Seneler sonra dönmüştü doğduğu kasabaya… Adı döneğe çıkmadan saçları ağarmış, sırtındaki kamburuyla özdeşleşmişti yılların zorlu yaşanmışlıkları yaban ellerde..
Çocukluk anılarının kesiştiği sokakları aradı… Her şey değişmişti değişmesine de; bir tek hafızasına kazınan çocukluk anıları değişmemişti.
Eski bir kapının önünden geçerken, aniden irkildi..
Taksiciye: “Dur birader, soluklanalım biraz” dedi.
Yüksek apartmanların arasına sıkışıp kalmış, iki katlı ahşap bir evin önünde duran arabadan indi. Göğsünde sallanan kamerasının objektifine dayadı gözlüğünü. Derin bir nefes aldı.. Hızla ön kapı erimiş, duvarlar saydamlaşmış, zaman tünelinin bir ucundan diğerine uçuyordu güneş hızına eş bir yoğunlukta.
Sıvası dökülmüş duvarlar, eridi. Hızı hiçbir sınır tanımıyordu. İç bahçeye ulaştı. Nar ağacını yalayarak, incir ağacından atlayarak geçti. Odunluk, şarap testisi, helâ ve kuyusu… Çöktü çökecek diye hissederken, sol köşede aniden hızı kesildi. Durdu. Boyaları dökülmüş, minik kapının önünde nefesi daraldı. Kapının menteşeleri paslanmış, vidaları yerinden oynamış fakat üzerindeki kocaman asma kilit, eski ihtişamıyla duruyordu. Sınır kapısına gelmiş gibiydi. Arkasında uzunca bir şerit, mayınlı bir alan vardı komşusuyla arasında. Komşu kapısı alacaklıların bastırması üzerine icracılarca mühürlenmiş yapıların, donuk bakışıyla, onunla konuşmaya başladı, dalgın…
“Hadi korkma aç! Ardımdaki mayınlar da paslandı. Benim menteşelerim bir açımlık kaldı. Hadi çekinme aç!…”
*
Gâvur mahallesi derlerdi kasabanın yerlileri; iki sokak sonraki karakolun, ötesinde kalan bölgeye. “Macır” mahallesi derlerdi “Kuyruklu” muhacırların yerleştiği bu yere. Komşu ülkenin Samakol köyünden koparılıp mübadele yıllarında getirilenlerin yoğun olarak yaşadığı bir alandı. Tütüncülük yapardı, bahçevanlık yapardı çoğu aileler. Sabah ezanında kalkar, güneş batımıyla yatarlardı. Macır mahallesi ile yerli kasaba halkının oturduğu bölgenin ortasında, uzunca bayrak direkli karakol binası, tüm ihtişamı ile sınır karakolunu andırırdı. Macır mahallesinin iti, uğursuzu, köpeği, kedisinin sicili saklıydı bu iki katlı ahşap binada. Alt katı demir parmaklı mahzeni andırırdı. Falakadan geçirilenlerin sesleri duyulurdu, komşu mahalleden. Samokol muhacırlarının yanında Grebeneli, Üsküplü,Varnalı, Priştineli, Pomak, Boşnak ve Arnavut mübadiller de kendilerine bir yurt edinmişlerdi; eski Rum evlerinin, çatısı altında. Rumların, geri dönebilme arzusuyla Yunanistan’a sürülürlerken, değerli eşyalarını evin bacaları içlerine ördükleri, gizli bölmelere yerleştirdikleri söylentisi yayılır yayılmaz; tüm Rum evlerinin duvarları, didik didik sökülüp aranmaya başlanmıştı. Aniden zengin oluveren kimi Samakolluların, bu Rum altınlarını baca içlerinden, bahçelerdeki kör kuyulardan kazıp buldukları iddia edilirdi kasabanın yerlilerince.
Okul tatili süresince, Temmuz’a doğru Samakollu tütüncülerin bahçesinde tütün kırmaya giderdik. Gece yarısı başlayan bu kırma, güneş doğana dek devam ederdi. Güneşin ışıkları tütün yaprakları üzerindeki katranı ele bulaştırdıkları için, bu iş gece kotarılırdı. Küçük yaştaki çocuklar kolayca eğilebildikleri için, tütünün en alt bölgesinden başlarlardı toplamaya. Sonra, orta ve üst kısımlar kalırdı. Gündüzleri öğleye kadar yatar, öğleden sonra tütün dizmeye giderdik, uzunca şişlere. Tütün yaprağının damarının üst bölümünden her iğne uzunluğundaki dizme için, 1 kuruş ücret verilirdi.
