Filmi Yazan ve
Çeken: ÜMİT KIVANÇ
Filmi yaparken
en çok uğraştığım mevzu maden kazaları oldu.
Kapitalizmin en
vahşi halini, emeğinden başka serveti olmayanların uğradığı en korkunç
saldırıları yaşamış Batı ülkelerinde, verilmiş sayısız hak ve onur mücadelesi
sonucunda, yine de insana saygı kırıntılarını her yerde bulmak mümkün. ABD veya
İngiltere’de, 150 yıl önce olmuş kazada ölenlerin isimlerine kolayca
ulaşabiliyorsunuz. Bir de Türkiye’nin kaza istatistiklerine bakın. Üşenmeyin,
arayın internette. Bizde ölüler, siyasî kimlikleri varsa, yürüyüşlerde pankart
yapmaya yarar, yoksa unuturuz giderler. Yukarıdaki, filmde yeralan “kazalar
duvarı”ndan bir kesit.
Film metni:
Madenciliğin
başka iş kollarından farkı, sadece günışığından yoksunluğu değildir. Kömür
madeni deyince çoğu zaman akla tek renk gelir. Oysa madenciliğin istatistikleri
bile öbür iş kollarınınkilerden daha renklidir.
Meselâ, başka
istatistikler, yıllar, üretim miktarı, ihracat, işçi başına üretim, maliyet şu
bu diye giderken, madencilik istatistiklerinde şöyle ilginç kalemler göze
çarpar: milyon tona düşen ölüm adedi, yıllara göre ölümlerdeki artış-azalış,
yaralı miktarı, falan... Çin’de hâlâ her yıl iki-üç bin madenci, kazalarda
ölür. 2004’te her hafta en az on kişinin öldüğü bir kaza mutlaka olmuştu.
Serbest piyasa
ekonomisi şöyle çalışır: Madene inip inmemek serbesttir. Sen inmezsen, inecek
başka biri mutlaka bulunacaktır. Madenci, duasını eder ya da küfür eder ve
aşağı iner. Ama inmeden mutlaka sevdikleriyle vedalaşır, çünkü, dinlediğiniz
şarkıda söylendiği gibi, bir defa aşağı indikten sonra “elveda” deme şansı
artık yoktur.
Madenci aşağıda ne yapar?
Yukarıdakilere
göre cevap basittir: Çalışır. Aşağısı, iş saatinde çalışılıp arada mola
verilen, beş dakika dışarı çıkıp gelinebilen bir yer değildir. Kömüre kazmanın
vurulduğu yere gidiş dönüş bile bazen saatler sürer.
Madenci yerin
yedi kat dibinde ter döker, terini siler, su içer, kömür tozu yutar, yemek yer,
üzülür sıkılır, hayal kurar, heyecanlanır, öfkelenir, şakalaşır, kısaca yaşar.
Ve hastalanır.
ABD’de halen,
yani 21. yüzyılda, her sene dört bin kadar maden işçisi “madenci hastalığı”
denen illete yakalanır. Yeni binyılın parlayan güneşi Çin’de bu rakam yılda 10
bindir. Fransa’da 1920’lerden 1970’lere, ciğerleri hastayken çalışan işçi oranı
azalmamış, artmıştır. “Madenci hastalığı”, akciğerleri mahveder, sonunda
öldürür.
Nasıl başladı
herşey:
İnsanlık, iPhone
ve obezite çağına kolay ulaşmadı. Enerji içecekleri ve fitness salonlarına
sahip olabilmek için çok meşakkat çekti.
Kimilerine göre,
bütün acıların sorumlusu, kendisinden daha barışçıl olan Neandertal insanını
kafa göz yararak tarih sahnesinden silen Homo Sapiens Sapiens’ti. Ya da ortada
kabahat yoktu; doğa hükmünü yürütmüştü.
Kimilerine
göreyse tanrı sorumluydu. Daha sonra cezalandırabilmek için, insanın içine
gerekli miktarda kötülük koymuştu.
Tanrıyı dünya
işlerine karıştırmaktan yana olmayanlar, bilimi icat etti. Böylece ileride
mutfak robotu ve nükleer bomba yapabileceklerdi.
