“Edemediğimiz/ ve
edebileceğimiz/ tüm intiharlar/ ateşten gözleriyle bakıyorlar/ yolun üstündeki/
bir semender gibi.” - Ahmet Oktay
İlkin, “kıymeti
bilinmemiş” yazarlar arasında rastladım ismine. Ardından, ona “sayıklama cüreti
olan yazar” dendiğini okudum. Ve sonra Mehmet Günsür’ün kitabı “İçeriye Bakan
Kim?”de yeniden karşılaştık Hür Yumer’le.
Günsür’ün içeriye
bakanın kim olduğunu söylemeye dilinin varmadığı o güzelim öykü kitabında bir
hayalet gibi dolaşır Hür Yumer. “Stinea’da, bir resmin içinde kaybolup
giderken” adlı öykü ona adanmış gibidir: “Kadın, bir resmin içinde yitip giden
ressam ve çırağını anlatan hikâyeyi yüksek sesle okurken, sessizce ağlamaya
başladı adam. (Daha önce okumuş muydu?) Bu hikâyeleri çeviren insanla, bir
yılbaşı gecesi sabahı, adadaki pikniği hatırladığı için ağlıyor olabilirdi,
yani bileklerini kesmekle yetinmeyip bir de…balkondan aşağı atlayan o aynı uzak
çocuğu…”
“Bir resmin içinde
yitip giden ressam ve çırağını anlatan hikâye”, Yumer’in dilimize kazandırdığı,
Marguerite Yourcenar’ın Doğu Öyküleri adlı kitabına da atıftır. Onun, Jean
Genet ve Danilo Kiş’ten yaptığı çeviriler de var. Yumer’i ya da çevirilerini
okurken bizi sıklıkla yoklayan intihar izleği, bugünden bakıldığında yazarın ardında
bıraktığı iz; gövdede ve akılda hüküm sürmeye başlamış ölümün manidar sezgisi.
Yumer’in 1996
Cevdet Kudret Ödülü’nü alan öykü kitabı “Ahdım Var”, yaşamın ucuna yolculuk eden bir yazarın
kaleminden çıkmış olmaktan ziyade, zaten orada olan bir yazarın eseri gibidir.
Karamsar, hatta ölümcül satırlardan ruhuma sızan kelimeler, yaşamla çekişmeli
hesaplaşmasının devingen, gelgitli dünyasına girmemi sağlamış; sayıklamalardan sorgulamalara
dönüşen o öykülerden içimde bir burukluk kalmıştı. Ölümü çağıran, bekleyen,
bekledikçe ona hazırlanan, sonra birden zamanın henüz gelmediğine kanaat
getirip uzaklara yelken açan biri… Biliyordu, zamanı gelmişse, artık çok geç
olacaktı.
“Sen sahilden
yürü. Ben suyun dibinden, senin peşinden geleyim. Bu gerçek görünmezlik hoşuma
gidiyor. Demin yanınızdaydım; şimdiyse suyun dibindeyim. Mucize gibi, tılsım
gibi bir şey bu. Çok istersem balık olurum belki. Rengârenk bir kırlangıç. Beni
bir balıkçı getirir sana.
Çorbamı yaparsın ilk gün. Ama üst üste de balık yenmez ki! Koca kırlangıç!
Tamam Allahım; peki; çıkıyorum. Ciğerlerimin gücü sonsuz değil, biliyorum.
Çıkıyorum, tamam.”
“Ahdım Var”,
sadece edebiyatımızdaki önemli öykü kitaplarından biri değil, aynı zamanda
yazarının arayışına tanıklık eden
zorlu öykülerin toplamı. Nasıl bir arayıştır Yumer’inki? Edebiyattan medet
umduğu zamanlar olmamış mıdır hiç; edebiyatın, acılarını sağaltacağını
düşündüğü zamanlar?.. Yazı yoluyla, arzulamayı, ait olmayı, bağlanmayı, hatta
belki kök salmayı öğrenmek istemiştir; başarıp başaramayacağını görmek, yaşamı
olduğu gibi kabullenmeyi içinin alıp almayacağını bilmek… Belki sebebini bile
bilmediği bir pişmanlığın hesabını sormak için yazmıştır ya da sadece dönüp
duran seslerden kurtulmak için… Hepsi için.
Asıl zamanın
arzuyla yaratıldığını kim söylemişti? Varoluşumuzu arzulama biçimimiz,
ölümümüzü de mi şekillendiriyor? En önemlisinin gerçekle kurulan bağ olduğunu
yazmıştı o ve yaşamıştı, gerçeğin uzun bir yolculuk olduğuna inanarak.
O uzun yolculuk
nereye kadar; içimizdeki sesleri dinleme cesaretimiz varken ve her mesafeye bir
yakınlık düşüyor, tüm saatler, “her çağrı bir yolculuk için”i vuruyorken?