Bırak ve git,
gitme zamanı geldi, bunu söylemek gerekiyor ne olursa olsun, zamanı geldi,
nedeni bilinmiyor. Kendini tanımlama biçiminin ne önemi var, burada ya da başka
bir yerde olmak, gezmek ya da yerinden kımıldamamak, boylu, insansı bir biçime
sahip olmak ya da bir biçimden yoksun olmak, karanlıkta kalmak ya da göğün
ışıklarıyla aydınlanmak, bilmiyorum, önemi var gözüküyor, kolay olmayacak bu.
Her şeyin karardığı o ana dönseydim yeniden ve oradan başlasaydım, hayır, bir
yere varamazdım buradan, bir yere varamadım hiçbir zaman, bellekten silindi
gitti o an, kocaman bir alevdi, sonra karanlık, büyük bir sarsılıştı, sonra
ağırlıktan ve kat edilecek uzamdan soyutlanış. Bir yalıyardan aşağı atmayı
denedim kendimi, sokağın ortasına ölümlülerin arasına yığıldım kaldım, bir
sonuç alamadım, vazgeçtim. Beni buraya getirip
bırakan yola yeniden koyulup sonra da geri dönmek ya da daha uzaklara yol
almak, bilgece bir öğüt bu. Bir daha yerimden kımıldamayayım diye bu, o ben
değilim, doğru değil, o ben değilim, ben uzaktayım, diye, on yüzyılda bir
mırıldanarak, sonsuza kadar ağzımdan salyalar akıtayım diye.
Hayır hayır,
gelecekten söz edeceğim şimdi, gelecek zaman kipinde sürdüreceğim söylemimi,
aynen eskiden geceleri kendime, yarın sarı yıldızlı koyu mavi kravatımı takacağım
(gecenin bitiminde takıyordum onu) dediğim gibi. Çabuk çabuk, yoksa
ağlayacağım. Bir dostum olacak, benim yaşlarımda, benden farksız, eski bir
savaşçı, savaştığımız günlerden söz edeceğiz birlikte, yara izlerimizi
göstereceğiz birbirimize.
Yalnızca
sözcükler yırtıyor sessizliği, başka tüm sesler kesilmiş. Sussam, işitmezdim
hiçbir şey. Ama sussam, başka sesler, sözcüklerin beni sağırlaştırdığı ya da
gerçekten de kesilmiş olan sesler başlardı yeniden. Ama susuyorum, bazen başıma
geliyor bu, hayır, hiç olmuyor, tek bir saniye bile. Ağlıyorum da, hiç
durmadan. Sözcük ve gözyaşlarının kesintisiz bir akıntısı bu. Düşünmeye zaman
kalmıyor. Ama daha alçak sesle konuşuyorum, her yıl daha alçak sesle
konuşuyorum. Belki de. Daha da yavaş, her yıl, daha da yavaş. Belki de.
Ayırdında değilim bunun. Böyleyse eğer,
sözcüklerin, tümcelerin, hecelerin, gözyaşlarının arasında verilen
duraklamaların uzaması gerekiyor gittikçe, karıştırıyorum onları, sözcükleri ve
gözyaşlarını, sözcüklerim gözyaşlarım benim gözlerim de ağzım. Söylediğim gibi
(yalnızca sözcükler yırtıyor sessizliği, demiştim) sessizlikse, her kısa
duraklamada işitmem gerekiyor bunu. Ama öyle değil işte, hep aynı mırıltı sanki
hiç sonu gelmeyen tek bir sözcükmüş gibi, kesintiye uğramadan, sürüp gidiyor, böylece
de bir anlamdan yoksun kalıyor; çünkü sondur sözcüklere anlamını veren.
Muhasebeciler
korosu bu, tek bir kişiymişçesine söylüyorlar düşüncelerini, onlara
katılacaklar var ayrıca, yeryüzündeki tüm insanlar bile yetmeyecek, milyarların
bitiminde gereksinme duyuyorsunuz bir tanrıya, varlığına tanıklık edilmeyen her
şeyin tanığına, her şeyin berbat olması nasıl da mutluluk verici, hiçbir şeyin
hiçbir zaman başlamaması, hiçbir zaman olmaması, yaşamasız sözcüklerden başka
varolan bir şeyin olmaması.
Samuel Beckett