Kişinin içinde
yaşadığı dünyayı ve kendisine yabancılaşmış olduğunu bilmesi demek olan
yalnızlık Meksikalılara özgü bir duygu değildir. Bütün insanlar yaşamlarının en
az bir döneminde kendilerini yapayalnız bir kişi gibi duyumsarlar. Ve de
gerçekten yalnızdırlar. Yaşamak, gizemli bir gelecekte varacağımız yere gitmek
için geçmişte bulunduğumuz yerden yola koyulmak demektir. Yalnızlık, insan
duygusunun en derindeki gerçeğidir. Yalnız olduğunu bilen ve bir başkasını
arayan tek varlık insandır. Doğası gereği insan, kendi varlığını bir başkasında
gerçekleştirme özlemi içinde ve doğaya "Hayır" diyerek yaşar - kendi
kendini yaratan insanın bir "doğası"ndan söz etmemiz doğruysa eğer.
İnsan özlemdir, kavuşmak için bir aranıştır. Bu yüzden, kendi varlığını tanır
tanımaz kişi, bir eş ya da arkadaştan yoksun olduğunu anlar, yalnızlığının
bilincine varır.
Ana karnındaki
bebek, kendisini sarıp sarmalayan canlının bir parçasıdır, ilkel bir yaşamdır;
kendi bilincinde bile değildir. Dünyaya gelmekle, bizi ana karnındaki o bilinçsiz
yaşama bağlayan zincirden kopmuş oluruz. Bilinçsiz yaşam diyorum, çünkü orada,
istek ile doyum bir ve aynı şeydir. Doğumla gelen değişikliği, bir ayrılık,
kopma ve yalnız bırakılma, yabancı ve düşmanca bir çevreye düşüş olarak
algılarız. Sonraları, bu ilkel duyum yalnızlık duygusuna dönüşür; daha sonra
bir bilinç oluşur: Gerçekte yazgımız yalnızlıktır ama, bu yalnızlığı aşmak ve
bizi geçmişe, cennetteki o mutlu yaşama bağlayan ilişkileri yeniden kurmak
zorunda olduğumuz bilinci. Var gücümüzle, yalnızlığımızı aşıp yenmeğe
çalışırız. Öyleyse, yalnızlık duygusunun iki ayrı anlamı var: Bir anlamda
yalnızlık "kendini bil"mektir; öteki anlamdaysa, kendimizden
[yalnızlığımızdan] kaçıp kurtulma özlemidir. Yaşamın temel koşulu olan
yalnızlık, kaygıdan ve kararsızlıktan kurtulacağımız bir sınav ve arınmadır. Bu
yüzden, yalnızlık dolambacının çıkış kapısında, mutluluğa, tüm dünya ile
yeniden denge durumuna erişeceğimizi umarız.
Yalnızlıkla
acıyı özdeşleyen halk dili işte bu ikilemi yansıtır. Aşk acısı yalnızlığın
sancısıdır. Birlikte yalnızlık hem karşıt hem bütünleyici duygulardır.
Yalnızlığın kurtarıcı gücü, içimizdeki o gizli suçluluk duygusunu açıklığa
kavuşturur; yalnız insan "Tanrı elinin itelediği" kişidir. Yalnızlık
duygusu hem bir ceza hem bir arınmadır, bir sürgün cezası olduğu kadar sanki o
sürgünden artık kurtulacağımızı duyuran bir durumdur. İnsan yaşamının tümü bu
diyalektiğin etkisi altındadır.
Ölüm ve doğum,
insanın yalnız başına yaşadığı deneyimlerdir. Yalnız başımıza doğar yalnız
başımıza ölürüz. Anamızdan kopup dünyaya geldikten sonra ölümle bitecek olan o
sancılı yolculuğa çıkarız. Ölüm kendinden önceki yaşama bir dönüş mü? Ölüm
denen şey, günle gecenin, zamanla sonrasızlığın karşıt olmadıkları, doğum
öncesi bir yaşamın yeniden yaşanması mı acaba? Ölmek demek, canlı bir varlığın
sonu mu? Sakın ölüm, gerçek yaşam olmasın? Doğum eğer ölüm yolculuğunun
başlangıcıysa; neden ölüm de bir doğum olmasın? Bilmiyoruz! Bilmiyoruz ama,
bütün varlığımızla, bizi ezen bu karşıtlıktan kurtulmağa çabalıyoruz. Kendi
varlığının bilincinde olmak, zaman, akıl, töre ve alışkanlıklar gibi hemen her
şey bizi bir yandan yaşamdan uzaklaştırmağa özendirirken; öte yanda, her şey
bizi doğduğumuz yere, yaratıcı kucağa dönmeğe zorlamıyor mu? Aşktan
beklediğimiz de birazcık gerçek yaşam, birazcık gerçek ölüm değil mi? Aşkı
mutluluk için değil, olsa olsa, karşıtlıkların duyumsanmayacağı, yaşamın
ölümle, zamanın sonrasızlıkla bir ve birlik olabileceği o gizemli an için
isteriz. Derinden derine sezeriz ki yaşamla ölüm aslında tek bir gerçekliğin
-karşıt ama bütünleyici- iki yüzüdür. Aşk eyleminde, yaratma ile yıkma
birleşir; çok kısa bir an için de olsa insan, yetkin bir durumu sanki yakalayıp
yaşamış gibi olur. Çağdaş dünyamızda aşk, ulaşılması hemen hemen olanak dışı
gözüken yaşantılardan biridir. Yaygın ahlak değerleri, toplumsal sınıflar,
yasalar, ırklar hatta âşıkların kendileri bile sanki ona karşı çıkarlar. Kadın,
karşıtı ve bütünleyici olan "öteki" varlık için, yani erkek için
yaratılmıştır. Varlığımızın bir parçası onunla birleşmek istese de ötekisi
kadını iter, ondan kaçar. Kadın, bazen değerli bazen korkulan, ama bize her
zaman başka gözüken bir nesnedir. Kadını, kendi çıkarlarının, güçsüzlüğünün,
kaygı ve sevgisinin istediği yönde çarpıtan erkek, giderek kadını bir araç
durumuna getirir: Anlayışlı, sevecen, doyurucu ve yaşatıcı, ama ne de olsa bir
araç. Simone de Beauvoir'ın dediği gibi, "Kadın, bir sevgili, tanrıça,
ana, cadı ya da derin bir düşünce olabilir ama hiç bir zaman kendisi
olamaz." Aşk ilişkilerimiz de, bu yüzden, daha en baştan çarpıtılmış,
kökten yukarı doğru yozlaştırılmış olur. Kadınla aramızda yanıltıcı bir hayal
vardır. Toplumca yaratıp kadına zorla benimsettiğimiz bu hayal, kadın
imgesidir. Kadın da o imgeyi benimser, ona sarınıp bürünür, onunla var olur.
