Musa AKAR
Kadim zamanlarda
şiirsel olanın tözü mitsel olandı. Klanın her bir üyesi kendini doğanın ve
doğaüstü olanın bir parçası olarak görüyordu. Kamp ateşinin etrafında toplanan
klan üyelerine evren ve evrenin kökleriyle özdeş saydıkları kendi soylarının
geçmiş zamanlarını şiirsel bir dil ile anlatan kahin, aynı zamanda ozandı,
tarihçiydi, biraz da terapisti. Anlatı aracılığıyla, geçici bir zaman dilimi
içinde de olsa, kendi varlığını evrenin içinde eriten insan; şiirsel olana,
oluşun gizini açıkladığı sürece ayinsel bir tutkuyla bağlıydı.
Kadim zamanlarda
şiir ile din, bilim ile büyü, şarkı ile dans aynı şeylerdi. Sanatların
ayrışması, kümelerin oluşması, insan soyunun neolitik köyleri terk edip, tarım
toplumlarının yerleşim biçimi olan kentleri oluşturmalarıyla birlikte başladı.
bilgi de kendi içinde ayrıştı. Şair ile din adamı, bilimci ile büyücü, şarkıcı
ile dansçı da birbirlerinden ayrı mesleklerin üstatları olarak ayrıştılar.
Yazının icadıyla
birlikte söz şiirsel etkisini yitirdi. Çünkü sözün büyüsel etkisi ortadan
kalktı. Söz kendisi anlamın içinde eridi. Anlam da işlevsel bir bilgi türü
olarak toplumsal olanla özdeş düşünülmeye başlandı. Sözün kaos ile uyum
arasındaki gelgitlerin, bir üst sentezi olan şiir, sözcüklerin yapı-bozumları
temelinde icra edilen bir episteme etkinliğine dönüştü. Şiirin öyküsü sadece
şairinde kaldı. Şiir okuyucuya bir kaos olarak döndü. Şairin kozmosu okuyucu
için artık kaostur.
Kadim zamanlarda
şairler evrenle konuşurlardı. Şairin dili evrenin diliydi. Modern zamanların
şairi kentlerin kaldırımlarına, karanlık bulvarlarına, neon lambalarının
aldatıcı renklerine sesleniyor. Bizim zamanlarımızın şairi için, gizil olan
evrenin yapısında değil, insanın teknik olarak bilgisini edindiği ve kendisi
tarafından yapılan nesnelerin ve varlıkların yalın gerçekliklerinden
koparılarak insan bilincinde anlam bağlamında dönüştürüp mitleştirilmesinde
aranmaktadır. Çağımızın insanı kendi yaptığı putlara övgüler düzerek, şiirsel
olanı evrenden koparmıştır. Bu yapay bir evrendir ve kendine özgü bir dili
yoktur. Çünkü ruhu yoktur. Dil ruhun içinden çıkıp gelir. Bugün şairlerin dili,
konuşan evrenin dili değildir, şair kendi yarattığı putlarla konuşmaktadır.
“Yirminci yüzyılda mitsel konuşmacı ve gizemli sesler yitip gitti” der O. Paz (
45). Çünkü yirminci yüzyılın şairi teknolojiye öykünür ve şiirini teknolojinin
bilgisi ile yazar. Oysa şairler bir zamanlar doğanın kendisinde kendisi için
var olduğunu düşündükleri yasaların gizi için şiir yazarlardı.
Ahti Atik
“başlangıçta söz vardı” der. İslam tasavvufçuları da “iptida kelam vardı”
derler. Aslında başlangıçta var olan söz şiirdi. Kendi oluşunun ilkesi üzerine
düşünen bir varlık olarak insan, kendi insanlık durumlarını anlamlandırmak için
söze gereksinim duydu. Hiç bir estetik kaygı gütmeden evrenle kendisi
arasındaki bakışımdan yola çıkan insan; evrendeki uyum, ritim ve ölçüden
hareketle şiirsel olanı yakaladı. Sözün etkisi ve kalıcılığı da evrenin etkisi
ve sonsuz kalıcılığı gibi sözün içindeki uyum, ritim ve ölçüde saklıydı. Dinin,
büyünün ve hatta yasaların biricik aktarıcısı şiirdi.
