Fatma Cihan Akkartal
Mısır’da zaman akmaktan yorulmaz derlermiş; o eski topraklarda zamanın akışını bir zamanlar Nil nehri idare ediyorduysa da, 20. yüzyıl’da tüm Orta Doğu’da hızlanan zaman, Mısır’da da hızlanmış, akışı, rejim değişiklikleri, ayaklanmalar, savaşlarla bölünür olmuştur.
20. yüzyıl’ın
bir başka fenomeni de Arap dünyasında romanın ortaya çıkışıdır diyebilirsek
eğer, Mısır’da zaman, modernleşmenin toplumsal marazları ve roman ekseninde
Necib Mahfuz’dan bahsetmeden edemeyiz. Nil ülkesinde, bu yılın başından beri olup
bitenler Mahfuz’un uzun sayılabilecek ömründe tanık olduğu ve bir biçimde
belgelemiş de olduğu tarihin en son sayfası. Enver Sedat’ın öldürüldüğü suikast
sırasında elinden yaralanan Hüsnü Mübarek’in 30 küsür yıllık iktidarının sonuna
geldiği bu yıl Mahfuz’un da 100. doğum yıldönümüne denk geliyor.
Mahfuz’un
üretken kariyeri, 1953’te Cemal Abdül Nasır ve Hür Subaylar’ın cumhuriyeti ilan
etmelerinden önce yazmaya başladığı ve 1957’de tamamladığı Kahire Üçlemesi’yle
dikkat çekmeye başlamış olsa da, 1959’da Cebelavi Sokağı’nın Çocukları’nın
ulusal bir gazetede tefrika edilmesinin yankıları beklenmedik derecede uzun
sürmüştür. Roman halinde yayınlanması ancak Lübnan’da mümkün olmuş, Mısır’da
2006 yılına dek yasaklı kalmış Cebelavi Sokağı’nın Çocukları, semavi dinlere
karşı küfür etmekle itham edilmiştir.
Çölle çevrili
bir vahada ailesi için bir malikâne kuran aile reisi Cebelavi’nin isyankâr oğlu
İdris’i evden kovmasıyla açılan roman, ilmek ilmek örülmüş, detaylı bir
alegoriyle romanın tüm kişilerinde, üç kutsal kitaptaki karakterlere can verir.
Çölün ortasında bir düzen kuran Cebelavi, Tanrı’yı simgeler, “dünya malı”nı
idaresine emanet ettiği üvey oğlu Edhem Adem’i, huzurdan kovulan İdris ise
İblis’i.
Edhem ile
İdris’in öyküsünü, Cebel, Rıfat ve Kasım’ın yani sırasıyla üç semavi
peygamberin öyküleri izler. Cebelavi’nin ölümünden sonra efendisi olduğu
mahalle öz oğulları arasında paylaşılır ve yıllar içinde, oğullar da ölüp
gittiğinde, sokak, çetelerin savaştığı, dirlik düzenin kalmadığı, herkesin
taraf tuttuğu bir yer haline gelir. Buraya dek, dinler tarihinin kurgusal bir
yansıması olarak okunabilen kitabın, beşinci ve son bölümünde sahneye Arif
çıkar. Anlatının doğal akışının okuyucuyu getirdiği bu nokta, Mahfuz’un dini
hassasiyetlerden sonra siyasete de dokunduğu yerdir.
Mahallenin eski
sakinlerinden kâhin kadın Gaşa’nın oğlu Arif, modern bilimin erdemlerini temsil
eder. Önce Cebelavi’yi sihir yoluyla öldürdüğü iddia edilerek idam edilir,
sonra ardında bıraktığı bir defterden ve şahitliklerden suçsuz olduğu
anlaşılır, iade-i itibar ise abartılı olur. Her üç taraftan da insanlar Arif’i
kendilerine mal etmek isterler, sonunda öldürülen Arif’in de kendine ait bir
sekti ve takipçileri olur ama Arif ne kadar yüceltiliyorsa, takipçileri de o
kadar zulüm görür. Ne olursa olsun, romanın sonunda, “zorbalığın ölümü”nü
görmekle ilgili o küçücük umut ışığını, Arif’in anlatıya katılması mümkün
kılmıştır.
Yazarın bu
tavrı, açıktan açığa destek verdiği Enver Sedat’ın “din ve bilim”[1] üzerine
kurulu devlet anlayışına karşı beslenen ümidin göstergesi olarak okunabilir.