Henüz on yaşlarındaydım ve tütün dizen yetişkin kızlar, kadınlarla aynı çardak altında oturmama izin veriliyordu. Tütüncü kadınların kapalı sohbetlerinin sonunda patlatılan kahkaha tufanını anlayacak yaşta değildim. Ya kocalarından, ya da komşu erkeğin “evlilik hallerinden” kaynanalarından, görümcelerinden, kayınlarından bahsederken; Rumca, Sırpça Arnavutça bilmelerine rağmen Türkçe konuşmaya özen gösterirlerdi. Belden büzmeli uzun etek giyerlerdi. Beni, henüz “erkek” yerine koymadıkları için, oturuş ve kalkışlarına dikkat etmeyi düşünmezlerdi. Ben ise kalın gözlüklerimi siper etmiş, onların pembe beyaz bacaklarını, terleyen koltuk altlarını, yuvarlak iri memelerini gözetlerdim. Birkaç kez dalgın bakakalışlarımla yakalandım; “Bu çocuk horoz olmuş,, ötmeye başlamış bile” demelerine ve gülüşmelerine aldırış etmeden, tütün dizmeye devam edişim pek uzun sürmedi.
Çardağın tütüncübaşısı yaşlı kadının “Alın bu piç kurusunu buradan, bunun çeşmesine su yürümüş!” demesiyle son verildi işime… Kovulmak bir yana, yaşlı kadının bu tanımlaması, manasını anlamasam da gülüşmelerini görünce, hoşuma da gitmişti hani..
En çok da “deli Afet” dedikleri, evde kalmış kızın manalı bakışı ve göz kırpmasına şaşırmış; dizdiğim tütünü, yüzlerine fırlatıp oradan kaçmıştım.
“ Çeşmeye su nasıl yürürmüş!?” tanımı, sanırım utanılacak bir şey olmalıydı. Ne abime, ne de ablama sorabilmiş “kendim bulurum” havalarına bürünmüştüm.
Sünnet olalı, dört seneyi geçmişti. Komşu kızları sünnet olduğumda beni ziyarete gelir “Aç bakalım görelim” derlerdi. Ben de utanmadan açar,dım gösterirdim yaralı halimi. Bana acırlardı. Canları acırdı, hissederdim…
Üç dört sene evveldi, henüz okula gitmiyordum; mahallenin kızlarıyla “evcilik” oynarken, ben hep “ doktorculuk” oynamayı ve hastalarımı muayene etmeyi isterdim. Annem, beni ilk kez doktora götürünce dikkat etmiş,, öğrenmiştim: Nasıl muayene edilir, nasıl ilaç yazılır diye ben de kızları merak etmeye başlamıştım.. Onlar neden sünnet olmazlardı, bu bir ayrıcalık mıydı?
Bilmiyordum, bilemeyecektim ve nice zaman sonra sünnet olduklarını öğrenecektim.
Tütün dizme işinden kovulmam, evde kışlık kök odunlarını kesme işinin bana verilmesiyle bir ödüle dönüşmüştü. Odunlar, dağ köylülerince eşek ve katır sırtında kasabaya getiriliyordu.
Uzun süren kış boyunca yirmi katır yükü odun harcardık; ısınma, banyo ve çamaşır için.
Odun kırma işi pazularımı geliştirdiği için, hoşuma da gitmeye başladı…
Arka bahçemizde odunluğumuz ve şaraplığımız vardı. Babamın şarap damacanası dururdu; tahtadan yapılmış, demir çemberli, tahta musluklu. Babam kışın şarap içerdi, diğer zamanlar hep rakı. Ben ara sıra şaraptan küçük bir kupa alır içer, odunluğun arkasındaki küçük samanlık* talaşlık’da sızardım..
Komşu kapımız zengin bir Kürt Ağasının evine açılırdı.
Çok geniş bir ailesi vardı. Annem, üç karısı olduğunu söylerdi ihtiyar aganın ve gülerdi…Karakaşlı, kara gözlü yedi kızı, beş oğlu vardı komşumuzun.
Ben kızlarını çok severdim ama, ne konuştuklarını anlayamazdım.
Onlar da beni anlayamazdı. Daha bir sene olmamıştı evi satın alıp taşınalı.
Onlara “sürgün göçertilmiş” diyordu annem. Ramazan ayında aniden bütün aile ortadan kayboluyor, bir ay sonra yeniden çıkıp geliyorlardı; deve yükleriyle…
Bize kayısı, sucuk getiriyorlardı..
Komşu kapımız hep açık kalırdı.
Onların bir ihtiyacı olsa, biz evde olmasak da komşu kapısından girer, kilerde ihtiyacı olanları alır, bir işaret bırakıp, giderlermiş..Annem de anlarmış Gülüzar hanım tereyağından iki kaşık almış deye..
Annem de sıklıkla kullanırmış komşu kapsını. Diğer tüm komşular gibi…
Bir sokakta bir evin komşu kapısından girseniz, çok ilerdeki başka bir sokaktan çıkardınız; ev ev açılan, komşu kapılarından…
O kapı, hiçbir zaman kapanmazmış komşuya..