İnsanın, sözün
büyüsel etkisine bağlılığı Mısırlılardan bu yana bilinen bir durumdur. Ölümü
yücelten Mısırlı ozan sözün şiir olarak yarattığı büyüsel etkiye inanır.
Sümerliler kozmonolojilerini ve oluşa dair ilgilerini bilgi olarak aktarmak
için sözün şiirsel kullanımından yararlanırlar. Tüm mitolojik anlatılar
şiirseldir. Tarihin en trajik savaşı olan Troya savaşını Homeros ve Homeros
geleneğinin ozanlarından öğreniriz. Kutsal kitapların dili kullanımı da
şiirseldir. Çünkü, yazıyla kayıt altına alınmadan önce kutsal kitaplar da söz
olarak vardılar. Sözün etkisi taşıdığı anlamla ilintilidir; anlamı, insanların
duygu dünyalarında ve bilinçlerinde paylaşmaya değer bir olgu haline getiren
de, anlatanın anlatı yetisiyle ilintilidir. Anlatının etkili olması için, sözün
iç uyumuyla, evrendeki sonsuz akışın ritim olarak bakışımlı olması zorunludur.
Başka türlü anlatıda şiirsel olanı yakalamak olanaksızdı.
Bu durum
çağımızda retorik olarak düşünülüyor. Retorik şiir değildir. Şiirsel olanı
kullanır ama kendisi şiire karşı işler. Retorik sahte bir şiirselliğin
peşindedir. Sözcüklerle oynaması retorikçinin şiirsel yetisinin göstergesi
değildir. Sözcükteki anlam kaymaları, ironi ve metafor da retorikçide şiirsel
olanı kullanma kaygısındandır. Çünkü retorikçi inandırmanın peşindedir. Şairin
inandırma, öğretme ve açıklama yapmak gibi bir kaygısı yoktur.
Platon şiirsel
olanla retorik arasındaki bu ayrımı bilmiyordu. Grek şiirinin temelinde mimesis
vardır. Mimesisi Platon, var olan nesneleri ve varlıkları taklit etme sanatı
olarak düşünür. Mimesis, Platon’da doksanın alanıdır. Bir bakıma nesne ile
sanat arasında varlığın kopyasının taklidi olarak düşünülür. Bu bağlamda
Platon’a göre, nesneler dünyası kendisi idealar dünyasındaki asıllarının kopyaları
oldukları için, sanatsal etkinlik, kopyanın kopyasıdır. O halde doksa da
değildir. Bundan dolayı Platon için, şair bir sofisttir ve sofist de
retorikçidir. İon adlı Diyalogunda, Efesli ozan İon’a bunu itiraf ettirir. “Ben
anlattıkça onlar da benim gibi ağlar, yahut öfkeyle bakar veya titrerler. Ben
sahnedeyken onların gösterdikleri tepkileri göz önünde tutmam yüzde yüz
gereklidir. Çünkü, onları ağlatırsam kazancım yüksek olur, ben gülerim; yok
gülmeye başlarlarsa bizim ücret hapı yuttuğu için bana ağlamak düşer” (Platon,
1, 269, 335e).
Şenliklerde
Homeros ve Hesiodos’un destanlarını okuyan ozanlar, sözün büyüsüne önce
kendileri inanıyorlar. Antik tiyatroların o büyüleyici atmosferlerinde
izleyicileri kendinden geçirip bambaşka bir ruhsallığın içine çeken ozanların
en etkili aracıdır mimesis. Grek şiirinde anlam, şiirin kendisine aşkındır.
Aşkınlık, ozanın sözü kullanma yetisiyle birleştirdiği mimesis aracılığıyla
dinleyiciyi de kendine çeker. Bu nedenle ozan mesleğini eylerken ussal olmaz ve
olmamalıdır. Platon için ozanlık mesleğinin değersizliği de bundandır.
Ama Platon
öncesinin mitolojik anlatıcıları için mimesis doğaya öykünme, doğadaki uyum ve
güzelliği söz aracılığıyla taklit etme sanatıydı. Bu sanatın yaşantılarda
işlevsel bir değeri vardı. Çünkü, mimesis aracılığıyla ozan sözün etkileyici
gücünü kullanarak, anlatının her aşamasında doğadaki anlamın anlamını tekrar
üretiyordu.
