Nilgün Marmara,
(d. 13 Şubat 1958 – ö. 13 Ekim 1987)
1958 yılında
İstanbul’da doğdu. Ortaokul ve liseyi Kadıköy Maarif Koleji’nde okudu. Boğaziçi
Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde lisans öğrenimi tamamladı ve
Sylvia Plath üzerine incelemeler yaptı. Plath’ın yaşamı, düşünceleri, özellikle
bireyin yalnızlığına ve varoluş sorununa bakışından etkiledi. Sylvia Plath
sevgisi, Marmara’yı ölümde de sevdiği şairin yazgısıyla birleştirdi. 13 Ekim
1987 tarihinde, 29 yaşındayken ‘bekleme salonu’ olarak gördüğü yeryüzünü terk
etmeye karar verdi ve evinin balkonundan atlayarak kendi isteği ile yaşamını
sonlandırdı.
Düşle gerçek
arasında gidip gelen, kırılgan bir izlekle yazdığı şiirleri çeşitli dergilerde
yayımlandı. Şiirleriyle sadece kendi kuşağının şairlerini değil, Ece Ayhan gibi
eski ve güçlü şairleri de etkiledi. 77-87 Yılları arasında yazdığı şiirler
‘Daktiloya Çekilmiş Şiirler’ adıyla yayımlandı; Günlükleri ve sağa sola yazdığı
notlar Gülseli İnal tarafından bir araya getirilerek ‘Kırmızı Kahverengi
Defter’ adıyla bir kitapta toplandı. Mezuniyet tezi Dost Körpe tarafından
dilimize çevrildi ve ‘Sylvia Plath’ın Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi’
adıyla Everest Yayınları tarafından kitaplaştırıldı.
Çeşitli dergilerde
şiirleri yayımlandı. Küçük İskender, Lale Müldür, Orhan Alkaya, Cezmi Ersöz,
Ece Ayhan, Gülseli İnal, Onur Göknil ve Serdar Aydın gibi şairleri derinden
etkiledi.
Sylvia Plath
sevgisi, Marmara’yı ölümde de sevdiği şairin yazgısıyla birleştirdi. 13 Ekim
1987′de henüz 29 yaşındayken “yaşama karşı ölüm” dedi ve intihar etti. Kırmızı
Kahverengi Defter adıyla yayınlanan günlüğünde “hayatın neresinden dönülse
kârdır” ifadesi yer almaktadır.
Eserleri
Şiir : Daktiloya
Çekilmiş Şiirler (1988) / Metinler(1990)
Günlük : Kırmızı
Kahverengi Defter (Gülseli İnal tarafından hazırlandı, 1993)
İnceleme : Sylvia
Plath’ın Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi (1985, Dost Körpe tarafından
20 yıl sonra Türkçe’ye çevrildi)
Ne zamandır
ertelediğim her acı,
Çıt çıkarıyor
artık, başlıyor
yeni bir ezgi,
-bu şiir -
Sendelerken
yaşamım ve bilinmez
yönlerim,
Dost kalmak
zorunda bana
ve sizlere!
Tükenirdi monolog
kaçarken içine
düştüğüm kara toplum
‘big bang’ sonrası
büyük yalnızlık bilinmeyeni
saçlarında
titreyen iblisler karartırken güneşi
üst üste
gömülürken
saydam yaşamlar
bir yankı
duyulurdu hiç’likten..
Bütün
yalnızlıklarınızın ilenci
korusun
çoğulluklarınızı
cinnet koyun
erdemin adını
maskelerinizi
kuşanıp yalanlarınızı çoğaltın
hepiniz mezarısınız
kendinizin!.
Kış uykusunda bir
melek
- Birilerin beni
çağırıyor!
- Buraya gel..
Nilgün MARMARA
“Kuğuların ölüm öncesi ezgileri şiirlerini bırakarak 13 Ekim 1987 de bekleme
salonunu terk etti. Ne beklenmeyen ne de garip bir varoluştu bu. Zaten 29
yılını, hayatını, şiirlerini ve rüyalarını ölümün kıyılarında yaşadı.
”Yerleşik
yabancılığının acısını” hissetti daima.
Tutunamadı Zelda.
Anlayamadı, anlamlandıramadı, alışamadı, varolamadı, katlanamadı. Uğraştı
yazmaya çalıştı. Sayfalara kustu 29 yıllık kısa yolculuğunun günlüklerini.