Dokunmak için
her uzandığımızda, o, yumuşak ama köle varlıkla karşılaşırız. Kadın da sanki
aynı duygu içindedir. Kendini -bir varlık olarak değil de- başka bir varlığın
uzantısı (nesnesi) yani "öteki" gibi algılar: Kendi kendisinin
efendisi olamaz. Onun varlığı, gerçekte olduğu ile olmayı düşlediği varlık
arasında ikiye bölünmüştür. Ailesi, toplumsal sınıfı, okulu, dostları, dini ve
sevgilisi el ele verip kadına o imgesel kişiliğini benimsetmeye çalışırlar. O
da gerçek dişiliğini hiçbir zaman ortaya koyamaz. Çünkü erkeklerin onun için
uygun gördüğü davranış kalıplarının dışına çıkamaz. Aşk, "doğal"
değil, insan yapısı bir şey ve onların en yücesidir. Doğa'da olmadığı halde
bizim bulduğumuz, hemen her gün yeniden yaratıp sonra da yok ettiğimiz bir şey!
Aşkla
aramızdaki engeller yalnızca bunlar ya da bu kadar değil, Aşk bir seçimdir...
belki de yazgımızın [yaşamdaki yörüngemizin] özgürce seçilmesi, varlığımızın en
gizli, ama en bize bağlı parçasının birden bulunuvermesi gibi. Ama toplumumuzda
aşkı seçmek [özgürlüğü] olanak dışıdır. Kara Sevda (*) adlı kitabında Breton,
aşkın iki önemli yasakla kısıtlandığını söyler: Toplum direnci ve
Hıristiyanlıktan kaynaklanan bir günah anlayışı! Bu yüzden aşk -var olmak
istiyorsa- dünyamızdaki yasakları çiğnemek zorundadır. Evrenin düzenine açıkça
başkaldırıp, yazgısal yörüngelerinden kaçan ve herkesin bakışları altında yeni
bir uzay yolculuğuna çıkan iki yıldızın yarattığı onarılmaz skandal gibi. Bir
başkaldırma ve yıkım anlamına gelen romantik aşk, bildiğimiz tek aşk türüdür;
çünkü toplum güçleri, aşkın özgürce bir seçimine gerçekleşmesine -yani başka
bir türlüsüne- izin vermez.
Kadın, erkek
toplumunun kadınlar için yarattığı imge kafesinde tutukludur. Bu nedenle
kadının özgür olabilmesi için o tutukevinden kaçıp kurtulması gerekir. Çoğu
âşıklar: "Aşk, sevdiğim kadını değiştirdi, onu değişik bir varlık
yaptı" derler ki, doğrudur. Aşk, kadını değiştirir, hem de nasıl! Eğer
sevebilecek kadar yürekliyse kadın, dünyanın kadınları tutuklamak için yaptığı
kafesi kırar, geçer.
Erkek de seçim
özgürlüğünden yoksundur. Onun seçenekleri son derece sınırlıdır. Erkek,
dişiliğin ne anlama geldiğini önce anasında ve kız kardeşlerinde görür; sonra
aşkı, toplumsal yasaklarla özdeşlemeye başlar. Aşk duygumuz, ensest (fücur)
çekimiyle ensest korkusu arasında bocalar durur. Ayrıca çağdaş yaşam koşulları
isteklerimizi bir yandan kamçılarken öte yandan toplumsal, ahlaki, tıbbî
yasaklarla aynı istekleri susturup sindirmeğe çalışır. Suçluluk duygusu,
isteğin hem kırbacı hem de frenidir. Her şey aşkta özgürce seçimler yapmamıza
karşı koyar. En derin [aşk] duygularımızı, toplum çevremizin uygun bulduğu
kadın imgesine uydurmaya çalışırız. Başka ırktan, kültürden ve toplumsal
sınıflardan kişileri sevmek zordur, suçtur. Gerçi, açık derili bir erkeğin koyu
tenli bir kadını, esmer kadının bir sarı Çinliyi, bir "beyefendinin"
hizmetçisini sevmesi olanaklıdır. Ama yalnızca bu olanaklardan söz edilmesi
bile yüzümüzü kızartmağa yeter. Özgürce seçemediğimiz için, çevremizce bize
"uygun" görülen kadınlardan birini seçeriz. Sevmediğimiz bir kadınla
evlendiğimizi de asla açığa vuramayız; o öyle bir kadındır ki, belki bizi
sevebilir ama kendisi olamaz. Bu konuda Swann şöyle diyor: "Ne acı bir
gerçek ki yaşamımın en güzel yıllarını tipim olmayan bir kadınla birlikte
geçirdim." Erkeklerin büyük çoğunluğu bu cümleyi son soluklarında
açıklayabilirlerdi. Çağımızın kadınları da aynı şeyi rahatça söyleyebilir - tek
bir sözcük değişikliğiyle!
