Gri-mavi bir kalkan: Özgürlük ve “kedi” | Anıl Ceren Altunkanat
“Gölgeme dadanmış bir tuhaf güz kedisi”*
Kedi her zaman
tam olması gerektiği gibidir; ne eksik ne fazla. Bıyıktan kuyruğa kusursuz bir
bütünlüktür; gözlerde kendini olanca cesaretiyle ortaya koyan koca ve tam bir
varlıktır. Betimi kendinde ve kendi içindir; zorlamaya gelmez. Dile gelmez.
Kedi özgürlüğün
beden bulmuş halidir. Çoklarınca sevilmemesi bundandır.
Ama Colette bu
çoklardan biri olmasa gerek ki Dişi Kedi’nin (çeviren Azra Erhat, Can
Yayınları) ana karakteri, en sağlam direği Saha adında gri-mavi bir kedi. Her
kedi gibi kişilikli, seçici ve cesur; Alain’in evlenmesiyle önce terk edilen,
ardından egemenliğini sürdüğü bahçeden koparılıp apartman dairesine tıkılan
Saha. Ve sonra, 9. katta üç kişi; Alain, Saha ve Camille… Saha’ya, Saha’ya
duyulan sevgiye katlanamayan eş; Camille. Kıskançlık işin bir yanı; üzerinde
durup düşünülmesi gereken diğer yön ise Camille’in Saha’da, Saha’nın
gözlerindeki yansımadan eşi, Alain’da gördüğü ve korktuğu; gördüğü ve canice
yok etmek istediği şey: Özgürlük.
Aslında Dişi
Kedi çok yönlü okumalara, birçok farklı yoruma açık bir roman. Kısa mı kısa
ancak bakış açısının oyunlarıyla hakkında yazılabilecekler engin; işte, tam da
bu yüzden iyi bir roman. Dişi Kedi’yi kadın erkek ilişkisi ve kıskançlık;
aristokrasi burjuvazi çatışması; ana, oğul ve eş üçgeni; kentleşme ve
yabancılaşma sorunu vb. bağlamında ele almak olanaklı. Üstelik gerçekten de bu
bağlamların hakkını vererek romanı yeniden ve yeniden okumak hiç de angarya
olmaz.
Ancak şimdi,
burada bir seçim yapmalı. Ve ister bu yaz soluduğumuz eşsiz havaya bağlayın ister
kediye (ve elbet özgürlüğe ve doğaya) duyulan aşka, benim seçimim romanı
özgürlük-insan bağlamında, fona doğa-insan ilişkisini koyarak ele almak olacak.
İşim hayli kolay gibi, aslında romanı elinize alıp Saha’nın, o gri-mavi büyünün
geçtiği her yere tutup özgürlüğü koyun, bu kadar. Doğa kendiliğinden geliyor.
Böyle bakınca
elde ne var: Genç adam, Alain, içinde
büyüdüğü bahçenin her tonuna aşina; bu tonlar arasında soluk alıyor. “Birkaç ağacın” gövdesine vuran güneşe bakıp,
“Yaz ne kadar yaşlanmış” diyecek kadar o bahçenin, doğanın kendisi. Saha’ya
tutkun, Saha ona tutkun; tutkudan öte bir doğal bağ sanki onlarınki. Saha, o ve
bahçe; kimse ilişmediğinde öyle bir kendilik ve tamlık içinde, öyle bir kendine
yeterli varlık biçiminde. Ama bir o kadar da insan, bizim Alain işte:
kararlarında gevşek, adımlarında tembel, istekleri kendi içinde kavrulmaya
eğilimli. Bıraksan düşüverir kalabalıklara, bir çırpıda yutulur. Pek kıymetli
düşlerinde bile “gölge alanlara” kaçmaya uğraşan ama düşlere sadık; sarısalkımlar
tutmasa, gül fidanının cilvesi olmasa yok gibi ama bir o kadar da var biri. Var
çünkü seçim yapmış: Saha.
“Seni seçmezden
önce, dünyada seçmek diye bir şey olduğunu bilmiyordum, Saha. Zaten sonra da ne
seçtim ki?”
Camille.
