Thursday, August 15, 2013

Sixteen Tons



Filmi Yazan ve Çeken: ÜMİT KIVANÇ

 Filmi yaparken en çok uğraştığım mevzu maden kazaları oldu.
Kapitalizmin en vahşi halini, emeğinden başka serveti olmayanların uğradığı en korkunç saldırıları yaşamış Batı ülkelerinde, verilmiş sayısız hak ve onur mücadelesi sonucunda, yine de insana saygı kırıntılarını her yerde bulmak mümkün. ABD veya İngiltere’de, 150 yıl önce olmuş kazada ölenlerin isimlerine kolayca ulaşabiliyorsunuz. Bir de Türkiye’nin kaza istatistiklerine bakın. Üşenmeyin, arayın internette. Bizde ölüler, siyasî kimlikleri varsa, yürüyüşlerde pankart yapmaya yarar, yoksa unuturuz giderler. Yukarıdaki, filmde yeralan “kazalar duvarı”ndan bir kesit.

Film metni:
Madenciliğin başka iş kollarından farkı, sadece günışığından yoksunluğu değildir. Kömür madeni deyince çoğu zaman akla tek renk gelir. Oysa madenciliğin istatistikleri bile öbür iş kollarınınkilerden daha renklidir.
Meselâ, başka istatistikler, yıllar, üretim miktarı, ihracat, işçi başına üretim, maliyet şu bu diye giderken, madencilik istatistiklerinde şöyle ilginç kalemler göze çarpar: milyon tona düşen ölüm adedi, yıllara göre ölümlerdeki artış-azalış, yaralı miktarı, falan... Çin’de hâlâ her yıl iki-üç bin madenci, kazalarda ölür. 2004’te her hafta en az on kişinin öldüğü bir kaza mutlaka olmuştu.

Serbest piyasa ekonomisi şöyle çalışır: Madene inip inmemek serbesttir. Sen inmezsen, inecek başka biri mutlaka bulunacaktır. Madenci, duasını eder ya da küfür eder ve aşağı iner. Ama inmeden mutlaka sevdikleriyle vedalaşır, çünkü, dinlediğiniz şarkıda söylendiği gibi, bir defa aşağı indikten sonra “elveda” deme şansı artık yoktur.

Madenci aşağıda ne yapar?

Yukarıdakilere göre cevap basittir: Çalışır. Aşağısı, iş saatinde çalışılıp arada mola verilen, beş dakika dışarı çıkıp gelinebilen bir yer değildir. Kömüre kazmanın vurulduğu yere gidiş dönüş bile bazen saatler sürer.
Madenci yerin yedi kat dibinde ter döker, terini siler, su içer, kömür tozu yutar, yemek yer, üzülür sıkılır, hayal kurar, heyecanlanır, öfkelenir, şakalaşır, kısaca yaşar.
Ve hastalanır.
ABD’de halen, yani 21. yüzyılda, her sene dört bin kadar maden işçisi “madenci hastalığı” denen illete yakalanır. Yeni binyılın parlayan güneşi Çin’de bu rakam yılda 10 bindir. Fransa’da 1920’lerden 1970’lere, ciğerleri hastayken çalışan işçi oranı azalmamış, artmıştır. “Madenci hastalığı”, akciğerleri mahveder, sonunda öldürür.
Nasıl başladı herşey:
İnsanlık, iPhone ve obezite çağına kolay ulaşmadı. Enerji içecekleri ve fitness salonlarına sahip olabilmek için çok meşakkat çekti.
Kimilerine göre, bütün acıların sorumlusu, kendisinden daha barışçıl olan Neandertal insanını kafa göz yararak tarih sahnesinden silen Homo Sapiens Sapiens’ti. Ya da ortada kabahat yoktu; doğa hükmünü yürütmüştü.
Kimilerine göreyse tanrı sorumluydu. Daha sonra cezalandırabilmek için, insanın içine gerekli miktarda kötülük koymuştu.
Tanrıyı dünya işlerine karıştırmaktan yana olmayanlar, bilimi icat etti. Böylece ileride mutfak robotu ve nükleer bomba yapabileceklerdi.
İnsan, irade sahibi özgür bir yaratıktı. Kimin nasıl öleceğine bizzat karar vermeliydi. Bu yüzden içinden bir grubu ayırıp onlara “ötekiler” dedi.
Aklı icat eden Emmanuel Kant ve David Hume, beyazların yüksek duygulara sahip ve her şeye kâdir, siyahların en azından uşak olarak eğitilebilir, Hintlilerin dalavere konusunda akıllı fakat soyut düşünmeye yeteneksiz, Amerika yerlilerininse tembel, tutkusuz, kof, hiçbir işe yaramaz olduğunu keşfettiler.
*

