Geçmişte
olduğu gibi günümüzde de klasik hümanizma metinleri, insanlık durumunun
değerlendirmesi için temel başvuru kaynaklarıdır ve gelecekte de
olacaklardır. Dolayısıyla;
Stefan Zweig'a göre ''Erasmus ve Deliliğe Methiye'':
''Devrinin
en büyük ve en parlak yıldızı'' Rotterdamlı Erasmus, ''Batı'nın bütün
yaratıcı kişileri ve yazarları arasında ilk bilinçli Avrupalı, barış
adına mücadele eden ilk kişi, manevi bir idealin ve beşeri bilimlerin en
muktedir şampiyonudur. O, şiiri ve felsefeyi, kitapları ve sanat
eserlerini, dilleri ve halkları sevmiştir. Bütün insanlığı, renk ya da
ırk ayrımı gözetmeksizin, daha yüksek bir uygarlığın hatırı için
sevmiştir. Bütün kalbiyle nefret ettiği tek şey, aklın karşıtı olarak
gördüğü fanatikliktir. Karşılıklı anlayışın baş düşmanı sayarak, dini,
milli ya da felsefi fanatikliğin her biçimine karşı tavır almıştır.
Bağnazlığın bütün dışavurumlarından nefret eder. Zihnin mutlak
bağımsızlığı esastır. Hayatı boyunca parlak ve keskin zekasının bütün
gücüyle sürekli fanatiklerin çılgın dogmatizmine karşı savaşmıştır ve
arada bir de olsa düşmanlarının saçma sapanlıklarına gülümseyebilmiştir.
Bu nadir ve şanslı anlarda, dar kafalı fanatiklik, salt, entellektüel
sınırlılığın müessif bir göstergesi ve son derecede eğlenceli bir
sınıflandırmasını gerçekleştirdiği Deliliğe Methiyesi'nde ince ince alay
ettiği Stultitia, deliliğin birçok çeşit ve şekillerinden biri olarak
ortaya çıkar. Erasmus'un misyonu için varoluşun anlamı, bütün
çelişkileri, armoniyle sentezlemektir. Bu çok taraflı uzlaşma arzusu,
çağdaşları tarafından takdirle karşılanmış ve Erasmizm neolojizmi
türetilmiştir.
Şair, edebiyatçı, ilahiyatçı ve
pedagog olarak yaratıcı faaliyetin bütün formlarını şahsında
birleştirmiş olan Erasmus, tamamen farklı şeylerin bile füzyon
yeteneğine sahip olduğunu düşünmüştür. Her toprakta, her ırk ve sınıfın
iyi niyetli insanlarını, aydın insanın tek büyük liginde birleştirmek
hayattaki amacıdır. Kasırgalarla dolu, stresli bir zamanda yaşamak,
Erasmus'un trajik kaderi olmuştur. O, ilk Alman reformcudur. Devrinin
taraf tutmayı reddeden tek lideridir. Amacı her koşulda evrensel kültür
ve uygarlık mirasını muhafaza etmek, uzlaşmalar olanaksız olduğunda
bile aracılığı denemek, bağımsız kalmak ve fanatikliğe karşı durmakdır.
Hiçbir tarafa ait olmayışı (nulli concedo!), çağdaşları tarafından
kayıtsız ve korkak (laodicean) bir tavır olarak değerlendirilerek
eleştirilmiş, yalnız kalmıştır. Ancak, manevi hazinesini, insanlığa
olan inancını, etrafındaki nefret kasırgasından sağ salim korumayı ve
dokunulmamış kılmayı başarmıştır.
Çağdaşı
reformcuların kaderleri, dramatik akıbetle son bulmuştur: John Huss,
Savonarola, Servetus yakılmış, Thomas Munzer işkencede ölmüş, John Knox
çektiği ceza ve cefadan genç yaşta hayatını kaybetmiş, Thomas More ve
John Fisher'in kafası kesilmiş, Zwingli savaş alanında kendi
vatandaşları tarafından kılıçtan geçirilmiştir. O, bu şehadetin de
dışındadır.
Holbein'ın bizim için
ölümsüzleştirdiği ışıl ışıl yumuşak bakışlı mavi gözleri, zamanının
kargaşalı çilesinden ilerisine ve hiç de daha az hareketli olmayan
içinde yaşadığımız devre bakmaktadır. Bir bibiofildir. Nerede olursa
olsun, kitaplarla ve çalışma ile inşa edilmiş fildişi kulesinde
yaşamıştır. Karışık olan herşey onu kızdırır. Mistik ve metafizik
olandan hoşlanmaz. Geniş ufuklar onu cezbeder ama derinlik onu çekmez.