Toplum
dediğimiz varlık, aşkın amacını yalnız doğurmak ve çocuk yetiştirmek olan
sürekli bir birlik olarak kavramlaştırmakla, aşkın doğasına karşı çıkmış
oluyor. Yani aşk ile evliliği özdeşliyoruz. Bu kurala uymayan her davranışı
cezaya çarptırıyoruz. Cezanın şiddeti, topluma ve zamana göre değişiyor.
Meksika'nın [uygunsuz] kadına verdiği ceza ölümdür. Çünkü bütün İspanyalılar
gibi, "Senyo" için ayrı, kadınlarla çocuklar ve yoksullar için ayrı
ahlak kurallarımız var. Eğer
aşkı gerçekten özgür bırakmış olsaydık, evlilik kurumunu korumak için aldığımız
bu tür sert önlemler belki haklı görülebilirdi. Ama kişiye özgürlük
tanımadığımıza göre, hiç olmazsa, evliliğin aşkı gerçekleştirmediğini de kabul etmeliyiz.
Evliliğin amacı, aşktan çok ayrı olarak, yasal, toplumsal ve ekonomiktir.
Ailenin dengesi ve güvenliği evliliğe dayanır. O evlilik ki, amacı toplum
varlığını sürdürmekten başka bir şey değildir. Böylece, doğası gereği evlilik
son derece tutucu bir kurumdur. Evliliğe karşı çıkmak topluma başkaldırmak
sayılır. Ve aynı nedenle de aşk yaygın toplumsal değerlere karşı bir eylemdir.
Kendini gerçekleştiren aşk, evliliği yıkar ve onu toplumun istemediği bir şeye
dönüştürür: İki yalnız kişinin yarattığı öyle bir dünya ki, orada toplumun
yalanlarına yer yoktur, zaman ve çalışma koşulları kaldırılmış ve bu dünyanın
kendine yeterli olduğunu herkese duyurmuştur. Öyleyse, toplumun, aşkı ve onun
en yakın tanığı olan şiiri aynı karşı tutumla cezalandırmasının, onları yasak,
anlamsız ve olağan dışı şeylerden saymasının anlaşılamayacak bir yanı yoktur.
Öyleyse aşk ile şiirin, toplumun önyargılarına karşı kendilerini bir skandal
çıkarma, suç işleme ve şiir söyleme biçimlerinden biriyle savunmalarını, zamanı
gelince topluma başkaldırmalarını da anlayışla karşılamamız gerekiyor.
Evliliği
sakınmak için toplumca gerilen koruyucu kanatların bir sonucu olarak, bir
yandan aşk yasa dışı bir suç olarak hüküm giyerken, fahişelik ya açıkça
kutsanır ya da görmezlikten gelinerek yaşatılmaktadır. Fahişeliğe karşı
takındığımız bu ikiyüzlü tutum çok anlamlıdır. Kimilerimiz onu kutsal sayarız.
Ama onu tutanlar yanında, yerenler de var. Fahişe, aşkın bir kurbanı,
karikatürü, dünyamızı aşağılayan güçlerin bir simgesidir. Ama aşkın başına
gelenler yetmiyormuş gibi bazı toplumsal çevrelerde evlilik bağları o denli
gevşektir ki, orada önüne gelenle yatıp kalkmak, olağan görülür. Bir yataktan
öbürüne koşan kişi artık ahlaksız bile sayılmaz. Kişisel kaygılarının bir aracı
gibi gördüğü için kadınları baştan çıkarmaktan kendini alamayan çapkın erkek,
Ortaçağ şövalyesi kadar çağdışı bir kişidir. Oysa, artık kurtarılacak kızlar
olmadığı gibi baştan çıkarılacak kadın da kalmamıştır, örnek olarak, bugünkü
müstehcenlik, [Marquis de] Sade'ın yazdıklarından, çok başka bir anlam taşıyor.
Kendini aşk ve şehvetin çekimine kaptıran Sade son derece dramatik bir kişiydi.
Bu yüzden onun yazıları, insan bunalımlarının bir patlamasıydı. Onun
kahramanları kadar umutsuz kişilere bugün artık zor rastlanır. Oysa çağdaş
anlamda aşk yazıları okuyana doyum veren denemelerdir. İnsanın sağlıklı bir
açıklaması değil, tersine, aşkı kötüleyip suça özendiren bir toplumu tanımlayan
belgelerdir. Boşanmak, artık bir yengi olmaktan çıktı. Boşanmak, kurulmuş bir
ilişkinin namusluca sona erdirilmesinden çok, erkeğe ve kadına daha özgürce
seçim hakkı tanıyan bir kolaylık gibi görülüyor. İdeal bir toplumda, boşanmanın
tek tüzel nedeni, aşkın sona ermesi, ya da yeni bir aşkın ortaya çıkması
olabilir. Herkesin eşini özgürce seçebildiği bir toplumda bugünkü boşanma
-tıpkı fahişelik, hafifmeşreplik ve zina gibi- çağdışı bir olay sayılacaktır.
Toplum,
kendisi için ve kendi başına varolan canlı bir bütün olduğu savındadır. Ama
kendisini bölünmez bir birim (bütün) olarak da algılasa, içten içe varlığında
bir ikilik duyar; bunun kendisini böldüğünü duyumsar. Bu ikilik, insanın hayvan
olmaktan kurtulduğu, kendi kişiliğini, bilincini ve ahlakını kurduğu zamanlarda
başlamıştır. "Toplum" dediğimiz, amaç ve gereksinmelerini haklı
göstermek çabasının ağır yükü altında ezilen bir varlık alanıdır. Kimi zaman,
-ahlaki ilkeler gibi de görünen- toplumsal amaçlar, toplumu oluşturan kişilerin
istek ve gereksinmeleriyle çakışır. Kimi zamanlardaysa tersine bu amaçlar
önemli azınlık ve toplum sınıflarının dileklerini hiç göz önüne almaz görünür;
hatta, çoğunlukla, insanın en temel içgüdülerini yadsıyor olabilir. İşte bu
duruma gelince toplum bunalıma düşmüştür. Ya bir patlama olur ya da bir
yozlaşma başlar toplumda. Toplumun üyeleri birer yurttaş olmaktan çıkarlar,
ruhsuz ve kişiliksiz araçlara dönüşürler.