İnsan, irade
sahibi özgür bir yaratıktı. Kimin nasıl öleceğine bizzat karar vermeliydi. Bu
yüzden içinden bir grubu ayırıp onlara “ötekiler” dedi.
Aklı icat eden Emmanuel Kant ve
David Hume, beyazların yüksek duygulara sahip ve her şeye kâdir, siyahların en
azından uşak olarak eğitilebilir, Hintlilerin dalavere konusunda akıllı fakat
soyut düşünmeye yeteneksiz, Amerika yerlilerininse tembel, tutkusuz, kof,
hiçbir işe yaramaz olduğunu keşfettiler.
*
ABD’de
siyahların eşitlik mücadelesinin sembol kişiliklerindendir. 1955’te, bir beyaz
otursun diye yerinden kaldırılmayı reddederek başlattığı meşhur “otobüs boykotu”,
siyahlara cesaret aşıladı.
İnsan, tarihini
kendi yapmak istiyordu; bunun için önce yiyecek giyecek barınak üretmesi
gerekliydi. İşbölümü yapıldı. Birileri bunları üretti, başkaları tarihi yaptı.
Binbir eziyetle, yeni çağlara ulaşıldı. Eziyeti birileri çekti, yeni çağlara
başkaları ulaştı.
Bir çağa
ulaşıldığında hemen ötekine geçmek gerekiyordu. Tanrı, insanın kendi tarihini
yapmasını bu şartla kabul
etmişti.
Tüfek çağına
varan Avrupalılar, altın-gümüş çağına geçebilmek için, gidip, henüz tüfek
çağına ulaşmamış olanları yok ettiler. Ya da esir ettiler. Hernando Cortes,
Aztek imparatorluğunu, Francesco Pizarro da İnka’ları yok etti. Buna “Keşifler
Çağı” adını verdiler.
Keşfettikleri,
Güney Amerika imparatorlukları ve Afrika yerlilerinin, ateşli silahlar
karşısında savunmasız oluşuydu. “Biz”, “ötekiler”e ne kadar zulmedebilir diye
sınadılar. Görüldü ki, çok edebiliyormuş.
1500’lerin
başında İspanyol fatihler gelmeden önce Meksika’nın nüfusu 25 milyondu. 100 yıl
sonra bir milyona inmişti. Dünya nüfusu 400 milyon kadarken, “Keşifler Çağı”nda
Avrupalıların Güney Amerika’da yolaçtığı telefat, 70 milyondu. Bu rakama, canlı
canlı köpeklere parçalattırılan çocuk ve yetişkinler dahildir.
En büyük kâşif,
Kristof Kolomb, yerli halktan “boyları posları münasip, iyi hizmetçi olurlar”
diye sözeden bir adamdı. Günlüğüne şöyle yazmıştı: “Yerlileri dikkatle
inceliyorum ve altınları olup olmadığını anlamaya çalışıyorum... Bu adalar
güzel ve verimli, havası da güzel. Henüz bilmediğim şeyler olabilir ama
araştırmaya niyetim yok çünkü başka adalar da bulup altın var mı diye bakmak
istiyorum.”
Baktılar.
Varmış.
spanishAvrupalı “fatihler”in,
güya fetihlerine bir tür hukukî zemin yaratmak üzere yerli halka
söylediklerinin özeti:
Ya dinimizi kabul edip bize boyun
eğersiniz ya da sizi tanrı adına perişan ederiz!
Belçikalı
gravürcü Theodorus De Bry 1500’lerde, neyin nasıl keşfedildiğini ayrıntılarıyla
resmetti, gravürleri belli başlı Avrupa ülkelerinde görüldü, bilindi. Yine de
kanlı soyguna “keşifler” dendi. Çünkü seferleri Avrupalı sermayedarlar finanse
etmiş, bu sayede serbest piyasa ekonomisinin temelleri atılmıştı.
Böylece
İngiltere’de 6-7 yaşındaki çocukların, sokaklarda koşuşturmak yerine sabah
karanlığından gece karanlığına fabrikalarda çalışması mümkün hale gelecekti.