Mübalağa ve aşırılık onun mükemmel akılcı zihnine yabancıdır. Devrindeki
hiç kimse Erasmus kadar batıl inançlardan kurtulmuş değildir.
Deliliğe
Methiye'yi bir satir olarak kaleme almış ancak kitap, bütün otoritelere
karşı bir devrim olarak lanse edilmiştir. 1509'de yaptığı Roma-Londra
yolculuğunun ardından, şanslı bir saatin çocuğu olarak ortaya çıkmıştır.
Eser Thomas More'a ithaf edilmiştir ve ismi Moriae Encomium/ Laus
Stultitiae /In Praise of Folly/ Deliliğe Methiye konmuştur. Erasmus'un,
burada son derece usta bir şekilde resmettiği kılık değiştirme
benzersizdir. Burada, acı hakikati ifade eden kelimeleri sarfeden bizzat
kendisi değildir, kürsüye Stultitia/Folly/Delilik'i yerleştirmiştir. O
da oradan kendini methetmektedir. Bu eğlenceli quid pro quo dolayısıyla
okur asla kesin olarak kimin konuştuğundan emin değildir: Ben birşey
demedim... Diyen Delilik Hanım'dı...
Dame
Stultitia / Delilik Hanım, herkesi ele alır: Gösterişli retorikçiler,
kılı kırk yaran hukukçular, herbiri evreni kendi çuvalına koyabileceğini
hayal eden, anadan doğma kibirli filozoflar, paragözler,
akademisyenler ve yazarlar, kumarbazlar ve savaş tacirleri ve nihayet
ebediyen duygularının esiri, aşklarının nesnesini bütün güzelliklerin
ve tatlılıkların zirvesinde hayal eden aşıklar. Şahane bir insan
deliliği galerisi, Erasmus'un insan tabiatına dair benzersiz bilgisiyle
bize sunulmuştur (1).
Michel Foucault'ya göre '' Erasmus ve Deliliğe Methiye'':
Ortaçağ'ın
sonuna doğru delilik ve deli ikirciklikleri; tehdit ve acı alay,
dünyanın başdöndürücü akılsızlığı ve insanların önemsiz gülünçlükleri
içinde esas kişiler haline gelmekteydi ve örneğin, deli, tiyatronun
merkezinde gerçeğin ortaya çıkmasına neden olan kişi olarak yer
almaktadır. Delilik bilgin edebiyatı içinde de aynı şekilde tam da aklın
ve gerçeğin kalbinde iş başındadır. Delilik bir söylev konusudur.
Erasmus'un metni de bu ciddi metinlerin merkezinde yer alır. Yanısıra:
Hieronimos Bosch'dan Brueghel'e kadar uzun bir imgeler hanedanı vardır.
Ölüm
teması XV. yüzyılın ikinci yarısına kadar veya biraz daha ötelerine
kadar tek başına hüküm sürmüştür. İnsanın sonu, zamanların sona ermesi,
salgın hastalıklar ve savaşlar aynı çehreye sahip olmuşlardır. İnsan
varoluşunu şirazesinden çıkartan şey, bu sona eriş ve kimsenin
kaçamadığı bu düzendir. Ölüm dehşeti, sürekli bir alaycılık biçiminde
içselleşmektedir. Ölüm zaten herşeydir. Delilik ölümün daha şimdiden
gelmiş halidir. Giderek, delilik teması, ölüm temasının yerine ikame
edilir.
Bilgelik, deliliğin heryerde ihbar
edilmesine, insanlara daha şimdiden ölülerden daha fazla birşey
olmadıklarının öğretilmesine ve iki terimin birbirlerine yaklaşmasının
nedeninin deliliğin evrenselleştikçe bizzat ölümle bir ve aynı şey
haline geleceğinin anlatılmasına dayanmaktadır.
Deliliğin
Methiyesi'nin sonuncu bölümünün tümü, her meslek ve her tabunun büyük
meczupluk rondosunu oluşturmak üzere geçit yaptığı uzun bir delilik
dansı modeline göre düzenlenmiştir. Buna benzer başka örnekler de
vardır, ancak giderek söz ve görüntü arasındaki güzel birlik çözülmeye
başlamıştır.