Hemen her
yerde doğuştan varolan bu ikilik -ki toplum bir topluluğa dönüşerek onu
çözümlemeğe çalışır- olgusu varlığını türlü ikilemler biçiminde gösterir: iyi
ve kötü, yasalar ve yasaklar, idealler ve gerçekler, akıllı ve akıldışı
olanlar, güzel ve çirkin, uyumak ve uyanık durmak, yoksulluk ve varlık, burjuva
ve proletarya, safdillik ve bilgelik, düşlemek ve düşünmek, gibi. Kendi
varlığının kaçınılmaz bir istemi olarak toplum bu ikilemi yenmeğe, yalıtlanmış
ve çatışan öğelerini birbiriyle uyumlu bir bütüne dönüştürmeğe çabalar. Ne var
ki çağdaş toplum, aşkı yaratabilen tek şeyi -yani yalnızlığı- bastırarak bu
birliği sağlamak ister. İdeolojileri, politikaları ve ekonomileri
endüstrileşmiş olan toplumlar, nitel -yani insanca olan- ayrılıkları nicel bir
tekdüzeliğe çevirmeğe çalışırlar. Yoğun üretim yöntemlerini ahlaka, sanata ve
ulusal duygu alanına uygularlar. Karşıtlıklar ve toplumsal standarda uymayan
örnekler ortadan kaldırılır. Ve de bu bizi, toplumsal yaşamın insana
verebileceği en derin yaşantıdan -gerçeği, karşıtlıkların birliği olarak görme,
yaratma olanağından- yoksun bırakır. Yeni güçler [devletler], yalnız yaşamayı
bir yetki ya da, tüzel yaptırımlarla yasaklıyorlar; yalnızlığı yasaklamakla
birlik ve beraberliğin gizemli, ama yürekli bir türü olan aşkı da yasaklamış
oluyorlar. [Özgür] aşkı savunmak her zaman sakıncalı ve topluma meydan okuyan
bir davranış olarak görülmüştür. Çağımızda devrimci bir eylem de sayılıyor.
Dünyamızdaki aşk konusu, en anlamlı belirtileriyle yalnızlığın diyalektiği
sorununun toplumca nasıl yozlaştırıldığını gösteriyor. Toplumsal yaşamımız
gerçek bir aşk birliğine hemen hiç olanak tanımıyor, onu desteklemiyor.
Aşk, kendi
kişiliğimizi tanıma ve bunu yaparken de ondan kurtulup varlığımızı bir başka
kişide gerçekleştirme yönünde bizi zorlayan ikili içgüdülerimizin en açık seçik
örneğidir. Bu ikili içgüdülerimiz, ölüm ve yeniden yaratma, yalnızlık ve
birlikteliktir. Ama aşktan başka şeyler de var. Her insanın yaşamında hem
ayrılma hem de birleşme, hem çatışma hem de uzlaşma sayılabilecek dönemler
vardır. Bu dönemlerden her biri bir yalnızlıktan kurtulma çabasıdır ki onun
hemen ardından kişi kendini çok yabancı bir ortamda bulur.
Çocuk,
çözümleyemediği her gerçeği göğüslemek, onunla başa çıkmak zorundadır. Önce,
göz yaşlarıyla ya da susarak tepkisini gösterir. Onu yaşama bağlayan bağ
aslında kopmuştur, çocuk bu kopukluğu duygu ve oyunla kapatmaya çalışır. Bu,
kişinin ölüm sözleriyle sona erecek olan diyaloğun başlangıcıdır. Ama dış dünya
ile olan ilişkileri, artık -doğum öncesi döneminde olduğu gibi- edilgen
değildir. Çünkü dünya ondan bir tepki beklemektedir. Gerçek, onun eylemleriyle
insanlaşacaktır. Oyunlar, düşler, büyüklerin olağan sayılan duygusuz dünyası
-bir sandalye, bir kitap gibi her şey- birdenbire bir canlılık ve kişilik
kazanır. Çocuk, dil ve jestlerinin, simge ve davranışlarının gizemli gücünü
kullanarak nesneleri konuşturur, cansız şeylerden kendi çocuksu sorularına
yanıt verebilen, canlı bir dünya yaratır. Soyut anlamlardan arındırılmış dil de
bu yolla bir imgeler birikimi olmaktan çıkar, tatlı ve çekici bir canlı varlık
olur. Tıpkı ilkel insanın yaptığı bir heykelciğin, nesnenin kendisi değil de
bir kopyası olması gibi! Konuşma da, yeniden, gerçeklere -yani ozanca işlere-
değin yaratıcı bir eylem olur. Gizem ve büyü ile çocuk, dünyayı kendine benzer
bir biçimde yeniden yaratır ve böylece yalnızlık sorunu çözümler. Düşte
yarattığımız nesnelerin etkinliğinden (gerçekliğinden) kuşku duymağa
başladığımızda, bilinçlenme (kendini tanıma) aşamasına varmışız demektir.
Ergenlik adını
da verdiğimiz delikanlılık dönemi, çocukluk dünyasından kopanların büyükler
dünyasının eşiğinde mola verip soluk aldığı aşamadır. Spranger, ergenlik
dönemine ait başlıca özelliğin yalnızlık olduğuna değinir. Yalnızlık simgesi
olan Nerkis (Narcissus), ergenin de simgesidir. İlk kez bu dönemde tekliğimizin
bilincine varırız. Ama duyguların diyalektiği bir daha bu soruna el koyar.