Aklı, evrenin
yapısında bir olanak olarak düşünen Sokrates öncesinin filozofları, insanla
evren arasında kurdukları simetri aracılığıyla doğayla insanı barışık
tutuyorlardı. İnsanın doğaya karşı bir savaşımı yoktu. İnsan doğayı anlamaya
çalışırken, doğanın kendine çektirdiği acıları da yapıda var olan evrensel
aklın (logos) kader olarak kendine oynadığı bir oyun olarak düşünüyordu. “Evren
sürekli karıştırılması gereken bir çömlektir” diyen Herakleitos, doğayla insan
arasındaki ilişkide olup bitenlerden hareket ederek, doğaya bir ereksellik
yüklemenin yanlışlığına dikkat çekiyordu. Evrende olup biten her şey çocuğun
kendisiyle oynadığı oyun gibidir. Çocuk kumdan tepecikler yapar, yaparken hiç
bir erek gütmez, sonrada aynı şenlikli tutkuyla yaptığı tepecikleri yıkar,
yıkarken de bir amaç gütmez. Doğa-insan ilişkisini de böyle düşünür
Herakleitos. Doğa insana bahşederken ereksel değildir, insanlık için yıkım
olanları yaparken de ereksel değildir. Bu evrenin yapısında var olan yasanın
işleyişinin gereğidir. Yasa herkes için aynıdır. Yasa adalet ve adaletsizliğin
üstündedir. Evrenin yapısında var olan yasanın işleyişi sonucu olup biten her
şey, biz insanlarda insanlık durumları olarak görüngüye çıkar. Şiirsel olanın
konusudur bu. Şairin bu dünyada kendisi için şiir olanı seçme özgürlüğü yoktur.
Aslında o çağın şairinin böyle bir özgürlük anlayışı da yoktur. Bizim çağımızda
şair, kendisi için şiir olanı seçme özgürlüğüne sahiptir. Günümüzde şairin
bireyselliği zorunluluk gibi gösterilir. Modern çağın şairi şiirinde “benini”
ortaya koyar, bu şairi uyumsuz kılar. Çağımızın şairi uyumsuz olduğu sürece
yaratıcıdır. Çünkü çağımızın insanı, evrenle arasındaki simetriyi(bakışımı)
ortadan kaldırmıştır. Çağımızda uyumsuz olan yalnız şair değildir, insan
kendisi uyumsuzdur. Neden uyumsuzdur insan?
Bilim ve din,
şiirsel olanın alanını daralttı. Bilim, insanın evrenle kurduğu simetriyi
ortadan kaldırırken; din de, insanın evrenle olan barışıklığı durumuna son
vererek, evrenin yasalarının insana karşı işlediği ve buna da insanın günahkar
bir varlık olmasının yol açtığını inancını kökleştirdi. İnsan, evren karşısında
sakatlanmış bir varlık konumuna indirgendi. Varlıkların anlamlarını tekeline
alan bilim ve din, evrende var olan her şeyi tikelleştirdi. Şairin, varlıkların
anlamları üzerinde, dil aracılığıyla oynamasının olanaklarını ortadan kaldırdı.
Çocuğun kendisiyle oynadığı erksellik dışı oyunu yasakladı. Sürekli akıp giden,
canlı, kıpır kıpır bir evrenin yerini, kaskatı dondurulmuş ve oluşun neden ve
nasılları matematiksel göstergeler ya da tanrısal açıklamalarla kesinlikler
olarak belirlenmiş bir evrende, şiirsel olanın alanı kaçınılmaz olarak
daralmıştır. İniş ve çıkışların, gelgitlerin, oluşunun ilkesi kendinden,
kendisi için var olan o devasa akışın dondurulduğu bir evrende, sözün, söylem
bağlamında var olan ritmik yapısının gelgitlerinin yerini, dondurulmuş
kavramsal kesinlikler almıştır. Dondurulmuş kavramsal kesinlikler şiirsel
olanın celladıdır. Bu yargıların, şiirin ussal olup olmaması durumuyla bir
ilintisi yoktur. Şiir zaten doğası gereği mantıksal olarak ussal değildir. Ama,
duygulara seslenmesi ve sözün gösterdiğinin ötesinde gizil olarak var olanı
açığa çıkararak, insanlık durumlarının perdesini aralaması bağlamında, kolektif
bir ussallığa da tümüyle yabancı değildir.