ABD’de siyahların eşitlik mücadelesinin sembol kişiliklerindendir. 1955’te, bir beyaz otursun diye yerinden kaldırılmayı reddederek başlattığı meşhur “otobüs boykotu”, siyahlara cesaret aşıladı.
İnsan, tarihini kendi yapmak istiyordu; bunun için önce yiyecek giyecek barınak üretmesi gerekliydi. İşbölümü yapıldı. Birileri bunları üretti, başkaları tarihi yaptı. Binbir eziyetle, yeni çağlara ulaşıldı. Eziyeti birileri çekti, yeni çağlara başkaları ulaştı.

Bir çağa ulaşıldığında hemen ötekine geçmek gerekiyordu. Tanrı, insanın kendi tarihini yapmasını bu şartla kabul etmişti.
Tüfek çağına varan Avrupalılar, altın-gümüş çağına geçebilmek için, gidip, henüz tüfek çağına ulaşmamış olanları yok ettiler. Ya da esir ettiler. Hernando Cortes, Aztek imparatorluğunu, Francesco Pizarro da İnka’ları yok etti. Buna “Keşifler Çağı” adını verdiler.
Keşfettikleri, Güney Amerika imparatorlukları ve Afrika yerlilerinin, ateşli silahlar karşısında savunmasız oluşuydu. “Biz”, “ötekiler”e ne kadar zulmedebilir diye sınadılar. Görüldü ki, çok edebiliyormuş.
1500’lerin başında İspanyol fatihler gelmeden önce Meksika’nın nüfusu 25 milyondu. 100 yıl sonra bir milyona inmişti. Dünya nüfusu 400 milyon kadarken, “Keşifler Çağı”nda Avrupalıların Güney Amerika’da yolaçtığı telefat, 70 milyondu. Bu rakama, canlı canlı köpeklere parçalattırılan çocuk ve yetişkinler dahildir.
En büyük kâşif, Kristof Kolomb, yerli halktan “boyları posları münasip, iyi hizmetçi olurlar” diye sözeden bir adamdı. Günlüğüne şöyle yazmıştı: “Yerlileri dikkatle inceliyorum ve altınları olup olmadığını anlamaya çalışıyorum... Bu adalar güzel ve verimli, havası da güzel. Henüz bilmediğim şeyler olabilir ama araştırmaya niyetim yok çünkü başka adalar da bulup altın var mı diye bakmak istiyorum.”
Baktılar. Varmış.
spanishAvrupalı “fatihler”in, güya fetihlerine bir tür hukukî zemin yaratmak üzere yerli halka söylediklerinin özeti:
Ya dinimizi kabul edip bize boyun eğersiniz ya da sizi tanrı adına perişan ederiz!
Belçikalı gravürcü Theodorus De Bry 1500’lerde, neyin nasıl keşfedildiğini ayrıntılarıyla resmetti, gravürleri belli başlı Avrupa ülkelerinde görüldü, bilindi. Yine de kanlı soyguna “keşifler” dendi. Çünkü seferleri Avrupalı sermayedarlar finanse etmiş, bu sayede serbest piyasa ekonomisinin temelleri atılmıştı.
Böylece İngiltere’de 6-7 yaşındaki çocukların, sokaklarda koşuşturmak yerine sabah karanlığından gece karanlığına fabrikalarda çalışması mümkün hale gelecekti. Köle taşıyanlar, köle isyanından şöyle yakınabilecekti: “Adamları vuramıyorsun da. Her biri 1000 frank değerinde.” İleri ki bir aşamada, insanlık yok ettiği uygarlığın adına araba modeli yapabilecekti.
pontiacAztek!
Pontiac’ın Aztec modeli. Neyi hatırlatmak ya da anmak için kondu acaba? Pontiac da beyazlara karşı epey direnmiş bir Kızılderili reisiydi. Bu firmanın kıyımlarla ilgili bir takıntısı olmalı.