Olgunluk
döneminin belirgin bir niteliği değildir yalnızlık. Başkalarıyla, başka
şeylerle savaşan kişi kendini işinde, yaratıcı çabalarında unutur. Onun kişisel
bilinci böylece başkalarınınkiyle birleşir. Zaman dediğimiz boyut, anlam ve
amaç kazanır; böylece tarih olur, geleceğin ve geçmişin anlamlı bir
değerlendirmesi olur. Yaşamdaki tekliğimiz -ki kendi benliklerimizden oluşan,
bizi beslerken tüketen, belli bir zamanda yaşamımızdan doğar- gerçekten
giderilemez, ortadan kaldırılamaz, olsa olsa şiddeti azaltılabilir. Bazen de
ancak çok yüksek bir bedel ödeyen kişi, yalnızlığın elinden kurtulabilir.
Kişisel varlığımız, ozan Eliot'un dilinde "zamansız anlar" olan bir
tarih parçasında yer alır. Bu yüzden olgun bir insan, üretici ve yaratıcı
çağları boyunca da yalnızlıktan kurtulamıyorsa hasta bir kişi sayılır.
Çağımızda bu türden yalnızların sayısının çoğalması, sorunlarımızın ağırlığını
da yansıtır. Çalışma topluluklarının, eğlence, sanat ve müzik topluluklarının çoğaldığı
bir dönemde, insan her zamankinden daha yalnızdır. Çağdaş insan, yaptığı işe
[yarattığı şeye] bütünüyle veremez kendini. Onun -belki de en derindeki- bir
parçası her zaman bağımsız, uyanık ve nöbette kalır, efendisine karşı casusluk
yapar. Çağımızın tek tanrısı olan iş güç (kazanç tutkusu) artık yaratıcılığını
yitirmiştir. İş güç, başı sonu olmayan bir uğraşıyı ve çağdaş toplumun amacı
belirsiz yaşamını simgeler. Ve de iş hayatının yol açtığı yalnızlık -otellerin,
büroların, koca mağazaların ve sinemaların o kalabalıktan taşan yalnızlığı-
ruhu güçlendiren, arındıran yerler ya da yaşantılar değildir. Çağdaş dünyanın
yalnızlığı, dünyanın çıkmazını yansıtan bir aynadır.
Yalnızlığın
bir ucundan dünyadan koparken, öteki ucunda -kahramanlar, azizler ve günah
çıkaranlarla ilgili tutum ve kavramlarımızda görüldüğü gibi- yaşama bağlanırız.
Söylence ve masallara, anılara, tarih ve şiir gibi sanat ürünlerine konu olan
ünlü kişilerin yaşam öyküleri, onların yaşam ve eyleme katılmadan önce -daha
ilk gençlik yıllarında- bir içine kapanma ve yalnızlık dönemi geçirdiklerini
belgeliyor. Bunlar kahraman kişiyi yaşama hazırlayan oluşum yıllarıdır, ama
sözün doğrusu, özveri, arınma, acı çekme ve kendini tanıma yıllarıdır. Tarihçi
Arnold Toynbee bu gözlemi destekleyen pek çok örnekler bulmuştur: Eflatun'un
mağarası, Tarsuslu Paul'un, Buddha'nın, Hazret-i Peygamberin, Machiavelli'nin
ve Dante'nin yaşamları gibi. Ve bizler de, kendimizi arındırdıktan sonra
dünyaya yeniden dönmek üzere, hiç olmazsa belli bir süre için, köşeye çekilmeyi
ve yalnız başımıza yaşamayı denemişizdir.
Yalnızlığın
diyalektiği -Toynbee'nin deyimiyle: "Kişinin önce içine kapanmasından,
sonra da hayata yeniden katılmasından oluşan ikili hareket"- hemen her
toplumun tarihinde açıkça görülür. Çağdaş toplumumuzdan daha az karmaşık olan
kimi geleneksel toplumlar, belki de, bu ikili hareketi daha iyi yansıtan
örneklerdir.
Yanlış olarak
"ilkel" adı verilen geleneksel, küçük, yoksul ve "abece"siz
toplumlarda yaşayan insanlar için, yalnızlığın korku ve dehşet verici bir durum
olduğunu görmek hiç de güç değildir. Çağlar boyunca, kurallardan ve törelerden
oluşan karmaşık ve katı bir yasaklar düzeni, toplumun bireylerini yalnızlığa
karşı başarıyla korumuştu. Topluluğun üyesi olan birey, dirlik ve sağlığın tek
güvencesine de kavuşmuş demekti. Yalnız insan ise, bir sakat ya da kötürüm,
gövdeden kesilip ayrılması, yakılması gereken kuru bir dal olarak görülmüştür.
Çünkü öğelerinden biri hasta olunca toplumun bütünü bunalıma düşerdi.
Toplumdaki (dindışı) kural ve inançların zaman zaman yinelenmesi ve dile
getirilmesi, yalnızca topluluğun geleceğini değil, onun birliğini ve iç
tutarlığını da güvence altına alıyordu. Buna karşılık, dinsel törenlerle ölüm
olgusunun sürekli olarak duyumsanan varlığı, bağımsız (bireysel) eylemi
sınırlayan bir ilişkiler düzeni yaratıyor, bu yolla da hem bireyi yalnızlıktan
koruyor hem de topluluğun çözülüp dağılmasını engelliyordu.