Köle taşıyanlar, köle isyanından şöyle yakınabilecekti: “Adamları vuramıyorsun
da. Her biri 1000 frank değerinde.” İleri ki bir aşamada, insanlık yok ettiği
uygarlığın adına araba modeli yapabilecekti.
pontiacAztek!
Pontiac’ın Aztec modeli. Neyi hatırlatmak ya da
anmak için kondu acaba? Pontiac
da beyazlara karşı epey direnmiş bir Kızılderili reisiydi. Bu firmanın
kıyımlarla ilgili bir takıntısı olmalı.
İnsan,
binyıllara yayılan macerası içinde, hayatın anlamını kendine sık sık sordu.
Fakat nedense, içinde yaşadığı düzenleri anlayamadı. Tam bunu yapabileceği
sırada da ilerleme diye bir şey icat edildi ve kimsenin vakti kalmadı.
Sömürgeci
fatihlerin silahı tüfek, Sanayi Devrimi’ninki buhar makinesiydi. İnsanlık
bugüne kadar karanlıkta el yordamıyla dolaşmış, zamanını boşa harcamıştı.
Halbuki insanlığın bir kısmı fabrikalarda sakat edilir veya karanlıkta
sürünmeye devam ederse öbür kısmı trenle gezebilir ya da buharlı gemilerle
savaşabilirdi. Bol bol kömür lâzımdı.
Beyaz adama göre
kölelerin hepsi birbirine benziyordu. Derilerine kızgın demirle patronun
logosunu dağlama yöntemi geliştirildi. Ekonomi yeniliklerle yürür ve insanlık
ilerler.
Madem dünyanın
öbür ucundaki silahsızları silah zoruyla madenlere sokmak mümkün olmuştu,
parası ve silahı olanlar bunu kendi ülkelerinde de yapabilirlerdi. Parası ve
silahı olmayanlar çoktu.
İnsanlık
ilerleme için aklını kullandı. Önce, beş yaşını geçmiş her yoksul çocuğu
yeraltına gönderebileceğini akıl etti. Veletler hem daracık tünellerde
kolaylıkla gidip gelebilirler hem de büyüklere göre çok daha düşük ücretle
çalıştırılabilirlerdi.
Akıl yoksulları
çoluk çocuk madenlere gönderdi, din de karanlıkta can verenlerin arkasından
ilâhiler söyleyerek kalanları teselli etmeye koyuldu.
Böylece ertesi
gün yine madene inebileceklerdi. İndiler.
Bir tarafından
insan atılıp öbür tarafından kömür çıkarılan madencilik faaliyeti işte böyle
sanayi haline geldi.
“Fitness sanayii”nin
ABD’de ulaştığı hacim, 17 ile 24 milyar dolar arasında tahmin ediliyor. Fitness
işlerinde 500 binden fazla insan çalışıyor. Rejim ve kilo ver(dir)me “sanayii”
daha büyük: hacmi 40 milyar dolar civarında. Dünyadaki en yoksul yaklaşık 630
milyon insanın kişi başına yıllık geliri bir iPhone almaya yetmiyor.
Amrita Sher-Gill
20. yüzyılın en büyük Hintli ressamları arasındadır. 1913-1941 yılları arasında
yaşadı. Piyano ve keman çalardı.
Orangutan
Avrupalı’ya göre Afrikalı’nın yüz şekli, orangutanınkiyle neredeyse aynıydı.
Avrupalı insan, ötekiler de ilkel bazı yaratıklardı.
Batı
edebiyatının gelmiş geçmiş en büyük yazarlarından William Shakespeare
(1564-1616), 38 oyun, 154 sone ve iki uzun manzum anlatıyı toplam 24 bin kelime
kullanarak yazmıştı. Avrupalıların yok ettiği Aztekler’in dili Nahuatl, 27 bin
kelime içeriyordu. Shakespeare’in doğumundan yaklaşık 45 yıl önce İspanyollar
Meksika’ya girdi ve bugün dünyada Aztek dilini biraz olsun bilen sadece bir
milyon kişi var. Yalnız bu dille anlaşanların sayısıysa 100 bin. Nahuatl, hayli
nüanslı bir dildi. Hitap edileni de kapsayan “biz” ile, muhatabı kapsamayan “biz”
için ayrı kavramları vardı meselâ. Kakao, çukulata, domates (tomato) gibi pek
çok kelime bu dilden gelmedir.