Deliliğin Rönesans'ın ufku
üzerindeki yükselişi, önce gotik simgeciliğin yıpranmışlığı boyunca
farkedilmektedir. Gotik biçimler... Söylemeyi, hatırlatmayı ve öğretmeyi
bırakmışlardır ve fantastik mevcudiyetlerini artık bütün mevcut
dillerin dışında yalnızca alışık bakışlara ifşa eder hale gelmişlerdir.
Kendini düzene sokan bilgelik ve dersten kurtulan görüntü, kendi
deliliğinin çevresinde yörüngeye girmeye başlamıştır. Anlam artık
dolaysız bir algılama içinde okunamamakta, biçim kendiliğinden
konuşmaktan çıkmaktadır; onu hareket ettiren bilgi ile kendini dışa
vurduğu biçim arasında bir boşluk açılmaktadır. Düş kurmak artık
serbesttir. İmgeler dünyasının temelden dönüşmesi, çoğalmış bir anlamın
zorlaması onu biçimlerin sıralanışından kurtarmaktadır. İmgenin altına
bu kadar çok anlamın yerleşmesine rağmen o artık yalnızca tek bir
esrarlı cephe sunmaktadır. Ve gücü artık eğitimden değil büyülemesinden
kaynaklanmaktadır. Bosch, Bouts, Grünwald gibi ressamların yarattığı
delilik imgeleri dolayısıyla, hayvanlık evcilleşmekten kurtulmuş,
insanlığın kalbindeki karanlık kudurganlık ortaya çıkmıştır... Bu saçma
figürler gerçekte zor, Şeytan’a kapalı, içe dönük bir bilginin
unsurlarıdır. Bu, yasak bir bilgidir. Hem Şeytan'ın saltanatını hem de
dünyanın sonunu, sonuncu mutluluğu ve nihai cezalandırmayı, yeryüzündeki
kadiri mutlaklığı ve cehenneme düşüşü bildirmektedir. Bunun için
Dürer'in çılgın intikamın dizginlenemeyen savaşçısı mahşer süvarilerine
bakmak yeterlidir. Dünya'da zafer, deliliğindir.
Delilik
insanı herbir yandan cezbetmektedir. Çünkü kabuslarına tebelleş olan
hayvan bizzat kendi doğasıdır. Delilik Rönesans'ta insanın bütün
zayıflıklarının meydana getirdiği koroyu yönetmektedir. Delilikte
Bosch'un gördüğü haliyle varolan karanlık kozmik dışavuruma ilişkin
herşey Erasmus'ta ortadan silinmiştir. Delilik artık dünyanın dört bir
yanında insanı eline geçirmek için pusuya yatmaktan çıkmıştır, insanın
içine sinsice süzülmektedir. Veya daha doğrusu insanın kendi kendiyle
sürdürdüğü hassas bir ilişkidir. Deliliğin mitolojik olarak
kişiselleştirilmesi Erasmus'ta edebi bir yapmacıktır. Fiili durumlarda
yalnızca delilikler-deliliğin insani biçimleri vardır.
Erasmus'un
tasarımında, deliliğin kendi dansının içine sürüklediği figürlerin ilki
Philantia / benbenlik-özsaygıdır. Kendine bağlılık deliliğin ilk
işaretidir. Fakat insan kendi kendine bağlı olduğu için hatayı doğru
olarak, yalanı gerçek olarak, şiddet ve çirkinliği güzellik ve adalet
olarak kabul etmektedir. Deliliğin XV. yüzyıldaki deneyi, edebiyatın ve
felsefesinin ifade alanında öncelikle ahlaki bir taşlama edasına
bürünmüştür. Bosch, Bruegel ve Dürer'in tamamen dünyalı seyirciler
olmalarına ve etraflarında kanadığını gördükleri şu deliliğin içine
kaymış olmalarına karşılık, onu tehlikeden korunacak kadar uzaktan
algılamaktadırlar. Bosch, Bruegel, Thierry Bouts ve imgelerin tüm
sessizliği delilik güçlerini saf bakış evreninde seferber etmektedir.