Kayıp bir yolculuğun hiç anlamsız, trajik dizeleri kaldı geriye.
Hissedebilenlerin hiçte yabancı olmadıkları kelimelerle dolu şiirler, metinler
ve bir de kırmızı-kahverengi bir defter…
yitiriş, tiksinti,
kayboluş, kopuş, ölüm!
“Azımsanamayacak
kadar ölmüşüm / Azımsanamayacak denli ölüyüm… Geliyorlar bu evde doğan yeni bir
ölümü görmeye; koşarak düşe kalka yuvarlanarak sürünerek… Nasıl olursa olsun;
görmek için bu eski dostlarının yeni cesetlerini ve göstermek için kendi dirimlerinin
kıvılcımlarını geliyorlar. Ölüm sessizliği toz ve küf kokan evden
ayrıldıktan sonra seviniyorlar canlıyız
diye.”
Hiçbir anlamı yok
hakkında konuşmanın yada çözmeye çalışmanın.
İçine düştüğü bu
yaşamı sahiplenemeyen bir küçük kızın varoluş çığlıklarıyla tünellerde yiten
yaşamının dingin melodileri sadece..
Zorunlu Tünel
Meyvelerin
çocukları arı varlıklar baktırmaya
işaretliyorlar
belleğini insanlığın
ki o unutmuştur
kendi oluşumunu,
görmez ne olgun
kokular
renk ve tatlar
taşınır her
ilmeğinde çıplaklığın.
Perdeler çekilidir
bakışına belleğin
çok öncelerden
beri,
büyüyen ağaçlarına
özgür çocukların,
vurur baltasını
sinsi körlüğüyle tarih!
Ve şimdi
yollarında yaşamın
çığlık tünelleri
kazmak
ve susmak’ı
yazmak
kalmıştır
işaretleyenlere
-bu, hepsi, belki-
Sunu *
Nedir bu kovmaya
çalıştığınız tüm kıvrımları arasından beynin densiz aralarla saatten çıkan bir
kuş deşen kuytuları diken gözlerini bilince anın ana düşmanlığı o ağulu
gerçek..
-ÖLÜM/SEVİ- Kasım,
1979
“Hayat hep yüzünle
seviştik.. Tersinin hatırı kaldı..”
“Ölürken kahkahamı
ona bırakacağım.”
“Ey tiksinç
aydınlık! Kusuluyor senin için, bil!”
“Sonra sözcüklerin
kumda bıraktığı izlerin içine yerleştim.”
“Benden sonra kuşlara iyi bakın”
“Ben babamın
yuvarladığı çığın altında kaldım.”
“Nilgün
ölmüş.Beşinci kattaki evinin penceresinden kendini aşağı atarak canına kıymış.
Ece Ayhan söyledi. Çok değişik bir insandı Zelda. Akşamları belli saatten sonra
kişilik hatta beden değiştiriyor gibi gelirdi bana. Yüzü alarır bakışlarına çok
güzel ama ürkütücü bir parıltı eklenirdi. Çok da gençti. Sanırım otuzuna
değmemişti daha. Ece ile gergedan için yaptığımız aylık söyleşide ondan söyle
söz ettim: bu dünyayı başka bir hayatın bekleme salonu ya da vakit geçirme yeri
olarak görüyordu. Dönüp baktığımda bir acı da buluyorum Nilgün’ün yüzünde. O
zamanlar görememişim. Bugün ortaya
çıkıyor.” Cemal Süreya
.
Emel’e
“Ben babamın
yuvarladığı
çığın altında
kaldım.”
Çolak mırıltılarla
dövmelenen çocuk
her gün her gece eğer adasında,
Gözü ağzı elinden
alınmış, yosunlar
sarmış bedenini
çığlıklarken bunu
su içinde…
Karada, hançer
suratlı abinin rüzgarında
uçar adımları.
Geçmiş ilmeğinde
saklıdır arzusu
İçinden karanlık,
tekrar ve ilenç
sızdıran hayret
taşında.
Soruyor
hatırasında, “sırtımda ve
sırtında gezinen
bu ürperti kim,
bir damla süt
yerine bu ağu kim?”
ay gözüyle
bakmayan kavruk akıllara
-boy atmış da
salgıları,
cücelmiş
sezgileri-
bir yanılgı
rehavetinde debelenenlere…
Ey, yüzleri
bir babakuş
gölgesine
çakılmış olanlar,
Üzgün adım, ileri
marş!