Günümüzde bilim
insanları, yılı 365.2422 gün olarak hesaplıyorlar. Gregoryen takvimine göre bu
rakam 365.2425. Avrupalılar yakıp yıkmadan önce Meksikalılar aynı hesabı
365.2420 gün olarak yapmışlardı. Bu kadar küçük fark için insanları yok etmeye
değmezmiş herhalde... Avrupalıların yok ettiği “ilkel yerliler”in uygarlığı
üzerine kabaca fikir sahibi olmak isterseniz buraya tıklayın.
balboaVasco
Nunez de Balboa,
Pasifik Okyanusu’nun
doğu kıyısını gören ilk Avrupalı’ydı. Büyük zalimdi. İnsanları köpeklere
parçalattırma gibi yöntemlerle fetihler yapmış, bugünkü Panama ve
çevresinde hüküm sürmüştü. Adı bile unutulması gereken bir kişiyken, halen
Panama’da adına parklar, caddeler, anıtlar var. Daha fenası, Panama’nın
resmî para birimi (Balboa) onun adını taşıyor, madeni paraların bir yüzünde de
resmi var. San Francisco’da, bir parkla caddeye adı verilmiş. Yine California’da,
San Diego’da da büyük bir Balboa parkı var. Birçok anıtla onurlandırıldığı
İspanya’da, Madrid’de bir cadde ile metro istasyonunun adı Balboa. Filmde
yeralan Kolomb anıtı da, İspanya’da değil Guatemala’da bulunuyor. Heykeltraşı,
Tomás Mur.
Kölelerin
isyanı:
Götürülürken
açık denizde isyan etmiş kölelere ateş açılmasını, kölelerin denize atlayışını
gösteren bu resim, ilk olarak, sömürgeleştirme üzerine bir kitapta yeralmış.
Köleliğe karşı mücadelenin öndegelen isimlerinden Carl B. Wadstrom’un 1794-95’te
basılan kitabının orijinal adı, “An Essay on Colonization, particularly applied
to the Western Coast
of Africa”. Yani güncel fotoğraf niyetine
kullanılmış bir “görsel malzeme”.
Filmdeki çocuk
madenci fotoğrafları Lewis Wickes Hine’ın (1874-1940). Ömrünü sosyal adalet
için çalışarak geçirmiş bu olağanüstü fotoğrafçıyı bugün pek az insan tanır.
Tıpkı 66 yaşında bir hastanede hayata gözlerini kapatmadan önceki yıllarda
olduğu gibi. ABD’de çocukların çalıştırılmasına son verilsin diye uğraşan
Ulusal Çocuk Emeği Komitesi (NCLC) için çektiği çocuk işçi fotoğrafları
muhteşemdir. Sanayide çalışan yetişkinleri, Empire State
Building gökdeleni
inşaatı işçilerini de görüntülemiş, her karesiyle “bu işte bir yanlışlık var”
dedirtmiş bir insandır. Herhalde bu yüzden, öldüğünde oğlunun fotoğraflarını
sunduğu New York Modern Sanatlar Müzesi, bu hazineyi reddetmiştir. (Belki de
müze yöneticileri piyasaları huzursuz etmek istememiştir.) Fotoğraflar
Rochester’daki George Eastman House’a (Kodak’ın kurucusunun adını taşıyan müze)
verilmiştir.
16 Ton (sixteen
Tons)
Filme adını
veren parçayı ilk olarak en başta, Frank Zappa yorumuyla dinliyoruz. Gerçi bu
yorumla ilgili şüpheler yok değil. Zappa’nın, Paul Buff ve Ronnie Williams’la
çıkardığı 45’liğin sadece öbür yüzünde (“Breaktime”) çaldığı ileri sürülüyor. “Keşifler
Çağı”nda, arkada çalan versiyon ise, Meksika’dan Los Autenticos’a ait; bu
durumda adı da “16 Toneladas” oluyor.