Şair şeylerle
ilgilenir, ama şairin ilgisi şeyleri olumlamak ya da olumsuz(la)manın
ötesindedir. Bu nedenle şairi doğruluk ve yanlışlıkların dışındadır. Platon,
her şeyi doğru yanlış, olumlu olumsuz karşıtlıkları içinde anlamaya çalıştığı
için şairleri yalancı görür.
Sözcüklerin iç
yapılarında, dış dünyada gösterdikleri şeylerin ötesine taşan bir duygu alanı
vardır. İnsanın, sözün kendisinde, şiirsel bir ritmin varlığını duyumsaması bu
duygu alanına nüfuz edebilmesine bağlıdır.
Eski çağların
ozanları şiirlerini kendileriyle birlikte taşırlardı. Sözün şiirsel etkisi
ozanın varlığına bağlıydı. Modern çağın ozanı (belki de yazının bulunmasıyla
birlikte bu böyledir) şiiri sadece yaratır; ama, onu bir kez yarattıktan sonra
şiirsel metin artık şairinden ayrılır. Şiir toplumun ortak aklının ya da
duygusunun eline geçmiştir. Şiir, şairini terk ettiği için, her okunuşunda
şairi tarafından yeniden yaratılma olanağını da yitirmiştir.
Çağlar
kendilerinin ürettikleri nosyonlarıyla zamanda katagorize edilirler. Kuşaklar da
ürettikleri özgün değerlerle tarihsel olanın içinde yerlerini alırlar. Şiir
bütün çağlara damgasını vuran temel insanlık yaratısıdır. Her çağın kalıcı
şiiri ve büyük şairleri vardır. Şiir insanlık durumlarını anlatan bir etkinlik
biçimi olarak, geçmiş zamanların içinden akıp gelirken her çağın yaratı biçimi
bu büyük ırmağı besleyen kollar olarak ona katılır. Bu bağlamda modern çağda
büyük şairler ve kalıcı şiir yok demek bir yanılsamadır. Bu yargı, geçmişin
bütün zamanlarında, kopuş dönemlerinin kuşakları için söylenmiştir. Her kuşak
kendinden öncekileri izler, ama onu dönüştürmekten, yeniden yoğurup
harmanlamaktan da vazgeçmez. Bu nostaljidir ve nostalji de insanın tarihselliği
ile ilgili bir durumdur.
Modern çağda
şiirin içinde bulunduğu sıkıntı, şiirin ölüyor olması ya da şiirsel olanın
insanlık durumlarını açıklamada yetersiz kalması gibi bir durum değildir.
Şiirsel olan, evren içeri olan insanın kendisidir. Bu bağlamda şiir var olmaya
devam edecektir. Sorun, yaşadığımız çağın değerlerinden kaynaklanmaktadır.
Çağın değerleri insanın karşı karşıya kaldığı temel insanlık durumlarını
sakatlayan düşünsel iklimi değiştirmekte yetersiz kalıyor. Bilim ve bilimin
iktidarla olan flörtü, çağın düşünsel ikliminin baskın özelliğidir. Modern
çağda iktidarlar tarafından kontrol edilen bilim, dokunduğu her şeyi altına
çeviren Midas’ın yaşadığı trajediye benzer bir trajik konumun içine itmiştir
insanlığı. Bilim de dokunduğu her şeyi metalaştırmaktadır. Midas, yaşadığı
trajedinin ayrımındaydı ve yitirdiği insanlık durumunun acısını içinde
duyuyordu. İktidar alanlarını sürekli kılmanın aracı olarak işlev gören
bilimin, gösteriye dönüştürdüğü bütün değerler modern çağın insanını şenliksiz
bıraktı. Şenliksiz kalan insanın şiirsel olana yatkınlıkları körelirken,
gösterinin albenisi kapılarak, yaşadığı trajedinin acısını da duyumsamaz duruma
geldi. Bu çağda da şiir var olmaya devam ediyor; ama, şiirin problemleri geçmiş
zamanlarda yaşadığı problemlerden daha karmaşıktır.
Kadim
zamanlarda, şairin şiirinin içeriği ne olursa olsun anlatı nesnel olana dairdi.
Şair kendisi şiirinin içinde yoktu. Homeros, İlyada ve Odysseia’da, olup
bitenleri anlatır, ama anlatının içinde kendisi yoktur. Parmenides mitolojinin
kavramlarını dönüştürerek şiirsel olanla felsefi problemleri açıklamaya çalışır;
ama, kendisini anlatmaz. Pekiyi o çağın şiirinin öznesi yok(mu)dur? Öznesiz
şiir olmayacağına göre elbette vardı. Özne şairin kendisi değildi, ötekiydi.