İnsan, binyıllara yayılan macerası içinde, hayatın anlamını kendine sık sık sordu. Fakat nedense, içinde yaşadığı düzenleri anlayamadı. Tam bunu yapabileceği sırada da ilerleme diye bir şey icat edildi ve kimsenin vakti kalmadı.
Sömürgeci fatihlerin silahı tüfek, Sanayi Devrimi’ninki buhar makinesiydi. İnsanlık bugüne kadar karanlıkta el yordamıyla dolaşmış, zamanını boşa harcamıştı. Halbuki insanlığın bir kısmı fabrikalarda sakat edilir veya karanlıkta sürünmeye devam ederse öbür kısmı trenle gezebilir ya da buharlı gemilerle savaşabilirdi. Bol bol kömür lâzımdı.
Beyaz adama göre kölelerin hepsi birbirine benziyordu. Derilerine kızgın demirle patronun logosunu dağlama yöntemi geliştirildi. Ekonomi yeniliklerle yürür ve insanlık ilerler.
Madem dünyanın öbür ucundaki silahsızları silah zoruyla madenlere sokmak mümkün olmuştu, parası ve silahı olanlar bunu kendi ülkelerinde de yapabilirlerdi. Parası ve silahı olmayanlar çoktu.
İnsanlık ilerleme için aklını kullandı. Önce, beş yaşını geçmiş her yoksul çocuğu yeraltına gönderebileceğini akıl etti. Veletler hem daracık tünellerde kolaylıkla gidip gelebilirler hem de büyüklere göre çok daha düşük ücretle çalıştırılabilirlerdi.
Akıl yoksulları çoluk çocuk madenlere gönderdi, din de karanlıkta can verenlerin arkasından ilâhiler söyleyerek kalanları teselli etmeye koyuldu.
Böylece ertesi gün yine madene inebileceklerdi. İndiler.
Bir tarafından insan atılıp öbür tarafından kömür çıkarılan madencilik faaliyeti işte böyle sanayi haline geldi.
“Fitness sanayii”nin ABD’de ulaştığı hacim, 17 ile 24 milyar dolar arasında tahmin ediliyor. Fitness işlerinde 500 binden fazla insan çalışıyor. Rejim ve kilo ver(dir)me “sanayii” daha büyük: hacmi 40 milyar dolar civarında. Dünyadaki en yoksul yaklaşık 630 milyon insanın kişi başına yıllık geliri bir iPhone almaya yetmiyor.

Amrita Sher-Gill 20. yüzyılın en büyük Hintli ressamları arasındadır. 1913-1941 yılları arasında yaşadı. Piyano ve keman çalardı.
Orangutan Avrupalı’ya göre Afrikalı’nın yüz şekli, orangutanınkiyle neredeyse aynıydı. Avrupalı insan, ötekiler de ilkel bazı yaratıklardı.
Batı edebiyatının gelmiş geçmiş en büyük yazarlarından William Shakespeare (1564-1616), 38 oyun, 154 sone ve iki uzun manzum anlatıyı toplam 24 bin kelime kullanarak yazmıştı. Avrupalıların yok ettiği Aztekler’in dili Nahuatl, 27 bin kelime içeriyordu. Shakespeare’in doğumundan yaklaşık 45 yıl önce İspanyollar Meksika’ya girdi ve bugün dünyada Aztek dilini biraz olsun bilen sadece bir milyon kişi var. Yalnız bu dille anlaşanların sayısıysa 100 bin. Nahuatl, hayli nüanslı bir dildi. Hitap edileni de kapsayan “biz” ile, muhatabı kapsamayan “biz” için ayrı kavramları vardı meselâ. Kakao, çukulata, domates (tomato) gibi pek çok kelime bu dilden gelmedir.

