Monday, February 24, 2014

Kafesin biri, bir kuş aramaya çıktı - KAFKA



Yaşama ve onun getirdiklerine anlam verme arayışında olan bir yazarın, Tezer Özlü’nün satırları yalnızca Simav’dan Zürih’e kadar uzanabildi. Edebiyat dünyasının “özgürlük arayışı” kaidesiyle yazan kalemlerinden olan bu kadın; “hayatın içinde ne denli bir yolculuğa çıkarsak tam olarak istediğimiz yere varmış oluruz ya da hala varmak istediğimiz odağın başlangıcında mıyız?” sorusuyla yazdı ve yaşadı. İşte tam bu noktada, kitaptan bahsetmeden önce, basit bir anlatımla, deli dahiliğinin gölgesinde olan yazarın hayatını bilmemiz gerekiyor.
Kütahya’nın Simav ilçesinde doğan yazar, on yaşında İstanbul’un sokaklarını adımlamaya başlar. Avusturya Kız Lisesi’nde bir soluk eğitim alsa da yarıda bırakır. Arayış kavramı bir süre sonra ona yolculuğu çağrıştırır ve ’62-’63 yıllarında Avrupa “otostop” yolculuğunu gerçekleştirir. ’64 yılında Adalet Ağaoğlu’nun kardeşi, tiyatrocu ve oyun yazarı Güner Sümer ile Paris’te tanışır ve evlenip Ankara’ya yerleşir. Bu süreçte Özlü, Almanca çeviriler yapar. ’67 yılında Sümer’den ayrılıp, tekrar İstanbul’un yolunu tutar. ’67-’72 yılları arasındaki periyot onun için “psikolojik tedavi ve rehabilitasyon” süreci olarak anlam kazanır. Akıl hastanelerinde yattığı günlerde “Çocukluğun Soğuk Geceleri” adlı ilk romanını kaleme alır.(Bu kitap yayımlanmak için ’80 yılını bekleyecektir) Daha sonra Erden Kıral ile kısa bir evliliği olacaktır. ’81 yılında gittiği Berlin’de Hans Peter Marti ile tanışır ve ’84′te onunla evlenip, Zürih’e yerleşir.

Kaotik yaşamı süresince “hiçbir yere bağlı olmamak” fikri, onun için, yaşamı bir tür “gitmek” ve trenleri de gidebilmenin ve özgürlüğün simgesi haline getirmiştir. Belki de sırf bu yüzden ya da bu durumu hiç düşünmeden Avrupa’yı tavaf etmiştir. Yaşamı, gitmek olarak anlamlandıracak kadar özgürlüğüne düşkün olan yazar, “gittiği” yerlerde de birçok toplumsal ve kültürel çıkarımlar yaparak, kitapta bunlara yer vermiştir. Yabancılaşma ve toplumdan ayrıksı bir yaşam sürme isteği, gündelik ve popülist imajlar, toplumun dinamikleri, hayatın kuralları ve savaş karşıtlığı kitapta yer alan en baskın öğeler olarak sayılabilir. En baskın serzeniş ise, yolculuğun da getirdiği gözlem görüngüsünden olsa gerek, köyden kente, Ortadoğu’dan Avrupa’ya göçtür. Göç onun için öyle bir sorundur ki, kitabın bir bölümünde şöyle bahseder: “Çağımızın en büyük acısının, yaşamını yabancı ülkelerde kazanmak zorunda bırakılmışlık olduğuna inanıyorum.”

Berlin-Hamburg-Prag-Viyana-Zagrep-Belgrad-Niş-Zagrep-Trieste-Torino ekseninde gerçekleştirdiği yolculukların tamamında Türk göçmenlerden ve onların o “öteki” oldurulmuş olmaktan yaşadıkları zavallılığı bir seyyah edasıyla birebir anlatmıştır. Bu konuda Italo Pavese’den bir alıntı yapmayı da unutmamıştır: “Biz kendimizi, kendi köyümüz dışındaki her yerde rahat sayan huzursuz insanlarız.”

-Satır arası dipnot: Kitap baştan sona Pavese’den alıntılarla doludur-

İşte yaşamın ucuna yolculuğu tam da burada tekrar başlamaktadır. ’83 yılının 9. Eylül gününde, doğum gününde, kendisiyle aynı gün doğmuş olan Pavese’ye doğru yolculuğuna girişir. Fakat ona giderken, yolluk niyetine de diğerlerine; Franz Kafka’ya ve Italo Svevo’ya da uğrar. Ve mezarlarını, yaşadıkları yerleri, yaşasalardı eğer yaşayabilmeleri muhtemel olayları ve yaşamamalarına rağmen onları yaşatma çabasına doğru yol alır. Kafka’ya vardığında yazdıkları, hayallerini doğrular niteliktedir;

Yorgunum. Tren istasyona varıyor bile. Çantamı istasyonda bırakıp bir araba ile kentin sabahına giriyorum. Sabah daha saat altı olmadan, Kafka’nın doğduğu evin karşısındayım. Yapının yan duvarında Kafka’nın ince yüzü metal bir heykel olarak işte karşımda. Birden yorgunluğum gidiyor. Ama beklenmedik bir sabahın maviliğinde birden Kafka’nın evinin önünde olmayı, bu üç katlı büyük taş yapıya bakıp duruşunu hiç kavrayamıyorsun. Uzak ülkede, durgun kentlerde onun anlatılarıyla geçirdiğin yıllar, daha derin, daha etkin, düşüncelerini daha çok yönlendirmiş, daha benliğine işlemiş süreçler. Yoksa yaşadığımız her an böylesine geçmişin ağır anılarıyla mı güçleniyor.”