Ötekine ait insanlık durumlarıydı şiirin anlatısı.
Hiristiyanlık
şiirin özünü değiştirdi. Hiristiyan şiirinde, şairin kendisi şiirinin öznesi
oldu. Şiir insanlık durumlarını anlatmaya devam etti. Artık ötekinin sesi
olarak değil, şairin kendi sesi olarak bize insanlık durumlarını anlatıyordu.
Hiristiyan düşüncesiyle birlikte, şiirin içinden seslenen artık kutlu insanlık
değildi, günahkar insandı. İlahi Komediya da cehenneme yolculuk yapan günahkar
Dante’nin kendisidir. Gılgamışta bilinmeyen evrenlere yolculuklar yapan bir
şairdir. Bu yolculuklarında ölüler dünyasında insanların çektiği acıları anlatır.
Ölümsüzlüğü arar. Ama kendisi için değildir uğraşısı. İnsanlık içindir. Çünkü
Gılgamış bir kahramandır. Oysa Dante lanetlenmiş bir günahkardır. Şairi, şiirin
öznesi yapan Hiristiyan düşüncesi, eski çağın yücelttiği insanlık durumlarını
lanetlemiştir. Eski çağlarda şiirin öznesini öteki olarak kuran şair,
hiristiyan değerlerine bağlı olan Dante aracılığıyla, şiirde Ben(i) ortaya
çıkarmıştır. Sümerli bir şair için aşk erotizmle aynı şeydi. Gerçek aşk
erotizmin içinde eriyip gitmekti. Bu sadece insanlık için böyle değildi,
evrenin köklerinde de erotizm vardı; evrendeki akışın sürekliğine yol veren
yasa da, erotizmin yasasıydı. Doğada zamanın döngüsel işleyişi, ne Sümerliler,
ne de Sokrates öncesinin Yunanlıları için fizik yasaları olarak düşünülmedi.
Fiziksel zamanın mevsimsel döngüleri içinde, doğada gerçekleşen oluş ve yok
oluş süreci ile, insanın mikroevreninde gerçekleşen oluş ve yok oluş durumları
benzer yasaları içermekteydi.
Eski çağın
insanının döngüsel zaman bilinci, aynı olanların periyodik olarak tekrarlandığı
bu evrende, oluş ve yok oluşun gelgitlerinin sesiz sesini sezgisel olarak
duyumsayabileceğine olan inancı da pekiştirdi. Çünkü, bilgiden anladıkları,
olgu üzerine akıl yürütmenin yol ve yöntemlerini edinmek değildi; bilgi onlar
için, evrenin yapısında sakladığı gizilliğin perdesini aralamaktı. Bu bağlamda
da, bilginin değil bilgeliğin peşindeydiler. Döngünün sonsuz tekrarı içinde
başlangıç ve son aynı şeydi. Bu bağlamda oluş ve yok oluş, yaşam ve ölüm, iyi
ve kötü, güzel ve çirkin aynı şeydi. Evrenin yapısında sakladığı gizilliğin
perdesini aralayan bilge, tanrısal yetilerle donatılmış sayılırdı. Çünkü bu
gizilliği tanrılar biliyorlardı. Erki aralarında paylaşan insanbiçimli
(antropomorfik) tanrılar hem insani-toplumsal alanda, hem de doğadaki oluşa yol
veren yasaların gizlerinin bilgisini kendi aralarında paylaşmışlardı. Yunan
mitolojisinde, tanrıların yapıp ettikleri aslında insanın yapabileceklerinin
sınırıdır. Prometheus bir tanrıdır, çektiği acılar insani acılardır; ama, insan
soyundan olan hiç bir varlık Promethous’un çektiği acıya katlanamaz. İnsan
soyundan olan hiç bir aşık Eros kadar tutkuyla sevemez. Hiç kimse Zeus kadar
iyi ve kötü olamaz. Tanrılar aleminin tüm paradoksları, insani-toplumsal
alandaki paradoksların izdüşümleridir. Zeus’a başkaldıran Prometheus’un kaderi
aslında şairin kaderidir. Prometheus, insanın insan olma kavgasının bedelini
öder. Şair, bütün çağların Prometheus’u dur. İnsanlık durumlarının anlatıcısı
olan şairin, bağışladığı ateş, sözdür. Söz de ateş gibi yakıcıdır,
aydınlatıcıdır, baştan çıkarıcıdır.