Günümüzde bilim insanları, yılı 365.2422 gün olarak hesaplıyorlar. Gregoryen takvimine göre bu rakam 365.2425. Avrupalılar yakıp yıkmadan önce Meksikalılar aynı hesabı 365.2420 gün olarak yapmışlardı. Bu kadar küçük fark için insanları yok etmeye değmezmiş herhalde... Avrupalıların yok ettiği “ilkel yerliler”in uygarlığı üzerine kabaca fikir sahibi olmak isterseniz buraya tıklayın.
balboaVasco Nunez de Balboa,
Pasifik Okyanusu’nun doğu kıyısını gören ilk Avrupalı’ydı. Büyük zalimdi. İnsanları köpeklere parçalattırma gibi yöntemlerle fetihler yapmış, bugünkü Panama ve çevresinde hüküm sürmüştü. Adı bile unutulması gereken bir kişiyken, halen Panama’da adına parklar, caddeler, anıtlar var. Daha fenası, Panama’nın resmî para birimi (Balboa) onun adını taşıyor, madeni paraların bir yüzünde de resmi var. San Francisco’da, bir parkla caddeye adı verilmiş. Yine California’da, San Diego’da da büyük bir Balboa parkı var. Birçok anıtla onurlandırıldığı İspanya’da, Madrid’de bir cadde ile metro istasyonunun adı Balboa. Filmde yeralan Kolomb anıtı da, İspanya’da değil Guatemala’da bulunuyor. Heykeltraşı, Tomás Mur.
Kölelerin isyanı:
Götürülürken açık denizde isyan etmiş kölelere ateş açılmasını, kölelerin denize atlayışını gösteren bu resim, ilk olarak, sömürgeleştirme üzerine bir kitapta yeralmış. Köleliğe karşı mücadelenin öndegelen isimlerinden Carl B. Wadstrom’un 1794-95’te basılan kitabının orijinal adı, “An Essay on Colonization, particularly applied to the Western Coast of Africa”. Yani güncel fotoğraf niyetine kullanılmış bir “görsel malzeme”.
Filmdeki çocuk madenci fotoğrafları Lewis Wickes Hine’ın (1874-1940). Ömrünü sosyal adalet için çalışarak geçirmiş bu olağanüstü fotoğrafçıyı bugün pek az insan tanır. Tıpkı 66 yaşında bir hastanede hayata gözlerini kapatmadan önceki yıllarda olduğu gibi. ABD’de çocukların çalıştırılmasına son verilsin diye uğraşan Ulusal Çocuk Emeği Komitesi (NCLC) için çektiği çocuk işçi fotoğrafları muhteşemdir. Sanayide çalışan yetişkinleri, Empire State Building gökdeleni inşaatı işçilerini de görüntülemiş, her karesiyle “bu işte bir yanlışlık var” dedirtmiş bir insandır. Herhalde bu yüzden, öldüğünde oğlunun fotoğraflarını sunduğu New York Modern Sanatlar Müzesi, bu hazineyi reddetmiştir. (Belki de müze yöneticileri piyasaları huzursuz etmek istememiştir.) Fotoğraflar Rochester’daki George Eastman House’a (Kodak’ın kurucusunun adını taşıyan müze) verilmiştir.
16 Ton (sixteen Tons)
Filme adını veren parçayı ilk olarak en başta, Frank Zappa yorumuyla dinliyoruz. Gerçi bu yorumla ilgili şüpheler yok değil. Zappa’nın, Paul Buff ve Ronnie Williams’la çıkardığı 45’liğin sadece öbür yüzünde (“Breaktime”) çaldığı ileri sürülüyor. “Keşifler Çağı”nda, arkada çalan versiyon ise, Meksika’dan Los Autenticos’a ait; bu durumda adı da “16 Toneladas” oluyor.
“72 millet” terimi herhalde başka hiçbir yerde ve zamanda 20. yüzyıl dönümü ABD’si için olduğu kadar gerçeği ifade etmemiştir. 1920’de Colorado kömür madenlerinde çalışan 12.799 işçi milliyetlerine göre şöyle dağılıyordu: 3651 Amerikalı, 2325 Meksikalı, 2292 İtalyan, 857 Hırvat, 405 Yunanlı, 369 Sloven, 258 “Zenci”, 245 Bulgar, 223 İngiliz, 221 Avusturyalı, 210 İskoç, 192 Galli, 176 Polonyalı, 153 Alman, 148 Fransız, 122 İspanyol, 116 Rus, 104 İrlandalı, 93 Macar, 72 Sırp, 63 Bohemyalı, 63 İsveçli, 54 Finlandiyalı, 38 Rumen, 18 Japon, 18 Karadağlı, 16 Belçikalı. Birbirlerinin dilini anlamasalar da bu işçilerin anladığı ortak bir dilin varolduğu su götürmez. Birleşik Maden İşçileri Sendikası bu sayede 140 bin üyeye sahip olabilmiş, 1902’de başlattığı grevi ABD Başkanı Theodore Roosevelt’in müdahalesine kadar dokuz ay sürdürebilmişti.