“72 millet”
terimi herhalde başka hiçbir yerde ve zamanda 20. yüzyıl dönümü ABD’si için
olduğu kadar gerçeği ifade etmemiştir. 1920’de Colorado kömür madenlerinde
çalışan 12.799 işçi milliyetlerine göre şöyle dağılıyordu: 3651 Amerikalı, 2325
Meksikalı, 2292 İtalyan, 857 Hırvat, 405 Yunanlı, 369 Sloven, 258 “Zenci”, 245
Bulgar, 223 İngiliz, 221 Avusturyalı, 210 İskoç, 192 Galli, 176 Polonyalı, 153
Alman, 148 Fransız, 122 İspanyol, 116 Rus, 104 İrlandalı, 93 Macar, 72 Sırp, 63
Bohemyalı, 63 İsveçli, 54 Finlandiyalı, 38 Rumen, 18 Japon, 18 Karadağlı, 16
Belçikalı. Birbirlerinin dilini anlamasalar da bu işçilerin anladığı ortak bir
dilin varolduğu su götürmez. Birleşik Maden İşçileri Sendikası bu sayede 140
bin üyeye sahip olabilmiş, 1902’de başlattığı grevi ABD Başkanı Theodore
Roosevelt’in müdahalesine kadar dokuz ay sürdürebilmişti.
Pennsylvania’daki
grevci işçiler, 1897 Eylül’ünde sendika hakkı için Lattimer ocağına yürüyüşe
geçtiler. Şerif, silahlı adamlarıyla karşılarına dikildi, ellerindeki Amerikan
bayrağını çekip aldı ve “Dağılın!” dedi. Dağılmaya çalıştılar, ama arkalarından
ateş açıldı, Polonyalı, Slovak ve Litvanyalı işçilerden 25’i öldü. O zamanın
işçileri serbest piyasa ekonomisini iyi kavrayamamış olmalıydılar ki, İngiliz,
İskoç, Galli bakmadan bir araya geliyor, topluca ölüyorlardı. Hırvat, Bohemyalı
ve İtalyan işçiler de arkadaşları öldürülünce tıpış tıpış işe dönmüyorlardı.
Şerif, kalan
sağlarla başa çıkamayacağını düşünüp Ulusal Muhafızları çağırdı. Onlar da
tüfekleri ve toplarıyla geldiler. Toplar işe yaramadı. İşçiler maden maden
dolaşıp sendikayı ve grevi yaymaya devam ettiler.
Ellerindeki
tüfekler sizi yanıltmasın, esas olarak, avlanıp karınlarını doyurmak için
taşıyorlardı bunları. Yine de, madenden madene sıçrayan sendika, ortalıkta
dolaşan silahlı işçiler... piyasalar fena halde huzursuzdu.
silahlılar
Virden, 1900’lere
girerken yörede ufacık bir madenci kasabasıydı. 20 yıl sonraki hali de buydu.
Chicago Virden Kömür Şirketi’nin patronları, grevci işçilere karşı, madenin
etrafına yüksek bir ahşap duvar çektirmiş, arkasına silahlı muhafızlar koymuş,
bekliyorlardı. Madene sendika girememiş, ama iş de durmuştu. Patronlar
güneyden, Alabama’dan 200 kadar siyah işçi toplayıp, aileleriyle birlikte trene
bindirdiler, yola çıkardılar. Virden’da işçiler bunu haber almış, tren yoluna
barikat kurmuş bekliyorlardı. Tren Illinois’ye yaklaştığında, bütün bunlardan
hiç haberi olmayan siyahlar, trene silahlı beyaz adamların bindiğini gördüler.
Siyahların bulunduğu vagonun pencerelerindeki perdeler indirildi, vagonun
kapıları kilitlendi. Tren Virden’a girerken, demiryolu civarında bekleşen
işçilerin üzerine trenden ve madenden ateş açıldı. Sekiz işçi öldü, kırkı
yaralandı.
okRed
Ateş edenler
ustaydı. Maden şirketi, eski polisleri ve özel detektifleri getirmiş, onları Winchester tüfeklerle
donatmıştı. İşçiler de hazırlıksız değildi, onlar da karşılık verdi. İşverenin
silahlı kuvvetlerinden dört kişi öldü, beşi yaralandı. Tren, siyah işçileri
getirdiği gibi geri götürdü. Onlardan sadece biri yaralanmıştı. İşçiler sekiz
ölü vermiş ama şirketi alt etmişlerdi. Bir ay sonra patronlar, hem ücret
artışını hem de sekiz saatlik işgününü kabul
ederken, grevi kırmak için Ulusal Muhafızları çağırmaya yanaşmayan valiye
küfrediyorlardı.