Şenlikli bir çağ
olan mitolojik dönemde, insan, yaşamı bir şölene dönüştürüp şiirsel olanı şölen
içinde tüketirken, aslında yeniden üretiyordu. Çünkü, yaşamın bir şölen
olduğunu, onlar, tanrılardan öğreniyorlardı. Olympos’un tanrıları şölenler
düzenleyip şiirsel olanla esriyorlarsa bu yaşamın gereğiydi. Tanrılar için
yaşamaya değer olan bu evren, neden insan için de aynı olmasın. Şiir, mitolojik
bir anlatı türü olarak bu insanlık durumlarını yüceltiyordu. Oluş ve yok oluş
arasındaki kısacık an(da), insanın elinden kaderini yaşamaktan öte bir şey
gelmez. İnsan kaderine egemen değildir. Ama, kaderin kendisine sunduğunu da
lanetlemez.
Hiristiyanlık
insanı köken olarak günahla özdeş tuttuğu için, yazgısını da tanrının hükümlerine
bağladı. İnsanın sonlu dünyasında olup bitenler, kader olmadığı gibi; insan
sorumluydu da. Yaşam, kökenindeki günahın bedelini ödetmek için, tanrının
insana yüklediği bir dizi sorumluluklar toplamıydı. Dante’nin cehenneme
yolculuğu, günahkar insanın, yaşamı karşısında yetirdiği şenlik duygusunun
trajik bir anlatısıdır. Şenlik duygusuyla, yaşamı bir esrime, kendinden geçme
ve coşku olarak algılayıp yaşayan mitolojik çağın insanının yerini;
hiristiyanlıkla birlikte, kaygıların, endişelerin ve korkuların girdabında
bunalarak, dünya-içeriliğini ilk günaha kurban eden ve bu günahının bedelini ödetmek için,
yaşamın, kendisine, tanrının bir kayrası olarak verildiğine inanan insan aldı.
Ama ne olursa
olsun, şenlik duygusunu yitirmiş de olsa, Orta Çağın insanı için sonluluk
karşısında sığınacak bir adacık vardı. Sonluluğun ötesini insan bildiğine
inanıyordu. Modern çağın insanının, yaşam karşısındaki konumu çok daha trajik
bir durum arz ediyor. Modern çağın bilimleri, evrenin sonsuzluğuna olan inancı
da, dünya merkezli bir evren inancını da silip süpürdü. Çağımızda, uzayın
sonsuzluğunda sonsuz sayıda evrenlerin varolabileceğine duyulan inanç, hem
Antik Çağın, Hem de Orta Çağın mitlerini ortadan kaldırdı. Ne Dante’nin cennet
ve cehenneminin gizemi kaldı, ne de Homerosun bilinmeyen mekanlarının
bilinmeyen masal kahramanlarının. İmgenin alanı daraldı. Ritmik olanın yerini
geometrik olan, Sözün yerini de matematiksel göstergeler aldı. Yasa, evrenin
yapısında saklı bir giz olmaktan çıktı. Evrendeki oluşun yasaları, laboratuvarların
ve bilim araştırma merkezlerinin yapay olarak oluşturulmuş benzer ortamlarında
ölçülüp biçilerek ortaya çıkarılmış kesinlikler olarak formüle edildi. Bilim,
sonsuzluk sonrasında insanı boşlukta bıraktı. Çünkü, şiirsel olanın alanını
daralttı. Bilimin, sebep sonuç ilişkileri içinde bir birine bağlı bir nesneler
düzeneği haline getirdiği evrenin canlı özü, modern çağın insanı için bir anlam
taşımıyor. Evrendeki kıpırtıyı ve varlıkların ritmik hareketlerini sezinleme
yetisi körelen insan, evrenin diline de yabancılaştı. Bir zamanlar, şiirsel
olan kaynağını evrenin dilinden alıyordu. Söz ile evrenin dili arasındaki
bakışım, insanlık durumlarının anlatısı olarak geri dönüyordu. Hüzün ve
mutluluktu bu, evrenin sonsuzluğu içinde kendini arayan insanın melankolisiydi;
aşk ve nefretti, ölümdü ve ölümü hiçleyen kahramanların kadere teslim oluş
biçimiydi. Bilgeliğe duyulan aşkın ve nefretin sesiydi. Erotizmin sesiydi.