Aralık, 86
Kış uykusundaki
bir melek Zelda. ‘nasıl da düzdür ve düz bir tümcede intihar edecektir şair’.
Ve 13 Ekim 1987′de
evinin balkonundan yavaş adımlarla terk
edecektir bekleme salonunu. Daha 29 yaşında. ölüm egemen olmuştur. Muhteşem bir
ölüm, kalan sağların kabul
edemeyecekleri kadar kusursuzdur bu son.
Bir akşam vakti,
yirmi dokuz yaşında; o dokunulmaz güzelliği ve ağzının kenarında ışıldayan o
masum kanla kendisini boşluğa bıraktı..
“Tanıklar
söylüyor, yere düşerken hiç çığlık atmamış.”
Nilgün MARMARA bu
dünyaya terkedildi, mahkum edildi. ‘İçine düştüğü kara toplumda ‘süreç yok
ediciydi’, anlamsızdı. ‘savruk parçalarıyla yayılan anlam ölümcüldü.’ ne o kabul edebildi ne de onlar kabul ettiler
varlığını..
‘Sanki varoluş
beni cezalandırmak ister gibi; yoğunluğundan bana düşen payını benden geri
alarak bu yoğunluğa, olur olmadık herkese ve her şeye fazlasıyla katlayarak
sunuyor. Ülkem yok, cinsim yok, soyum yok, ırkım yok; ve bunlara mal ettirici
biricik güç, inancım yok. Hiçlik tanrısının
kayrasıyla kutsanmış ben yalnızca buna inanabilirim, ben.’
‘Zamansız bir
yitiriş’ oldu daima yaşam anlatılan öyküler yalan, yaşanan rüyalar sahteydi..
oysa onun ‘zaman
dışı boşluklarda sallanan düşsel uçurtmaları’, rüyaları gerçekti.
‘ölü bir kirpi
oluyordum, dikenleri yıldızlar ve yalnızlıkla kıvrılan’ cümlelerde, rüyalarda
varolmaya çalışan ben..
‘Bir sabah
bedenimin tüm hücrelerini ele geçirmiş bir acıyla uyanıyorum, bundan böyle,
nereye baktığı bilinmeyen gözlerinizle her karşılaştığımda katlanacak bir
acıyla’
Hiçbir zaman kabul edemedi bu yaşamı
ve düzeni. Daima çocukluğun o saf akışını özledi..
‘Çocukluğun
kendini saf bir biçimde akışa bırakması ne güzeldi! Yiten bu işte!’
Buralarda kalmaya
dayanabildiği zaman içinde ‘kuğuların ölüm öncesi ezgisi şiirlerim, yalpalayan
hayatımın kara çarşaflı bekçi gizleri’ni yazdı çığlıklarla eksikliğinin
günlüklerini..
“Hayatın neresinden dönülse kârdır.”
.
.
‘anlamın
ötelendiği an’larda
kendini bulmaya
çalışan ben kaç kere
bir intiharın
ellerinden tutmaya çalışacaktı
hantal akşamların
saadet öyküleri nasıl da
yabancısı
olduğumuz şeylerdi..’
ve Nilgün MARMARA
evinin balkonundan boşluğa bıraktı kendini… sonunda terk edişiyle kırbaç
acısıyla gerçekleştirdi varoluşunu ‘kalan sağlara’.. o asla sığamadığı düzeni
intiharıyla sarstı.. bizi titretti.. içinden kahkahalarla baktı bize giderken…
‘ölürken kahkahamı bırakacağım..’ içimizi bir öfke kapladı, kabul edilemezdi bu cürreti ve ithamları.
‘Bir eskiciden
satın alınmış bu teraziyi bir gün başka bir eskiciye vereceğim, o gün,
tozanlarım her bir yana dağılıp toprağın suyun ölümsüzlüğüne eklemlenecekler ve
ben özgürleşeceğim.’
Yeni bir yolculuğa
sızdı Zelda damla damla… ‘Sonra buradan giderim bir hiç için…’
Ölüm Buraya Kadar!
(1) Cemal Süreya,
841. Gün / (2) Cezmi Ersöz, İyiler Erken
Ölür