"İlkel"
toplumun insanları için, sağlık ve toplum genellikle eşanlamlı sözcüklerdir,
tıpkı ölüm ve çözülme kavramları gibi, Lévy-Bruhl diyor ki: "Ülkesinden
ayrılan herkes topluluktan da ayrılmış olur. Ölür ve kendi toplumunun
geleneksel ölüm törenine hak kazanır." (1) Öyleyse bağışlanmayan bir
sürgün cezası gerçekte ölüm cezası gibidir. Toplum kesiminin, kendini
atalarının ruhlarıyla ve o ruhları da anayurt toprağı ile özdeşlemesi, şu
Afrika töreninde ne güzel simgelenmiştir. "Yerli adam Kimberley'den bir
gelinle dönerken erkeğin yurdundan alınmış bir avuç toprağı da birlikte
getirir. Kadın'ın her gün o topraktan birazcık yemesi gerekir, yesin ki yeni ve
değişik çevresine daha kolay uyup alışabilsin." Bu tür dayanışmanın
"canlı bir görüntüsü var: Orada birey, sanki yaşayan bir bedenin
parçasıdır." Bu yüzden, din değiştirenler çok azdır. "Kimse kendi
başına, salt kendi davranışlarına göre kargışlanmaz ya da güvenliğe kavuşmaz"
ve de herkesin her türlü eylemi tüm topluluğu etkiler. Güvenceler vardır, ama
topluluk kargaşaya karşı henüz yeterince bağışıklık kazanmış değildir. Din
çatışmaları, üretim yöntemlerindeki değişmeler, savaşlar ve fetihler gibi
beklenmedik şeyler de olur. Topluluk bölünür bölünmez, parçalardan her biri
yepyeni bir durumda karşılanır. Sağlığın kaynağı olan eski, kapalı toplum
düzeni yıkılınca, artık yalnızlık bir kaza ya da hastalık olmaktan çıkar,
değişmez bir toplum koşulu olur. Böylece yalnızlık, bir günah duygusuna yol
açar: Kuralların çiğnenmesinden doğan bir suç değil de, kuralların doğası olur!
Daha doğru bir deyişle, öteki kuralların doğası durumuna gelen bir nitelik.
Yalnızlık ve "ilk günah" böylece birleşir ve özdeşleşir; ayrıca, sağlık
ve birlik de yeniden aynı anlama gelen, ama çok uzak geçmişte kalmış bir şeyler
olurlar. Çünkü sağlık ile birlik tarihten (uygarlıktan, daha doğrusu yazıdan)
önceki bir "Altın Çağ"ın öğeleriydi. Zamanın akış yönünü geri
çevirebilseydik o altın çağa belki dönebilirdik. Bu yüzden, kendimizi bir günah
duygusuna kaptırınca, ondan kurtulmak, onun bedelini ödemek gereksinmesini de
duyarız.
Yeni mitoloji
ile yeni din işte böyle yaratılıyor. Yeni toplum, yalnızca sürgüne gönderilmiş
kişilerden oluştuğu için, eskisinden daha açık ve daha esnektir. Belli bir
toplumda dünyaya gelmiş olma gerçeği, bireyi kendiliğinden o toplumun üyesi
yapmaz, bireyin hemşeriliğe uygun görülmesi de gerekir. Kutsala sığınma,
geleneksel büyünün yerini almağa başlar. Aşama ve eriştirme törenlerinde
bireyin arınmışlığına, giderek daha fazla ağırlık ve önem verilir. Günah
duygusundan kurtulma düşüncesi, dinsel kuramlara, ilahiyata, zevk ve doyumdan
kaçınmaya ve bir tür gizemciliğe yol açar. Özveri ve birliktelik, eğer gerçekten öyle
idiyseler bile, birer totem simgesi olmaktan çıkarlar, yeni topluma girmenin
yolu olurlar. Bir tanrı -hemen hep bir oğul olan ve eski yaratıcı tanrılar
soyundan gelen bir tanrı- ölür ama belli zaman aralıklarıyla dirilip geri
gelir. Bir verimlilik tanrısıdır o ama aynı zamanda bir koruyucu ve
kurtarıcıdır da. Onun kendisini insanlara adaması, ölümün öte başında bizi
bekleyen kusursuz toplumun bu dünyadaki bir kanıtı, habercisidir. [Ölümden]
sonraki yaşamla ilgili bu umutlar, eski topluma duyduğumuz derin özlemin bir belirtisidir.
"Kurtuluş" sözcüğünde "Altın Çağ"a dönüş umudu saklıdır.
Kuşkusuz,
bütün bu sayılanları her toplumda, her zaman görmek söz konusu değildir.
Bununla birlikte, öyle toplumlar vardır ki hemen en küçük ayrıntısıyla yukarda
anlatılan sürece uygun hareket ederler. Sözgelişi, Orfizm'in doğuşunu
inceleyelim. Orphe inancı, eski Yunan Dünyası'nda büyük sarsıntılara ve
kültürlerin yeniden düzenlenmesine yol açan önemli bir tarih olayından -Achaean
Uygarlığı'nın yıkılışından- sonra ortaya çıkmıştır. Bu dönemde, toplumsal ya da
kutsal olsun eski ve geleneksel bağların yeniden kurulması gereksinmesinin
sonucu olarak, çok sayıda gizli dernek (tarikat) görülmüştür. Bu derneklerin
kurucu üyeleri çoğunlukla kendi köklerinden kopmuş, ama böyle bir yıkıntıya bir
kez daha olanak vermeyecek bir örgüt yaratma amacında birleşmiş göçmenlerdi.
"Orphans" (2) (yani yetim-öksüz) olmak, hepsinin ortak özelliği ve bu
tür kişilere verilen genel bir addı. Burada hemen açıklamalıyım ki, Orphe
inancı Yunancada "yetim-öksüz" ya da "boş-hiç" anlamına
gelen Orphanos' sözcüğünden türetiliyordu. Yalnızlık ile yetim-öksüzlük aynı
türden boşluklardı - [Yunan düşüncesinde].
Orfik ve
Diyonizik dinler -eski dünyanın yıkılışıyla ortaya çıkan öteki proletarya
dinleri gibi- kapalı bir toplumun nasıl olup da açık bir topluma dönüştüğünü
açıkça gösterir. Suçluluk, yalnızlık ve dua -ya da tapınmayla- temizlenme
duyguları bireyin yaşamında nasıl çifte bir rol oynuyorsa, toplum üzerinde de
aynı etkileri yapar.
