yaratır; ama, onu bir kez yarattıktan sonra şiirsel metin artık şairinden ayrılır. Şiir toplumun ortak aklının ya da duygusunun eline geçmiştir. Şiir, şairini terk ettiği için, her okunuşunda şairi tarafından yeniden yaratılma olanağını da yitirmiştir.
Çağlar kendilerinin ürettikleri nosyonlarıyla zamanda katagorize edilirler. Kuşaklar da ürettikleri özgün değerlerle tarihsel olanın içinde yerlerini alırlar. Şiir bütün çağlara damgasını vuran temel insanlık yaratısıdır. Her çağın kalıcı şiiri ve büyük şairleri vardır. Şiir insanlık durumlarını anlatan bir etkinlik biçimi olarak, geçmiş zamanların içinden akıp gelirken her çağın yaratı biçimi bu büyük ırmağı besleyen kollar olarak ona katılır. Bu bağlamda modern çağda büyük şairler ve kalıcı şiir yok demek bir yanılsamadır. Bu yargı, geçmişin bütün zamanlarında, kopuş dönemlerinin kuşakları için söylenmiştir. Her kuşak kendinden öncekileri izler, ama onu dönüştürmekten, yeniden yoğurup harmanlamaktan da vazgeçmez. Bu nostaljidir ve nostalji de insanın tarihselliği ile ilgili bir durumdur.
Modern çağda şiirin içinde bulunduğu sıkıntı, şiirin ölüyor olması ya da şiirsel olanın insanlık durumlarını açıklamada yetersiz kalması gibi bir durum değildir. Şiirsel olan, evren içeri olan insanın kendisidir. Bu bağlamda şiir var olmaya devam edecektir. Sorun, yaşadığımız çağın değerlerinden kaynaklanmaktadır. Çağın değerleri insanın karşı karşıya kaldığı temel insanlık durumlarını sakatlayan düşünsel iklimi değiştirmekte yetersiz kalıyor. Bilim ve bilimin iktidarla olan flörtü, çağın düşünsel ikliminin baskın özelliğidir. Modern çağda iktidarlar tarafından kontrol edilen bilim, dokunduğu her şeyi altına çeviren Midas’ın yaşadığı trajediye benzer bir trajik konumun içine itmiştir insanlığı. Bilim de dokunduğu her şeyi metalaştırmaktadır. Midas, yaşadığı trajedinin ayrımındaydı ve yitirdiği insanlık durumunun acısını içinde duyuyordu. İktidar alanlarını sürekli kılmanın aracı olarak işlev gören bilimin, gösteriye dönüştürdüğü bütün değerler modern çağın insanını şenliksiz bıraktı. Şenliksiz kalan insanın şiirsel olana yatkınlıkları körelirken, gösterinin albenisi kapılarak, yaşadığı trajedinin acısını da duyumsamaz duruma geldi. Bu çağda da şiir var olmaya devam ediyor; ama, şiirin problemleri geçmiş zamanlarda yaşadığı problemlerden daha karmaşıktır.
Kadim zamanlarda, şairin şiirinin içeriği ne olursa olsun anlatı nesnel olana dairdi. Şair kendisi şiirinin içinde yoktu. Homeros, İlyada ve Odysseia’da, olup bitenleri anlatır, ama anlatının içinde kendisi yoktur. Parmenides mitolojinin kavramlarını dönüştürerek şiirsel olanla felsefi problemleri açıklamaya çalışır; ama, kendisini anlatmaz. Pekiyi o çağın şiirinin öznesi yok(mu)dur? Öznesiz şiir olmayacağına göre elbette vardı. Özne şairin kendisi değildi, ötekiydi. Ötekine ait insanlık durumlarıydı şiirin anlatısı.