Pennsylvania’daki grevci işçiler, 1897 Eylül’ünde sendika hakkı için Lattimer ocağına yürüyüşe geçtiler. Şerif, silahlı adamlarıyla karşılarına dikildi, ellerindeki Amerikan bayrağını çekip aldı ve “Dağılın!” dedi. Dağılmaya çalıştılar, ama arkalarından ateş açıldı, Polonyalı, Slovak ve Litvanyalı işçilerden 25’i öldü. O zamanın işçileri serbest piyasa ekonomisini iyi kavrayamamış olmalıydılar ki, İngiliz, İskoç, Galli bakmadan bir araya geliyor, topluca ölüyorlardı. Hırvat, Bohemyalı ve İtalyan işçiler de arkadaşları öldürülünce tıpış tıpış işe dönmüyorlardı.
Şerif, kalan sağlarla başa çıkamayacağını düşünüp Ulusal Muhafızları çağırdı. Onlar da tüfekleri ve toplarıyla geldiler. Toplar işe yaramadı. İşçiler maden maden dolaşıp sendikayı ve grevi yaymaya devam ettiler.
Ellerindeki tüfekler sizi yanıltmasın, esas olarak, avlanıp karınlarını doyurmak için taşıyorlardı bunları. Yine de, madenden madene sıçrayan sendika, ortalıkta dolaşan silahlı işçiler... piyasalar fena halde huzursuzdu.
silahlılar
Virden, 1900’lere girerken yörede ufacık bir madenci kasabasıydı. 20 yıl sonraki hali de buydu. Chicago Virden Kömür Şirketi’nin patronları, grevci işçilere karşı, madenin etrafına yüksek bir ahşap duvar çektirmiş, arkasına silahlı muhafızlar koymuş, bekliyorlardı. Madene sendika girememiş, ama iş de durmuştu. Patronlar güneyden, Alabama’dan 200 kadar siyah işçi toplayıp, aileleriyle birlikte trene bindirdiler, yola çıkardılar. Virden’da işçiler bunu haber almış, tren yoluna barikat kurmuş bekliyorlardı. Tren Illinois’ye yaklaştığında, bütün bunlardan hiç haberi olmayan siyahlar, trene silahlı beyaz adamların bindiğini gördüler. Siyahların bulunduğu vagonun pencerelerindeki perdeler indirildi, vagonun kapıları kilitlendi. Tren Virden’a girerken, demiryolu civarında bekleşen işçilerin üzerine trenden ve madenden ateş açıldı. Sekiz işçi öldü, kırkı yaralandı.
okRed
Ateş edenler ustaydı. Maden şirketi, eski polisleri ve özel detektifleri getirmiş, onları Winchester tüfeklerle donatmıştı. İşçiler de hazırlıksız değildi, onlar da karşılık verdi. İşverenin silahlı kuvvetlerinden dört kişi öldü, beşi yaralandı. Tren, siyah işçileri getirdiği gibi geri götürdü. Onlardan sadece biri yaralanmıştı. İşçiler sekiz ölü vermiş ama şirketi alt etmişlerdi. Bir ay sonra patronlar, hem ücret artışını hem de sekiz saatlik işgününü kabul ederken, grevi kırmak için Ulusal Muhafızları çağırmaya yanaşmayan valiye küfrediyorlardı.
E, tabiî, serbest piyasanın işleyişi bozulmuştu. Şöyle olmalıydı: Sen birilerinin sırtından kazanırsın, onlar itiraz ederse vali muhafızları çağırır.
Virden’lılar da aradan yüz kusur yıl geçtikten sonra kasabalarına 1898’de yaşananları hikâye eden bir anıt yaptırdılar. İzlediğiniz, 2006’da açılan bu anıtın görüntüleri.
Türkiye’nin ne kadar çok yerini böyle anıtlarla bezeyebiliriz... Hem bronz sektörü canlanır, piyasaya katkı olur.
Şair Ceyhun Atıf Kansu şöyle anlatmıştı:
Ana, kardeş, çocuk, bıraktılar geldiler
Yeryüzünden yüz kırk metre aşağı indiler
Bir uğultu duyuluyor, neyleyim neyli
Çıkamadılar, tam kırk sekiz kişi idiler.