Yalnızlık
duygusu -dışarda bırakıldığımız ya da ayrılmak zorunda kaldığımız yere geri
dönmek için duyduğumuz derin özlem- bir yer yurt özlemidir. Hemen her toplumda
gözlemlenen eski bir inanca göne, orası -özlemini çektiğimiz o kutsal yer (3)-
dünyanın merkezi, evrenin göbeğidir. Bazen "cennet" diye de
adlandırılır. Ama adı ne olursa olsun, o yer, toplumun gerçek ya da mitolojik
yurdudur. Azteklerin inancına göre ölüler, göçmen olarak ayrıldıkları yere, bir
kuzey ülkesi olan Miktlan'a dönerler. Kentlerini kurarken, evlerini yaparken
düzenledikleri tüm törenler, yaşamın ta başlangıcında kovuldukları o kutsal
ocağı bulmaya yöneliktir. Roma, Kudüs ve Mekke gibi dinsel başkentler ya da
kâbeler, dünyayı, dünyanın merkezini simgelerler, ama dünyadan da önce
gelirler. Bugün bu merkezlere giden hacılar her kavmin kendisine verileceği
söylenen topraklara yerleşmeden önce mitolojik geçmişte yaptıklarını yaparlar.
Bir eve ya da kente girmeden önce onun çevresinde dolaşma (tavaf) töresi,
buradan gelir. Labirent (dolanca) söylencesi de bu tür inançlardan kaynaklanır.
Konuya ilişkin çeşitli yorumlara göre, labirent, mitolojik simgeler arasında en
anlamlı ve en zengin olanlardan biridir: Kutsal bir bölgenin merkezindeki
insanlara sağlık, toplumlara özgürlük veren bir muska; cezasını çekip günahını
çıkardıktan sonra mutluluk sarayına giren kahraman ya da kutsal kişi, kentini
kurtarmak ya da yeniden kurmak için geri gelen kahraman, bütün bunlar labirent
söylencesi ile yakından ilgilidir.
Zeus'un
oğullarından Perseus'la ilgili söylencenin gizemli hiçbir yanı yoktur. Oysa
Kutsal Çanak'ı [İsa'nın son yemekte kullandığı bardak] arayanların zevkten
kaçınma çabaları, gizemci inançlarla çok yakından ilişkilidir: Fisher kralının
topraklarında ve insanlarında kısırlığa yol açan günah, kendini arındırma
törenleri, ahlak savaşı ve sonunda Tanrı'nın bağışladığı birleşme ya da birlik
(vuslat), gibi.
Dünyanın
merkezinden kovulduk. Ormanlarla çöllerde, dolancanın yeraltı dehlizlerinde
işte o merkezî aramaya koyulduk. Ancak, zamanın yalnızca bir ardışıklık ve
değişme olmadığı "zamanlar" da vardı. Öyle bir zaman ki, geçmiş ve
gelecek tüm zamanlar onun içindeydi. İnsan, bütün zamanların tek bir zaman
olduğu o sonrasızlıktan kovulup dünyaya sürgün edildiği zaman, takvimin (başı
sonu, ölçüsü hesabı belli olan zamanın) ve saatın kölesi oldu. Zaman denilen
şey dün, bugün ve yarına, saate, dakika ve saniyelere bölününce, insanoğlunun
zamanla kurduğu evrensel birlik sona erdi; insan gerçeğin akıp gidişinden
koptu, onun dışında kaldı. "Bu an" dediğimizde o an geçip gitmiş, bitmiştir.
Zamanın bu türden mekânsal ölçümleri, insanı -sürekli şimdi olan- gerçekten
uzaklaştırır; gerçeğin kendini dışarı vurduğu bütün "şimdi"leri,
Bergson'un deyimiyle, "gerçek dışı düşlere dönüştürür".
Bu karşıt
düşüncelerin oluşumunu yeterince incelersek, takvim ve tarih zamanlarının bir
özgüllüğü olmayan tekdüze bir ardışıklık olduğunu görürüz (4). Takvim hep
aynıdır, acıya da zevke de aldırmaz. Mitolojik zamanlar ise, yaşamımızın bütün
özgüllükleriyle öylesine iç içe ve diz dizedir ki, sonrasızlık kadar uzun bir
soluk kadar kısa, verimli ve kısır, korkunç ya da hayırlı olabilir. Bu gözlem,
"sosyal zamanlar" kavramına yol açar. Oysa, yaşam ve zaman tek, büyük
ve bölünmez bir birimdir. Azteklerde zaman, mekânla çağrışım yapan bir
süreklilikti. Her yeni gün, belli bir mekânsal noktaya bağlı sayılırdı.
Zaman-mekân çağrışımı dinsel takvimlerin çoğu için de doğrudur. Fiesta, tarih
ya da salt yıldönümünden daha değerli, anlamlı bir şeydir. Fiesta bir olayı
kutlamaz, onu yeniden yaratır ve yaşar. Bu yolla, takvim yıkılır ve onun yerine
-kısa bir süre için de olsa- sonrasızlık (yaşanan durum) konur. "Altın
Çağ" geri gelir. Katolik papazı, kutsal cemaat (Mass) törenini yönettiği
zaman, İsa, buraya ve bugüne ulaşır, kendini insana verir ve dünyayı yeniden
kurtarır. "Gerçekten inananları" Kierkegaard'ın olmasını dilediği
gibi, "İsa'nın çağdaşlarıdır".
Zamanın
akışını durduran olaylar yalnızca söylenceler ve dinsel bayramlar değildir. Aşk
ve şiir de bu konuda, yani "ilk zaman" konusunda, bize bazı ipuçları
veriyor. Juan Ramon Jiménez, şiirsel anın sonrasızlığı konusunda bakınız ne
yazıyor: "Daha çok zaman, daha çok sonrasızlık değildir." Kuşkusuz,
zamanın değişmez bir durum, salt güncellik olarak yaşanması, gerçeğin,
kavranılmasından çok, bu akışın usa vurulması demek olan saatle ölçülen
zamandan daha eskilere gider.
Zaman
kavramımızdaki bu ikilik, tarihle mitos, tarihle şiir arasındaki kimi
karşıtlıklarda da görülür. Mitos da -dinsel fiesta'larda ya da çocuk
masallarında da gördüğümüz gibi- zamanın tarihi belli değildir. "Evvel
zaman içinde...", "kalbur saman içindeyken...", "Ben
babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken..." diye başlayan öykülerde
takvimle bağımlı bir tarihleme yoktur. Başlangıç, bütün başlamaları içine alan
ve bizi her şeyin her an yeniden başlayabileceği canlı bir zamana götürür.