Hiristiyanlık şiirin özünü değiştirdi. Hiristiyan şiirinde, şairin kendisi şiirinin öznesi oldu. Şiir insanlık durumlarını anlatmaya devam etti. Artık ötekinin sesi olarak değil, şairin kendi sesi olarak bize insanlık durumlarını anlatıyordu. Hiristiyan düşüncesiyle birlikte, şiirin içinden seslenen artık kutlu insanlık değildi, günahkar insandı. İlahi Komediya da cehenneme yolculuk yapan günahkar Dante’nin kendisidir. Gılgamışta bilinmeyen evrenlere yolculuklar yapan bir şairdir. Bu yolculuklarında ölüler dünyasında insanların çektiği acıları anlatır. Ölümsüzlüğü arar. Ama kendisi için değildir uğraşısı. İnsanlık içindir. Çünkü Gılgamış bir kahramandır. Oysa Dante lanetlenmiş bir günahkardır. Şairi, şiirin öznesi yapan Hiristiyan düşüncesi, eski çağın yücelttiği insanlık durumlarını lanetlemiştir. Eski çağlarda şiirin öznesini öteki olarak kuran şair, hiristiyan değerlerine bağlı olan Dante aracılığıyla, şiirde Ben(i) ortaya çıkarmıştır. Sümerli bir şair için aşk erotizmle aynı şeydi. Gerçek aşk erotizmin içinde eriyip gitmekti. Bu sadece insanlık için böyle değildi, evrenin köklerinde de erotizm vardı; evrendeki akışın sürekliğine yol veren yasa da, erotizmin yasasıydı. Doğada zamanın döngüsel işleyişi, ne Sümerliler, ne de Sokrates öncesinin Yunanlıları için fizik yasaları olarak düşünülmedi. Fiziksel zamanın mevsimsel döngüleri içinde, doğada gerçekleşen oluş ve yok oluş süreci ile, insanın mikroevreninde gerçekleşen oluş ve yok oluş durumları benzer yasaları içermekteydi.
Eski çağın insanının döngüsel zaman bilinci, aynı olanların periyodik olarak tekrarlandığı bu evrende, oluş ve yok oluşun gelgitlerinin sesiz sesini sezgisel olarak duyumsayabileceğine olan inancı da pekiştirdi. Çünkü, bilgiden anladıkları, olgu üzerine akıl yürütmenin yol ve yöntemlerini edinmek değildi; bilgi onlar için, evrenin yapısında sakladığı gizilliğin perdesini aralamaktı. Bu bağlamda da, bilginin değil bilgeliğin peşindeydiler. Döngünün sonsuz tekrarı içinde başlangıç ve son aynı şeydi. Bu bağlamda oluş ve yok oluş, yaşam ve ölüm, iyi ve kötü, güzel ve çirkin aynı şeydi. Evrenin yapısında sakladığı gizilliğin perdesini aralayan bilge, tanrısal yetilerle donatılmış sayılırdı. Çünkü bu gizilliği tanrılar biliyorlardı. Erki aralarında paylaşan insanbiçimli (antropomorfik) tanrılar hem insani-toplumsal alanda, hem de doğadaki oluşa yol veren yasaların gizlerinin bilgisini kendi aralarında paylaşmışlardı. Yunan mitolojisinde, tanrıların yapıp ettikleri aslında insanın yapabileceklerinin sınırıdır. Prometheus bir tanrıdır, çektiği acılar insani acılardır; ama, insan soyundan olan hiç bir varlık Promethous’un çektiği acıya katlanamaz. İnsan soyundan olan hiç bir aşık Eros kadar tutkuyla sevemez. Hiç kimse Zeus kadar iyi ve kötü olamaz. Tanrılar aleminin tüm paradoksları, insani-toplumsal alandaki paradoksların izdüşümleridir. Zeus’a başkaldıran Prometheus’un kaderi aslında şairin kaderidir. Prometheus, insanın insan olma kavgasının bedelini öder. Şair, bütün çağların Prometheus’u dur. İnsanlık durumlarının anlatıcısı olan şairin, bağışladığı ateş, sözdür. Söz de ateş gibi yakıcıdır, aydınlatıcıdır, baştan çıkarıcıdır.