Öte yandan Brant ve Erasmus'la, tüm hümanist gelenekle birlikte delilik,
söylemin evriminin içine alınmıştır. Burada damıtılmakta, incelmekte,
aynı zamanda silahlarını kaybetmektedir. Her kişi ona boyun eğmiş hale
gelebilir ama onun saltanatı her zaman küçük çaplı ve nisbî olacaktır;
çünkü bilgenin bakışları karşısında kendini vasat gerçekliği içinde ifşa
edecektir, onun gülüşünün nesnesi haline gelecektir. Bundan ötürü onun
için örülen defne taçlar onu zincire vurmaktadırlar. İsterse bütün
bilimlerden daha bilgili olsun gene de onu delilik sayan bilgeliğin
karşısında eğilmesi gerekecektir.
Son söze sahip
olabilir ama hiçbir zaman dünyanın gerçeğinin son sözü değildir. Kendini
meşrulaştırdığı söylev sadece insanın eleştirel bilincine dahildir.
Ancak deliliği dil alanında bir deney haline getiren Rönesans esprisi
zamanla yok olmuştur. Ama bunun bir yok olma değil gizlenme olduğuna
Sade ve Goya tarafından tanıklık edilmektedir. Deliliğin trajik ve
kozmik deneyi, deliliğin eleştirel bilincinin ve onun felsefi veya
bilimsel, ahlaki veya tıbbi biçimlerinin altında, sağır bir trajik
bilinç uyanık kalmayı sürdürmüştür. Nietzsche'nin son sözlerini, Van
Gogh'un son görüşlerini uyandıran odur. Freud'un yolunun en uç
noktasında hissetmeye başladığı herhalde o olmuştur (2).
Deliliğe Methiye:
Benim
için ne derlerse desinler (çünkü deliliğin zırdeliler tarafından bile,
her allahın günü nasıl hırpalandığını bilmez değilim) tanrısal
etkilerimle tanrılara, insanlara sevinç saçan ben, yalnız benim. Bakın
ben de bir övgü yapacağım ama bu ne Herakles'in ne Solon'un övgüsü,
benim övgüm yani “Deliliğin Övgüsü” olacak. İşte ben, gördüğünüz gibi
nimetlerin gerçek dağıtıcısı, Latinlerin Stultitia, Yunanlıların da
Moria dedikleri deliliğim. Her yerde o kadar kendime benzerim ki, hiç
kimse beni saklayamaz... Pek deli dinleyicilerim niçin olmasın?
Deliliğin mesleğini tanıyanlara verebileceği en şerefli ad. Ama aslımı
neslimi bilmeyen bir çok kimseler bulunduğundan bunu da Musa'ların
yardımı ile tanıtmaya çalışayım. Ben ne Khaos'dan, ne de cehennemlerden
çıktım; hayatımı ne Saturn'a, ne Yafes'e, ne de o eski püskü tanrılardan
herhangi birine borçluyum. Babam Plutus'tur (Zenginlik). O bana
Neotete'yi, gençliği, ana olarak verdi. Aşkın en tadına doyulmaz
vecitleri içinde doğdum. Saadet Adaları'nda dünyaya geldim. Dünyanın en
zarif iki perisi, Bakkhos'un kızı Metne, sarhoşluk ile Pan'ın kızı
Apodie, cahillik sütninem olmuşlardı. Onları burada arkadaşlarım,
cariyelerim (nedimeler) arasında görüyorsunuz. Cariyelerimden söz
açılmışken onları da size tanıtayım. Şurada size küstah bir eda ile
bakanı Benbenlik / Philantia'dır. Öteki güleryüzlü, elleri alkışlamaya
hazır olanı Yüzegülücülük / Colacia'dır. Burada uyuklayan, şimdiden
dalmış görünen Unutma / Lethea tanrıçasıdır. Daha ötede Tembellik /
Misoponia kollarını kavuşturmuş, dirseklerine dayanmaktadır.
Çelenklerinden, güllerle örülmüş taçlarından, süründüğü latif kokulardan
Şehvet / Hedonea'yı tanımadınız mı? Hayasız, kararsız bakışlarla
etrafına fıldır fıldır bakan cariyeyi görmüyor musunuz? Bu Bunaklık /
Anoia'dır. Teni o kadar parlak, vücudu pek temiz, tombul olan Zevkü Sefa
/ Trypea tanrıçasıdır. Ama bütün bu tanrıçalar arasında iki de tanrı
görüyorsunuz: Comus / İyi Hayat ile Morpheus / Derin Uyku.