Gene bir ramazan günüydü. Ne annem nede babam oruç tutardı bizde.
Annem, uzak ‘istiklal’ mahallesindeki bir akrabamıza kışlık makarna kesmeye gitmiş, bana da odun kırmak düşmüştü. Komşularımız da çok uzaklarda, yaylalarındaydı...
Üzerimi çıkarmış, sadece kısa pantolonumla hem odun kırıyor, hem de babamın şarabından demleniyordum.
Aniden komşu kapısı açıldı.
Tütüncü güzeli, Afet yılışarak, elinde bir torba kuru üzüm ve leblebiyle bahçemize girmez mi…
“Napyon len.. ?” Çeşmene su mu yürüdü senin?”
Şaşırdım! Utangaç: “ Görmüyor musun, odun kırıyorum kışlık…”
Gülerek yaklaşmıştı :“Büyümüşsün sen.. seni görmeyeli..”
Omzunu göstererek :“Bütün gece tütün gırdım.. omuzlarım sancıyor.. hele bir guluncumu gırıversene” dedi.. “Ne içiyon len, şarap mı..? Artık büyümüş bizim kör oğlan”
“Bak sana ne vecem,”
torbadan çıkardığı bir avuç leplebi ve kuru üzümü uzatarak;
“Hadi çekinme al.. şarap mezesiz olmaz.. hadi bir ovuver ablanın omzunu..”
Önce çekinmiş sonra ‘ablanın’ deyince rahatlamıştım..
Bana göre çok uzun boyluydu. Hemen önüme çöktü. Sırtındaki gömleğini sıyırarak, aşağı çekti: “ Hadi hadi eyice bastır, ufala”
Dolgun omuzbaşları vardı. Teni sıcaktı. Ellerimi tükürükleyip, kısa pantoluma sildikten sonra başladım ovmaya. Gücüm yetmiyordu. Terlemeğe başlamıştım. O da terliyordu. Ellerim kaymağa, aşağılara doğru merakla gezinmeğe başladı. Koyu siyah örgülü saçları vardı. ter kokusu benim kokuma benzemiyordu..
Aniden hızlı hızlı nefes alıp vermeye başladi.. Şaşırıyordum… Yoksa canını mı acıtmıştı ellerim; bilemiyorum..
Birden yüzünü bana dönerek, beni bebek gibi kucağına aldı ve göğsüne bastırdı. Nefesim kesilmişti. Boğulacak gibi olmuştum. Çok büyüktü memeleri, anneminkine benzemiyordu.
Kucağında debelendim. Salıvermedi beni. Memesinin başını ağzıma, burnuma dayıyordu. Beni boğacaktı sanki, hırsla titriyordu.. Memesinin ucundaki kıllar,yüzüme batıyordu.
Terliyorduk. Güneş tepemizde fır dönüyordu. Şarap, midemi allak bullak etmişti..
Son bir güçle kucağından fırladım. Kısa pantolumun arkasından yakaladı;
“Hadi göster bakalım, çeşmene nasıl suyu yürüyormuş, hadi!” diye bağırıyordu.
Utanmış, yerin dibine girmiştim. Pantolonumun altında hiçbir şey giymemiş olduğumu fark ettim.
Odunluğa koştum, baltayı alıp hırsla üzerine yürüdüm.
Ayağa kalktı, aman allahım! Kocaman memeleri vardı… Korktum…
Şaşkınlığımdan istifade edip, bir tokatta beni yere serdi.
Baltayı odunluğa fırlattı.
Komşu kapısından, çekti gitti..
Hem pantolonumu giymeye çalışıyor, hem de ağlıyordum.
Leblebi ve üzümler yerlere saçılmış, benim çilli horozuma yem olmuştu.
“Anne, anne” diye sayıklıyordum; her gece, uykumun ortasında koca memeli kadınlardan kaçarken.
Annem beni “bu çocuk, şeytanların sofrasına işemiş” deye bir hocaya götürdü, nuska yazdırdı. Nuskalı sudan içtim yaz boyu.
Odun kırarken komşu kapısı gıcırdasa, hemen odunluğun arkasına yaptığım gizli bölmeye zıplar, saklanırdım..korkuyordum..içime kapanmağa başladım..
Bir taraftan da Afeti bekliyordum. Merakımı yenememenin verdiği, anlatılması zor ama, bir o kadar hoş bir duygu tüneline girerdim. Onu beklerken;
“Kapı gıcırdasa, kaçmam” derdim.
Ama, kaçardım.
O, her ramazan, komşularımız yaylaya gittiği zaman gelirdi.
Elinde bir torba hediye ile…
Ben saklanırdım…
O geldi hep…
Senelerce…
Bir gün komşu kapısına kilit vuruldu…
Eski komşumuz yayladan dönmedi… dönemediler.
Yeni komşumuz Türk'tü...
Volkan Kemal
26 Nisan 2012