Camille’i seçmemek zor. Et ve kan o; toplumun ve genlerin emrettiği üreme ve
güvenlik. Daha açık söylersek, toplumun ve insanın devamını sağlayan dinamiktir
Camille: yaşın gelir evlenirsin, meşru bir cinsellik içinde topluma yavrular
kazandırırsın. Tamam, şimdi uslu uslu yaşayıp, sessiz sedasız ölebilirsin. Ve
ardında senden hoşnut bir kalabalık bırakırsın. Hoşnut etmeye ölmeden başlamalı
elbet. Camille ve yavrular için bir ev; ağaç kesilmeli. Ne gam… Ev dikilene dek
kopmalı o bahçeden; 9. kattaki gösterişli beton mezar tam da genç âşıklar için
biçilmiş kaftan, değil mi? Gezmeler, yemekler, sevişmeler… Camille’de
bedenlenen karşı koyulmaz bir güç; yalnızca “olması gereken”i istiyor çünkü. Bu
yüzden çok çaresiz ve bu yüzden onunla savaşmak olanaksız. Neredeyse. Neredeyse
çünkü yapılmış bir seçim var: Saha.
“Şişmiş
yanakları, öne fırlamış dimdik avcı bıyıkları iğne sanki, kedi gülüyor gibiydi.
Yüzündeki köşeler çekiliyor, kaslı oynak çenesi sertleşip kalkıyor, yüzü bütün
kediliğiyle insanların unuttuğu bir söze, evrensel bir dile doğru zorlanıyordu.”
Saha… Yapılan
seçimdir o, alınan sorumluluktur. Zorlamaz, sen seçersin onu. Ama seçtin mi
yüreğinde haz ve sızıyı aynı anda sunan bir kıymık olur kalır. Ne o sensiz ne
sen onsuz. Özgürlük kendini dayatmaz; özgürlük, bilincine varanı gönüllü bir
tutsaklıkla kavrar. Sana doğayı sunar ve doğanın bilmediğin renklerini,
gölgelerini. Ancak özgürlükle doğayı tanıyabilir, ona katılabilirsin – ve işte,
tam da bu yüzden üç beş ağaç için canını ortaya koyabilirsin. Ancak özgürlükle
‘ben’den söz edebilirsin, kimsenin bundan hoşnut olmayacağını bilsen de. Ben
insanın ikinci doğasıdır ve ben, her zaman, yalnızca özgürlüğün dilinde
söylenir.
Saha, Alain’in
kalkanıdır. Evet, özgürlük insanın kalkanıdır ve zordur, ağırdır. İnsanın
aynaya bakabilmesini sağlayan bir zorluktur yine de. Dayatılana karşı, herkes
gibi olma zorunluluğuna karşı, hoşnut etme ve ben olmama emrine karşı gri-mavi
bir aşk… Ve belki aşk dediğimiz zaten hep özgürlüğe duyduğumuz, o benlikten
kaçarak salt beni yaratmaya koşan tutkudur.
“İblis gibi
güzelsin! İblisten bile güzelsin!” der Alain Saha’ya.
Melek, bir seçim
sonucu İblis olmuştur. İnsan bir seçim sonucu ‘insan’ olur. Ya da
kalabalıkların gölgesinde hoşnutluk mekanizmasını bir parçası… Direnmek ya da
sığ sulara gömülmek elbet bir seçimdir. Saha ölmemek için tırnaklarını betona
saplamaya çalışır; bu direniştir. Saha özgürlükse ve özgürlük insanı var
edense, bunun dili direniştir; ister betona ister tüm dünyaya karşı (ki şimdi
tüm dünya betondur).
İçinde kedi
geçen her metin benim için özgürlüğe övgüdür ve bitimsizdir. Ancak şu satırlara
elbette bir son vermeli, nokta koymalıyım; öyleyse bu yine kedice olmalı,
özgürlüğe –elden geldiğince– yakışmalı.
Kedi, yani
özgürlüğün bedeni, direndiği için dokuz canlıdır. Dokuz canıyla hep
direnecektir. Ve ne kadar ölse de koruyacak dokuz canı hep kalacaktır.
O halde selam olsun tüm kedilere, selam olsun tüm direnenlere!
·
Metin
Altıok, “Bozlak Kedi ve Ölüm” şiirinden.