Evrende
var olan herşeyi bu sadık hizmetkarların yardımı ile hükmüm altında
tutar, yeryüzünü yönetenleri onların aracılığı ile ben yönetirim (3).
Roland Barthes'a göre Delilik ve Fotoğraf:
Deli
mi, uysal mı? Fotoğraf ya biridir, ya da öteki: eğer onun gerçekçiliği
bağıl, estetik ve deneye dayanan alışkanlıklarla yumuşatılmış olarak
kalırsa (kuaförde, dişçide bir magazini karıştırmak) uysaldır; eğer bu
gerçekçilik mutlaksa ve sözgelişi özgünse, seven ve korkmuş bilinci
Zaman'a geri dönmeye zorunlu kılıyorsa, delidir: nesnenin gidişini
tersine çeviren ve burada sözümü bitirirken fotografik esrime demem
gereken duyguları kesinlikle altüst eden bir harekettir. Fotoğrafın iki
yolu işte bunlardır. Seçim artık bana ait: görünümünü kusursuz
yanılsamaların uygar koduna sunmak ya da onun içinde yola gelmez
gerçeklikle yüzyüze gelmek. (4)
Fotoğraf ve Delilik:
Fotoğrafçılar,
insanlık durumunu kaydeder, belgeler, iletir ve yorumlarlar.
Dolayısıyla delilik, fotoğrafın bir temasıdır. 1839'dan bu yana,
delilik, tıbbi ve bilimsel bağlamda sistematik olarak belgelenmektedir.
Fotoğraf Tarihini /Tarih'in fotoğraflarını (5) ütopik bir görsel harita
olarak düşündüğümüzde Erasmus'un Deliliğe Methiyesi'nin mükemmel bir
illüstrasyonu olduğunu görebiliriz.
Amatör
fotoğrafçılar, primitif bir tecessüs seyrinin tatmini, filantropist bir
şov, politik riskten uzak bir öteki tanımlama fırsatı, iyi fotoğraf
çekmenin boş gururu gibi nedenlerle delilik konusuna heyecanla
yaklaşırlar. Profesyoneller ise deliliğin en otantik ötekilik anlamına
geldiğini ve fotoğrafik kalitenin ölçütünün her zaman olduğu gibi bunu
da kişisel bir tecrübe gibi özdeşleşerek tanımlamak olduğunu bilirler.
Mükemmel
de olsa deliliğin fotoğraflarının, deliliği saf/sonsuz temsili mümkün
müdür? Çünkü insanların/seyircilerin bu tür görüntülerle bağlantısı,
genellikle rastgele empatiye dayalıdır. Yanısıra doktor, polis, hukukçu,
gazeteci, psikolog vb. gibi değilsek böyle fotoğraflar,
mesleki/işlevsel bağlamının dışında akademik ve entellektüel bağlamda
hep bir metafor olmaya mahkumdur. Erasmus aşkına!
Entellektüellerin
dünyanın kaç bucak olduğundan bihaber monologlarında, sosyal
bilimcilerin yöntembilimsel stresle perişan, soluk psikanaliz kuramı
uyarlamalarında, fotoğraflardaki vehameti profesyonel seyircilik adına
görmezden gelip yalnızca sözkonusu fotoğrafın, fotoğrafik dil
yetisindeki bir evrim halkası olup olmadığını tartışan estetlerin
yabancılaşmış tavırlarında, deliliği kampanyalarına malzeme eden
reklamcıların sloganlarında, kaligarist küratörlerin, bienalimizin
esprisi formüllerinde, deliliğin görüntüleri, sık sık bir metafor olarak
kullanılır. Delilik, en dolaysız şekilde, akıl hastaları ve akıl
hastaneleri kategorisinde tanımlanabilir. Sözkonusu kategori,
fotoğrafçılar için paradoksal olarak serbest alanlardır.
Çünkü
nasılsa fotoğraflar genelde görsel kültür, özelde de fotoğraf kültürünü
temsil eden, editör, küratör, akademisyen, kuramcı gibi oligarşik
unsurların nesnesi haline gelecektir. Tematik öneminin ötesinde zaman
zaman nadiren de olsa ''deliliğin trajik ve kozmik deneyi ''nin (6)
mevcudiyeti fotoğrafçı tarafından saptanır. Ama bu, kimse için bir tanım
ya da açıklama değildir. İfade edilen gizli bir bilginin gizliliğidir.