E, tabiî,
serbest piyasanın işleyişi bozulmuştu. Şöyle olmalıydı: Sen birilerinin
sırtından kazanırsın, onlar itiraz ederse vali muhafızları çağırır.
Virden’lılar da
aradan yüz kusur yıl geçtikten sonra kasabalarına 1898’de yaşananları hikâye eden bir anıt
yaptırdılar. İzlediğiniz, 2006’da açılan bu anıtın görüntüleri.
Türkiye’nin ne
kadar çok yerini böyle anıtlarla bezeyebiliriz... Hem bronz sektörü canlanır,
piyasaya katkı olur.
Şair Ceyhun Atıf
Kansu şöyle anlatmıştı:
Ana, kardeş, çocuk,
bıraktılar geldiler
Yeryüzünden yüz kırk
metre aşağı indiler
Bir uğultu
duyuluyor, neyleyim neyli
Çıkamadılar, tam
kırk sekiz kişi idiler.
Böyledir,
madenciler toptan ölür.
Ağır olur kara gözlü
kömürlerin uykusu
Çeker kucağına
Ereğli’den, Devrek’ten
Nice uykusuz
garipleri bir anda uyutur.
Şair, Melih
Cevdet Anday, büyükşehir orta sınıf genç kızlarının kışın en soğuk günlerinde
apartmanlarında tişörtle dolaşabilmesini sağlayan ilerleme düzeyimizi şöyle
anlatır:
Dipte, maviliklerin
oynaştığı,
Küçük bir
balığın kanadı gibi yalnız,
Umutsuzluğun
bir anlamı kalmadığı,
Kumlara
gömülmüş ya da kayaya takılmış
Çapanın,
gemisini bekleyen çapanın
Altında, toprak
başlar ya, sonra da
Maden. Az önce
çökmüş madenin altında,
Lamba söndükten
sonra yıkılmış tavanın
Ve duvarı tutan
kalasın altında
Tek başınaydı
yaralı işçi, karanlık
Yok etmiş
gözlerini ama
Kendindeydi
daha, ufak bir güneş,
Dünyanın en
ufak güneşi,
Çocukluk gibi,
düşüncesiz kuşlar gibi,
Duydu demir
aldığını geminin
Gürültülerle.
Ve yukarda,
Uzak bir göğün
altındaydı deniz,
Bulutlar,
martılar ve deniz.
Melih Cevdet
Anday’ın şiiri insana, “bir trajedi bu kadar dolaylı ve tam da bu yüzden bu
kadar hazin mi anlatılır!” dedirtiyor.
Herhalde şiir
denen şey tam da bu olsa gerek.
Onlar ölünce
serbest piyasa ekonomisi ve ilerleme geçici bir kesintiye uğrar. İş durur.
Geride kalanlar
ikiye ayrılır: Yaralılar ve öbürleri. Yaralılar zararsızdır.
Öbürleri
tehlikeli bir sessizliğe bürünürler. Donup kalırlar. Yeterince donmazlarsa diye
başlarına askerler dikilir.
Madenci
cenazelerinde şehrin ve devletin ileri gelenleri çok üzülür. Acısı ve öfkesi
her an isyan duygusuna dönüşebilecek kalabalık, adı üstünde, onlardan
kalabalıktır. Henüz dul kalmış eşlerin, yetim kalmış çocukların üstüne askeri
polisi sürmek zorunda kalabileceklerini bilmek, yetkililerin hassas ruhlarını
incitir.
Madencilerin
geride bıraktıklarıysa... ağlayacak ve yine çalışacaklardır. Serbest piyasa
ekonomisi böyle işler. Çalışacaklar ve vakitsiz öleceklerdir. Kaza olmazsa,
kömür tozu yapışmış ciğerleri yüzünden.