Böyledir, madenciler toptan ölür.
Ağır olur kara gözlü kömürlerin uykusu
Çeker kucağına Ereğli’den, Devrek’ten
Nice uykusuz garipleri bir anda uyutur.



Şair, Melih Cevdet Anday, büyükşehir orta sınıf genç kızlarının kışın en soğuk günlerinde apartmanlarında tişörtle dolaşabilmesini sağlayan ilerleme düzeyimizi şöyle anlatır:
Dipte, maviliklerin oynaştığı,
Küçük bir balığın kanadı gibi yalnız,
Umutsuzluğun bir anlamı kalmadığı,
Kumlara gömülmüş ya da kayaya takılmış
Çapanın, gemisini bekleyen çapanın
Altında, toprak başlar ya, sonra da
Maden. Az önce çökmüş madenin altında,
Lamba söndükten sonra yıkılmış tavanın
Ve duvarı tutan kalasın altında
Tek başınaydı yaralı işçi, karanlık
Yok etmiş gözlerini ama
Kendindeydi daha, ufak bir güneş,
Dünyanın en ufak güneşi,
Çocukluk gibi, düşüncesiz kuşlar gibi,
Duydu demir aldığını geminin
Gürültülerle.
Ve yukarda,
Uzak bir göğün altındaydı deniz,
Bulutlar, martılar ve deniz.


Melih Cevdet Anday’ın şiiri insana, “bir trajedi bu kadar dolaylı ve tam da bu yüzden bu kadar hazin mi anlatılır!” dedirtiyor.
Herhalde şiir denen şey tam da bu olsa gerek.
Onlar ölünce serbest piyasa ekonomisi ve ilerleme geçici bir kesintiye uğrar. İş durur.
Geride kalanlar ikiye ayrılır: Yaralılar ve öbürleri. Yaralılar zararsızdır.
Öbürleri tehlikeli bir sessizliğe bürünürler. Donup kalırlar. Yeterince donmazlarsa diye başlarına askerler dikilir.
Madenci cenazelerinde şehrin ve devletin ileri gelenleri çok üzülür. Acısı ve öfkesi her an isyan duygusuna dönüşebilecek kalabalık, adı üstünde, onlardan kalabalıktır. Henüz dul kalmış eşlerin, yetim kalmış çocukların üstüne askeri polisi sürmek zorunda kalabileceklerini bilmek, yetkililerin hassas ruhlarını incitir.
Madencilerin geride bıraktıklarıysa... ağlayacak ve yine çalışacaklardır. Serbest piyasa ekonomisi böyle işler. Çalışacaklar ve vakitsiz öleceklerdir. Kaza olmazsa, kömür tozu yapışmış ciğerleri yüzünden.