Böylesi durumlar, fotoğrafın şanlı anlarıdır.
Örnekler:
David Seymour,
1948'de Polonya'da ''Teresa'' adlı küçük bir kızın portresini çeker.
Teresa, toplama kampında büyümüştür ve ev resmi yap dendiğinde, tahtayı
karalamaktadır ( 7); Kaos!
Eugene Smith |
Eugene Smith,
1958/1959'da Haiti'de ünlü çalışmalarından birini gerçekleştirir.
Burada cüzzamlıların ve delilerin de fotoğrafları yer alır. Michel
Foucault 'nun Deliliğin Tarihi'ni yayınlamasından (1961) önce Haiti'de
Deliliğin Tarihi'ni yazmıştır (!)
.
Raymond Depardon, 1979/1980'de Torino, Trieste, Venedik gibi Kuzey İtalya şehirlerindeki akıl hastanelerinde kapsamlı röportajlar gerçekleştirmiştir. Bu süblim yorum, deliliği intakt bir şekilde muhafaza etmektedir.
Raymond Depardon |
Raymond Depardon |
|
Joseph Koudelka, |
Joseph Koudelka,
1988 ve 1995'de Palermo'da genellikle yaptığı gibi panoramik
çalışmıştır. Ama O, mitolojik bir üsluba sahiptir. Dolayısıyla bizim
zihinlerimiz onun geniş peysaj panoramiklerine alışkındır. Oysa birden,
bir akıl hastanesinin zeminine yapışır kalırız; diğer hastalarla
birlikte!
Steve Mc Curry,
1994'de Afganistan'da çalışırken Kabil'de akıl hastanelerinin durumunu
ve akıl hastalarını da çekmiştir. Savaş yüzünden herkes gibi onlar da
terkedilmiştir. Bu elejik manzaranın dışında ilgili hiçbir kavram, koşul
ya da nedenin bir anlamı yoktur. Delilik, anlamı yok etmiştir.
Chien-Chi Chang |
.
.
.
.Chien-Chi Chang, 1998'de Taiwan'daki Lung-Fu Tang Tapınağı'nda tedavi edilen akıl hastalarının fotoğraflarını çeker. Ancak görüntüler boyunca işler karışır: Bu fotojurnalistik bir röportaj mıdır, yoksa bir moda çekimi seansı mıdır? Olağanüstü bir zarafete sahip bu figürler, Chien-Chi Chang'ın tapınaktaki eğlenceli stüdyosunda, cazibelerinden emin, tatlı ve masum bir tavırla kamerayla gönül eğlendirmektedirler.
.
.
.Chien-Chi Chang, 1998'de Taiwan'daki Lung-Fu Tang Tapınağı'nda tedavi edilen akıl hastalarının fotoğraflarını çeker. Ancak görüntüler boyunca işler karışır: Bu fotojurnalistik bir röportaj mıdır, yoksa bir moda çekimi seansı mıdır? Olağanüstü bir zarafete sahip bu figürler, Chien-Chi Chang'ın tapınaktaki eğlenceli stüdyosunda, cazibelerinden emin, tatlı ve masum bir tavırla kamerayla gönül eğlendirmektedirler.
Lise Sarfati |
.
Lise Sarfati, 2000 yılında Nikolsko, Rusya'da bir akıl hastanesinde fotoğraflar çekmiştir. Bu görüntüler hatıra fotoğrafı saydamlığında saptamalardır. Hatta bir görüntüde birkaç akıl hastası/birkaç kafadar, Sarfati'ye samimi bir grup pozu vermiştir.
Lise Sarfati, 2000 yılında Nikolsko, Rusya'da bir akıl hastanesinde fotoğraflar çekmiştir. Bu görüntüler hatıra fotoğrafı saydamlığında saptamalardır. Hatta bir görüntüde birkaç akıl hastası/birkaç kafadar, Sarfati'ye samimi bir grup pozu vermiştir.
David Nebreda |
David Nebreda,
1990'lı yıllardan beri hep otoportre çalışmaktadır. Şizofreni
hastasıdır. Fotoğraflarında, primitif bir kurban ritüelinin ya da hem
inanan kişi, hem de adak olarak çift taraflı bir kefaret agonisinin
ikonografik çağrışımlarıyla kendini teşhir eder. Şizofreni gerçektir;
Nebreda'nın şizofrenisi gerçektir. Fotoğrafları, albümleri, sergileri
gerçektir. Ama Madrit'in içinde böyle bir soyutlanma nasıl mümkün
olabilir? Çünkü delilik bu bağlamda artık antropolojik bir sorundur.