Kısacası yaşadığımız andı ve anın geçmişten sökün edip gelen biçimiydi. Gelecek
idelerinin an da yeşermesiydi. Şair de bu insanlık durumlarının anlatıcısıydı.
Paz, bunu şu çarpıcı cümleyle dile getirir. “Şairler tutkuların ne olduğunu
bilmemize ve böylece kendimizi bilmemize yardımcı olurlar” (age, 97)
Çağımızda,
estetik duyarlılıklar ve sanatsal deha, iktidar-piyasa ilişkisinin sarmalı
içinde boğulmaktadır. Piyasa, estetik dehayı ve şiirsel duyarlılığı metanın
mitleştirilmesinin bir yöntemi olarak kullanmaktadır. Piyasa, metaların
fiyatları hakkında şaşmaz bir kesinliğe sahiptir. Ama, değerler hakkında hiç
bir bilgiye sahip değildir. Sanatın, salt estetik değeri onu ilgilendirmez.
Yapıt, piyasayı, meta olması bağlamında ilgilendirir. Alanı ne kadar
daraltılırsa daraltılsın, bu piyasa-iktidar sarmalının dışında, kendine özerk
bir alan yaratabilen gene de yalnızca şiirdir. Çünkü, şiir özü gereği meta
olmaya uygun değildir. Gerçek şiir, yani insanlık durumlarıyla uygunluk taşıyan
bir anlatı türü olarak şiir, kendini bu kirlenmeden koruyabilmektedir.
İdeologlar ve demagoglar, şiirsellik bağlamında, sözü retoriklerinin aracı
olarak kullanmak isteseler de; gerçek şiir, kendisini bunlara karşı
koruyabilir. Şairin, şiir için elindeki biricik malzeme sözdür. Söz, durağan,
statik ve ölçülebilir bir şey değildir. Söz akıp giden ırmaktır, gökyüzünde gezinen
buluttur, söz şairin her dokunuşunda bir başka renk alır ve bir başka ışık
olur. Şiirsel anlatı, metalaşmaya doğası gereği uygun değildir. Plastik
sanatlar yada öteki yazın türleri nesneleşir, dondurulur ve geometrik uzamlar
içine hapsedilebilir. Ama şiir, doğası gereği buna uygun değildir. Şiir, akıp
giden su gibidir, kendi yatağını kendisi bulur. Dondurulamaz, saklanamaz ve
spekülatif amaçlar için biriktirilemez. Şiir ortalığa saçılır ve kendisini
yalnız kendisi ortadan kaldırır.
Gerçek şiir,
belki bir şeydir, ama hiç bir getiri(si) olmayan bir şeydir. Şiir saf değerdir.
Değer ise fiyatla ilgili bir kavram değildir. Değer, insanın insan olarak kendi
varoluşunu anlamlı kılan erdemler toplamıdır. Şiirsel olan insanın erdemli
yönüdür. İnsan, şiirsel olan aracılığıyla, kendini günahkar bir varlık olarak
anlatırken de, kahramanlık çağının yarı tanrı insanlarının soyluluğunu
öyküleştirirken de insanlık durumlarını anlatır. Şiir, yalın insanın ne
olduğunu anlattığı için her durumda erdemli olandır. Çünkü, insanlık durumu
dediğimiz yetiler, iyinin ve kötünün ötesinde, insanın, salt insan olma
yetileriyle ilgili durumlarıdır. Şiir, çağların içinden kesintisiz olarak akıp
gelebiliyorsa bu yüzdendir. Şiirin görevi: “Yeni düşünceler sağlamak değil ama
yüzyıllardır müzmin olarak unutulanları duyurmaktır. Şiir bellektir imge olur
ve imge ses olur. Öteki ses mezarın ötesinden gelen ses değildir: İnsanlığın
kalplerinin kalbinde derin uykuda olan insandır. Bin yaşındadır ve sizin ve
benim kadar yaşlıdır ve henüz doğmamıştır. O büyükbabamızdır, kardeşimizdir,
torunlarımızdır” (Paz. O,145).