Şenlikli bir çağ olan mitolojik dönemde, insan, yaşamı bir şölene dönüştürüp şiirsel olanı şölen içinde tüketirken, aslında yeniden üretiyordu. Çünkü, yaşamın bir şölen olduğunu, onlar, tanrılardan öğreniyorlardı. Olympos’un tanrıları şölenler düzenleyip şiirsel olanla esriyorlarsa bu yaşamın gereğiydi. Tanrılar için yaşamaya değer olan bu evren, neden insan için de aynı olmasın. Şiir, mitolojik bir anlatı türü olarak bu insanlık durumlarını yüceltiyordu. Oluş ve yok oluş arasındaki kısacık an(da), insanın elinden kaderini yaşamaktan öte bir şey gelmez. İnsan kaderine egemen değildir. Ama, kaderin kendisine sunduğunu da lanetlemez.
Hiristiyanlık insanı köken olarak günahla özdeş tuttuğu için, yazgısını da tanrının hükümlerine bağladı. İnsanın sonlu dünyasında olup bitenler, kader olmadığı gibi; insan sorumluydu da. Yaşam, kökenindeki günahın bedelini ödetmek için, tanrının insana yüklediği bir dizi sorumluluklar toplamıydı. Dante’nin cehenneme yolculuğu, günahkar insanın, yaşamı karşısında yetirdiği şenlik duygusunun trajik bir anlatısıdır. Şenlik duygusuyla, yaşamı bir esrime, kendinden geçme ve coşku olarak algılayıp yaşayan mitolojik çağın insanının yerini; hiristiyanlıkla birlikte, kaygıların, endişelerin ve korkuların girdabında bunalarak, dünya-içeriliğini ilk günaha kurban eden ve bu günahının bedelini ödetmek için, yaşamın, kendisine, tanrının bir kayrası olarak verildiğine inanan insan aldı.
Ama ne olursa olsun, şenlik duygusunu yitirmiş de olsa, Orta Çağın insanı için sonluluk karşısında sığınacak bir adacık vardı. Sonluluğun ötesini insan bildiğine inanıyordu. Modern çağın insanının, yaşam karşısındaki konumu çok daha trajik bir durum arz ediyor. Modern çağın bilimleri, evrenin sonsuzluğuna olan inancı da, dünya merkezli bir evren inancını da silip süpürdü. Çağımızda, uzayın sonsuzluğunda sonsuz sayıda evrenlerin varolabileceğine duyulan inanç, hem Antik Çağın, Hem de Orta Çağın mitlerini ortadan kaldırdı. Ne Dante’nin cennet ve cehenneminin gizemi kaldı, ne de Homerosun bilinmeyen mekanlarının bilinmeyen masal kahramanlarının. İmgenin alanı daraldı. Ritmik olanın yerini geometrik olan, Sözün yerini de matematiksel göstergeler aldı. Yasa, evrenin yapısında saklı bir giz olmaktan çıktı. Evrendeki oluşun yasaları, laboratuvarların ve bilim araştırma merkezlerinin yapay olarak oluşturulmuş benzer ortamlarında ölçülüp biçilerek ortaya çıkarılmış kesinlikler olarak formüle edildi. Bilim, sonsuzluk sonrasında insanı boşlukta bıraktı. Çünkü, şiirsel olanın alanını daralttı. Bilimin, sebep sonuç ilişkileri içinde bir birine bağlı bir nesneler düzeneği haline getirdiği evrenin canlı özü, modern çağın insanı için bir anlam taşımıyor. Evrendeki kıpırtıyı ve varlıkların ritmik hareketlerini sezinleme yetisi körelen insan, evrenin diline de yabancılaştı. Bir zamanlar, şiirsel olan kaynağını evrenin dilinden alıyordu. Söz ile evrenin dili arasındaki bakışım, insanlık durumlarının anlatısı olarak geri dönüyordu. Hüzün ve mutluluktu bu, evrenin sonsuzluğu içinde kendini arayan insanın melankolisiydi; aşk ve nefretti, ölümdü ve ölümü hiçleyen kahramanların kadere teslim oluş biçimiydi. Bilgeliğe duyulan aşkın ve nefretin sesiydi. Erotizmin sesiydi. Kısacası yaşadığımız andı ve anın geçmişten sökün edip gelen biçimiydi. Gelecek idelerinin an da yeşermesiydi. Şair de bu insanlık durumlarının anlatıcısıydı. Paz, bunu şu çarpıcı cümleyle dile getirir. “Şairler tutkuların ne olduğunu bilmemize ve böylece kendimizi bilmemize yardımcı olurlar” (age, 97)