Erdal Kınacı,
2006' da gerçekleştirdiği, “Engelsiz Yaşam İçin Fotoğraflar” projesinin
geniş skalasında zihinsel özürlü insanlara da yer vermiştir. Burada
fotoğraf, hümanist bir belgelemenin ötesinde, mazlum, mağdur, muhtaç
durumdaki bir varlıkla kayıtsız şartsız özdeşleşme anlamına gelir. Buna
bağlı olarak fotoğraf çektirenler ve fotoğrafı çeken, delilik temalı bir
koreografinin ortak figürleri olmuşlardır. “Gir-Geç Pansiyonlar” (2008)
projesindeki fotoğraflardan biri olan, dazlak kafasında ‘tuvalet 50
krş’ yazan adamın fotoğrafı, delilik kavramının kristalize temsilidir
(8). Hem belgesel fotoğraf hem de sanat fotoğrafı alanında faaliyet
gösteren Kınacı, deliliği, bazı fantastik kurgulamalarında da
işlemektedir. Örneğin, boşlukta asılı, antika bir dikiş makinasını
seyreden ahtapot-adam! ''Hayvan ile nesnenin ortasında, bir anlamın
kesinliğinden çok, imgeye özgü prestijlere daha yakın olan meczup
varlık! (not); Geç Gotik-Erken Rönesans ikonografisinin Boschvari,
ayrıcalıklı iğva figürü (9); Maldoror Şarkıları'ndaki enigmatik güzellik
tanımlaması! Postmodern yaratıcılığın anakronik haritasının bir
noktasında birdenbire beliriveren neo-sürrealist bir illüstrasyon!
Erdal Kınacı |
Erdal Kınacı |
|
Dipnotlar:
1-
Stefan Zweig, Erasmus The Right of Heresy, Translated by Eden and Cedar
Paul, Cassell, London, 1951, s. 1, 3, 5, 10, 12, 13, 34, 38, 54, 56,
77.
2- Michel Foucault, Deliliğin Tarihi I, Fransızca aslından çeviren Mehmet Ali Kılıçbay, İmge, Ankara, 1992, s. 32, 33, 34, 35, 38, 39, 41, 44, 46, 47, 48, 51, 52, 53.
3- Desiderius Erasmus, Deliliğe Methiye, Çeviri ve notlar Şerif Hulusi, Remzi, İstanbul, 1956, s. 6, 10, 12, 13, 14.
4- Roland Barthes, Camera Lucida. Türkçesi:Reha Akçakaya, Altıkırkbeş, İstanbul, s123, 124.
5- Andrew E. Hershberger, ''The Past, Present and Future of the History of Photography'', History of Photography, Vol. 30, No. 3, Autumn 2006, Taylor and Francis, London, s. 203.
6- Michel Foucault, a. g. e. , s. 52
7- magnumphotos. com
8- Simber Atay-Eskier, ''12 Eylül, Küreselleşme ve Fotoğraf'', fotoritim. com, Eylül 2009 sayısı.
9- Michel Foucault, a. g. e. s. 40.
2- Michel Foucault, Deliliğin Tarihi I, Fransızca aslından çeviren Mehmet Ali Kılıçbay, İmge, Ankara, 1992, s. 32, 33, 34, 35, 38, 39, 41, 44, 46, 47, 48, 51, 52, 53.
3- Desiderius Erasmus, Deliliğe Methiye, Çeviri ve notlar Şerif Hulusi, Remzi, İstanbul, 1956, s. 6, 10, 12, 13, 14.
4- Roland Barthes, Camera Lucida. Türkçesi:Reha Akçakaya, Altıkırkbeş, İstanbul, s123, 124.
5- Andrew E. Hershberger, ''The Past, Present and Future of the History of Photography'', History of Photography, Vol. 30, No. 3, Autumn 2006, Taylor and Francis, London, s. 203.
6- Michel Foucault, a. g. e. , s. 52
7- magnumphotos. com
8- Simber Atay-Eskier, ''12 Eylül, Küreselleşme ve Fotoğraf'', fotoritim. com, Eylül 2009 sayısı.
9- Michel Foucault, a. g. e. s. 40.