Mitolojik bir olayı yineleyen ritüeller aracılığıyla, insanoğlu, karşıtların
uzlaştırılıp birleştiği bir dünyaya kavuşur. Van der Leeuw'un dediği gibi,
"bütün ritüellerde, törenleşmiş, töreleştirilmiş davranış ve olaylarda olayın
sanki şimdi ve şu anda yaşanıyormuş imgesi saklıdır." (5) Okuduğumuz her
şiir, bir yeniden yaratış (ya da yaradılış)'tır, yani törensel bir töredir,
fiesta'dır.
Tiyatro ve
epik de bir tür fiesta'dır. Tiyatro oyununda ya da şiir okumada, günlük zamanın
tiktakı durur, ilk (özgün) zaman işlemeğe başlar. Katılma yoluyla bu mitolojik
zaman -gerçeği gizleyen tüm zamanların ağa babası- bizim iç ve öznel
zamanımızla çakışır. Ardışlıklığın kölesi olan insan, görünmez kafesinden
kurtulup yaşayan zamana katılır: Kişisel yaşam dış zamanla özdeşleşir. Çünkü o
dış zaman böylece yorulup tükenmeden kendini yaratan salt bir
"şimdi"ye dönüşmüştür. Mitoslar ve fiestalar -ister laik, ister
dinsel olsunlar- insanı yalnızlığından kurtarıp yaradılış süreciyle yeniden
birleştirirler. Bu yüzden -kılık değiştirmiş, gizli ve saklı- mitos, tüm
davranışlarımızda etkisini gösterir, yazgımıza etkin biçimde katışır, çünkü
bize yaşamla yeniden birleşmenin kapısını aralar.
Çağdaş insan
mitoslarının aklın denektaşına vurur -kaç kırat olduklarını görmek için. Yoksul
kişi ise onları yok edememiştir. Bilimsel gerçeklerimizin çoğu, ahlaki, siyasal
ve felsefi kavramlarımız gibi, mitolojik öğelerle dile getirdiğimiz eğilimlerin
yeni biçimde anlatımından başka bir şey değildir. Günümüzde "aklın dili",
adını verdiğimiz bilim, kendi koruyucu kanatları altında barınan mitosları
ancak zar zor gizleyebilmektedir.
Ütopyalar
-bilimsel görünüşlü açmazlarına karşın özellikle de çağdaş politik ütopyalar-
her toplumu, kendisi için bir "Altın Çağ" arama yönünden zorlayan
eğilimlerin [sorunların] dışa vurulmasından, dile getirilmesinden başka bir şey
değildir. O "Altın Çağ" ki, serüvenimizin başında kovulduğumuz o
yere, "Günlerin Günü"nde yeniden dönülecektir. Modern fiesta'lar
-siyasal toplantılar, gösteri ve geçit yürüyüşleri ve öteki törensel eylemler-
gerçekte, kurtuluş gününün [Hıristiyanlara göre İsa'nın yere inişinin] yakın
olduğunu duyuruyor. Herkes, toplumun ilk özgürlük günlerine ve o ilkel
temizliğine yeniden dönebileceğini umuyor. O yere vardığımızda, yaşam bizi
türlü kuşkularla iyi ile kötü haklı ile haksız, gerçek ile düş arasında bir
seçim yapmamız için zorlamayacak. Değişmez şimdiler yani bir "Zaman
Krallığı" kurulmuş olacak. Orada gerçek, maskesini çıkarıp atacak, bizler
de hem gerçeği hem de hemşerimizi tanımak olanağını bulmuş olacağız.
Kısırlayan ve
yozlaşan her toplum kendini kurtarmak için en az iki söylence ve inanç yaratmak
zorundadır: 1- verimi artırmak için, 2- yaratıcılığı desteklemek için.
Yalnızlık ve günah [sorunu] birlik ve bolluk içinde çözümlenebilir. İçinde
yaşadığımız çağdaş toplum da kendi mitoslarını yaratmıştır. Burjuva
toplumlarının kısırlığı ya kendi canına kıyma ile ya da daha yaratıcı olan bir
katılıma süreciye sonuçlanacak gibi görünüyor. Ortega y Gasset'in deyimiyle
"çağımızın sorunu" kısaca budur. Düşlerimizin özüyle eylemlerimizin
anlamı işte bu sorunda düğümleniyor.
Çağdaş insan,
uyanık olduğuna ve de doğru düşündüğüne inanmak istiyor. Ama bu tür inanç ve
düşünceler bizi karabasanlara soktu -akıl aynalarımızda, art arda işkence
odalarını gördüğümüz karabasanlardı onlar. Bu karabasandan çıktığımızda, uyanık
durumda düş gördüğümüzü ve usçu düşlerimizin dayanılmaz düşler olduğunu belki
de fark edeceğiz. Ve ondan sonra, belki de gözlerimizi kapayıp yeniden düş
görmeğe başlayacağız.
(*) L'amour
fou - Çev.
(1) Lucien
Lévy-Bruhl : La mentalité primitive (Paris 1922)
(2) Amable
Audin: Les Fétes Solaries (Güneş Baynamları), (Paris 1945)
(3)
"Kutsal yer" kavramı konusunda, Mircia Eliade'ın Histoire des
Beligions (Dinler Tarihi'ne) Bkz. (Paris 1949)
(4) Bu konuda
Bkz: Bozkurt Güvenç'in Sosyal ve Kültürel Değişme yapıtı Ankara 1976. (Hacettepe
Üniversitesi yayını D-21)
(5) Van der
Leeuw: I'Homme primitif et la Religion (İlkel İnsan ve Din), (Paris 1940).
Çeviri:
Bozkurt Güvenç