Çağımızda, estetik duyarlılıklar ve sanatsal deha, iktidar-piyasa ilişkisinin sarmalı içinde boğulmaktadır. Piyasa, estetik dehayı ve şiirsel duyarlılığı metanın mitleştirilmesinin bir yöntemi olarak kullanmaktadır. Piyasa, metaların fiyatları hakkında şaşmaz bir kesinliğe sahiptir. Ama, değerler hakkında hiç bir bilgiye sahip değildir. Sanatın, salt estetik değeri onu ilgilendirmez. Yapıt, piyasayı, meta olması bağlamında ilgilendirir. Alanı ne kadar daraltılırsa daraltılsın, bu piyasa-iktidar sarmalının dışında, kendine özerk bir alan yaratabilen gene de yalnızca şiirdir. Çünkü, şiir özü gereği meta olmaya uygun değildir. Gerçek şiir, yani insanlık durumlarıyla uygunluk taşıyan bir anlatı türü olarak şiir, kendini bu kirlenmeden koruyabilmektedir. İdeologlar ve demagoglar, şiirsellik bağlamında, sözü retoriklerinin aracı olarak kullanmak isteseler de; gerçek şiir, kendisini bunlara karşı koruyabilir. Şairin, şiir için elindeki biricik malzeme sözdür. Söz, durağan, statik ve ölçülebilir bir şey değildir. Söz akıp giden ırmaktır, gökyüzünde gezinen buluttur, söz şairin her dokunuşunda bir başka renk alır ve bir başka ışık olur. Şiirsel anlatı, metalaşmaya doğası gereği uygun değildir. Plastik sanatlar yada öteki yazın türleri nesneleşir, dondurulur ve geometrik uzamlar içine hapsedilebilir. Ama şiir, doğası gereği buna uygun değildir. Şiir, akıp giden su gibidir, kendi yatağını kendisi bulur. Dondurulamaz, saklanamaz ve spekülatif amaçlar için biriktirilemez. Şiir ortalığa saçılır ve kendisini yalnız kendisi ortadan kaldırır.
Gerçek şiir, belki bir şeydir, ama hiç bir getiri(si) olmayan bir şeydir. Şiir saf değerdir. Değer ise fiyatla ilgili bir kavram değildir. Değer, insanın insan olarak kendi varoluşunu anlamlı kılan erdemler toplamıdır. Şiirsel olan insanın erdemli yönüdür. İnsan, şiirsel olan aracılığıyla, kendini günahkar bir varlık olarak anlatırken de, kahramanlık çağının yarı tanrı insanlarının soyluluğunu öyküleştirirken de insanlık durumlarını anlatır. Şiir, yalın insanın ne olduğunu anlattığı için her durumda erdemli olandır. Çünkü, insanlık durumu dediğimiz yetiler, iyinin ve kötünün ötesinde, insanın, salt insan olma yetileriyle ilgili durumlarıdır. Şiir, çağların içinden kesintisiz olarak akıp gelebiliyorsa bu yüzdendir. Şiirin görevi: “Yeni düşünceler sağlamak değil ama yüzyıllardır müzmin olarak unutulanları duyurmaktır. Şiir bellektir imge olur ve imge ses olur. Öteki ses mezarın ötesinden gelen ses değildir: İnsanlığın kalplerinin kalbinde derin uykuda olan insandır. Bin yaşındadır ve sizin ve benim kadar yaşlıdır ve henüz doğmamıştır. O büyükbabamızdır, kardeşimizdir, torunlarımızdır” (Paz. O,145).