Mahfuz, sosyalizme mesafeli bir sempatiyle yaklaşmış, sosyal devlet, sosyal
adalet, adaletli gelir dağılımı, halkın güç ve söz sahibi olması fikrine sahip
çıkmış olsa da, bu ideallerin Mısır’da karşılığını bulduğu Müslüman Kardeşler
örgütünden her zaman şüphelenmiştir. Üstelik 1988’den itibaren Enver Sedat’ın
da suikastından sorumlu “kör şeyh” Ömer Abdülrahman’ın lideri olduğu İslam
Cemiyeti’nin ölüm listesindedir. 1988 yılında Necib Mahfuz’a verilen Nobel Edebiyat
Ödülü’nün gerekçesinde Cebelavi Sokağı’nın Çocukları’na vurgu yapılması
köktenci İslamcıları kızdırmış, Salman Rüşdi’nin aynı yıl yayınlanan romanı
Şeytan’ın Ayetleri bu öfkeyi körüklemiştir. Kör Şeyh, İran’da Ayetullah’ın
1989’da çıkardığı ölüm fetvasının ardından, Necib Mahfuz’un da ölmesinin
hayırlı olacağını açıklamış ve bir pişmanlığını dile getirmiştir; “1959’da
Mahfuz’u öldürmüş olsaydık, Rüşdi bu romanı yayınlamaya cesaret
edemezdi.”[2]
1959 yılında
Cebelavi Sokağı’nın sansürlenmesi, Müslüman Kardeşlerin ve diğer İslami
muhafazakârların, Mısır’ın Nasır rejimi altında modernleşmesi ve köktenci
unsurları baskı altında alması sürecinde kazandıkları az sayıda zaferden
biridir aslında. Modernizm projesinin askeri, sosyal ve politik her başarısızlığı,
yıllar içinde köktenci hareketlerin elini güçlendirir. Nasser’in silah
arkadaşı, Hür Subaylar’ın kurucularından Enver Sedat’ın başlattığı infitah,
yani açık kapı politikası Mısır’da kronik işsizliğin, çarpık kentleşmenin,
enflasyonun ve 1960’ların yoksulluğuna benzemeyen yeni bir tür yoksulluğun
başlangıcı, sosyal devletin ve Sedat’ın kendisinin de sonu olmuştur.
Mahfuz, 1983
yılında yayınlanan romanı Başkanın Öldürüldüğü Gün’de, Sedat’ın öldürülüşünü ve
işsizlikle, geleceksizlikle boğuşmaya çalışan nişanlı bir çiftin birbirlerinden
ayrılmak zorunda kalışının hikâyesini paralel bir kurguyla aktarır. Elvan ve
Randa, evlenmek için gerekli parayı bulamayan iki genç burada, zaten zayıf olan
sosyal devletin büsbütün ortaya kalktığı, 70’li yılların sonunda, yoksulluk,
geleneklerin baskısı ve seslerini duyuracakları bir siyasal platformun
olmayışıyla mücadele edemezler ve sonunda kaybolurlar. Her karakter olayları
kendi bakış açısından ve birinci tekil şahıstan anlatır, bu seçim, Mahfuz’un
eserlerinde tekrar eden bir tema olarak bireyin varoluşsal çıkmazını
vurguluyor. Hayatta kalmanın maddi şartlarını yerine getirmenin neredeyse
imkânsız olduğu bir durumda özgür
iradesi sekteye uğrayan birey, kendi “bakış açısı”ndan, ya da gerçekliğin
öznelliğinden kaçamaz. Anlatıcının “ben”i romanın karakterleri arasında
paylaştırılmıştır ama bu da yetmez, genç Elvan’ın dedesi Muhteşim Seyid, ikiye
bölündüğünü hissetmektedir; “zamanın iki ucundaki eski ‘Ben’ ile şimdiki ‘Ben’
karşı karşıya geliyorlar.”
Bu şizofrenik kaçış,
1980’de yayınlanan Aşk Zamanı’nda da karşımıza çıkar. Burada, 20. yüzyılın ilk
yarısında dul ve zengin bir kadın olan, yardımsever Ain Hanım’ın oğlu İzzet’in
öyküsü anlatılıyor. Hızla değişen Mısır toplumunda, 1960’lardan sonra amaçsız,
idealsiz ve yönsüz kalmış bir neslin çocuğu olan İzzet, iradesinin zayıflığıyla
başa çıkamayıp, geçkin, bekâr ve elini attığı her işte başarısız olmuş bir adam
olarak ölüm döşeğindeki annesinin evine geri döner. Ama geri dönen Öteki
İzzet’tir, Birinci İzzet, kulağına fısıldar; “Yurtdışına çıksaydık daha iyi
değil miydi?” İzzet, babasız büyüyen ve muhalif hareketlere karışıp bir
cinayete suç ortağı olduğu için ülkeyi terk eden oğlunu takip etmez. Tıpkı,
Necib Mahfuz’un Kahire’yi, ne 1988’de Nobel’ini almak için, ne de 1994’te canına kast edildiğinde terk
etmeyişi gibi. Nasıl ideallerle yola çıkmış olursa olsun, diktatöre dönüşen
iktidar sahipleri, demokrasiden, sivil toplumdan, çok partili sistemden
bahsederler ama söz gelimi ifade özgürlüğüne tüm muhalif aydınlar ülkeden
kaçırıldığı için izin verilmektedir. Modernite Orta Doğu’ya ekseri,
suretleriyle gelmiştir ama Necib Mahfuz edebiyatında aydın ve eleştirel sesin
yankısı değil kendisi duyulabilir. [1] Sabri Hafız, The Novel, Politics and
Islam, New Left Review, 5, Eylül-Ekim 2010 sf. 124.
[2] Sabri Hafız,
The Novel, Politics and Islam, New Left Review, 5, Eylül-Ekim 2010 sf. 136.
Fatma Cihan
Akkartal (16 Mart 2011)