Özgürlüğünün simgesi trenler onu İtalya’ya, Trieste’ye getirdiğindeyse, bizi Svevo’nun evine, kızı Letizia ile buluşmaya götürüyor. Bu buluşmada da James Joyce’dan (Joyse ile Svevo’nun yakın dost olduğu bilinir) Goethe’ye, Schiller’den Schopenhauer’a, Hölderlin’den Rilke’e kadar sayısız şair ve yazarın dünyasına yine kısa ama tarifi uzun bir yolculuğa çıkarmakta geç kalmıyor. Edebiyat dünyasının domino taşlarını sindirdikten sonra savaşa ve onun kabul edilebilir hiçbir tarafı olmadığına keskin çizgilerle atıfta bulunarak militarist anlayışa dikkat çekmek için okura kendi sorunuymuş gibi bir iki cümle sunuyor: “Berlin’den ayrıldığımdan bu yana Falkland anlaşmazlığı ve İsrail’in Filistin’e karşı açtığı savaşla ilgili hiç haber almadım!”

Yolculuğu boyunca hiç ayrılmadığı tek şey diş ağrısı olan ve sigarayı azaltmayı düşünen Özlü’nün yalnızlığıyla da başı derttedir. Kadınlığın, kadın olmanın, özgürce yaşama isteğinin, erkek egemen topluma bağlı kalmak istememenin, herkese rağmen tatminkar olmayan bir bağlamda sevişmenin, karşılıksız sevmenin psikozuyla yaşayan bu zerdüşt kadın, aynı zamanda yazarlığının da bir parçası olarak yitip gitmeyi kabul etmemektedir. Fakat bütün bu yaşamak için şart faktörlere rağmen intiharı ve intiharın da ruhunda bulunan çekip gitmenin albenisini de onu ölümsüz bir istekle bağlı olduğu Pavese’ye gitmekten alıkoy/a/maz. Nitekim Trieste’ye, ona doğru yol alırken sanki yaşamın sonuna doğru yolculuk etmektedir.

Santa Stefano Belbo’ya vardığındaysa Pavese’nin ruhu onu tam bir kuşatma altına alır. Pavese’nin ölmeden önce sık sık buluştuğu dostu Nuto ile bir süre arkadaşlık edip, onun hakkında bilgiler alır ve Pavese’nin intihar ettiği otele gidip, orada kalır. Pavese’nin intihar etmeden önceki ruh halini anlamaya, uzatmalı sevgilisinin gitme isteğini anlamlandırma çabasına girişerek, bir bakıma onunla aynı duyguları paylaşmaya çalışır. Pavese ile ilgili gözlemleri, genellikle kadınsal açıdan yapılan çıkarımlardan ve onun hayatına dair atıfta bulunduğu tespitlerle olay örgüsüne dahil eder. Pavese üzerinden yaptığı mutsuzluk, yalnızlık ve ara sıra zamansızlık isteğine karşı bunalımlı eğilimler onu salt bir intihar duygusundan uzak tutmaya çalışsa da kendisi ile olan savaşı yaşamın ucuna yolculuğunun son demleridir. Kısacası, Tezer Özlü’nün bu yolculukta kendisine arkadaş etmek istediği ama yolculuğun herhangi bir anına, olayına ve herhangi bir şeyine etki etmemesi gereken yoldaşlara ihtiyacı vardır. Onun görüngülerinden yaşama yeniden bakacak ve değerleri tekrar değerlendirecek olanlar içinse sözü çoktur ama az konuşur;

İnsan çoğu kez son bulduğu duygusuna kapılıyor, oysa yaşamın sonsuzluğunu algılayabilmek için bile yeterli değil, bir insan ömrü…”

12.11.2011 tarihinde BirGün Kitap

Saturday, February 22, 2014

Hayalet Oğuz / Tezer Özlü


Biz yıllardır bu kentte yaşıyoruz. İçimizde ömrü bitenler oldu. Onları oldukça eğlentili törenlerle gömdük. Bu törenlerden ağıt ve içtenlik yönünden en ağır basanı Hayalet Oğuz’un cenaze töreni oldu. Oğuz, İstanbul’da yaşadı. Oğuz bir dönemi yaşadı. Yeryüzünde belki de hiç kimsenin yaşayamadığı gibi. Tek bir sandalye sahibi olmadı. Bir-iki giysisi temizleyicide durur, kirlenince yenilerini satın alır, iç çamaşır ve çoraplarını en yakın çöp tenekesine atardı. Ev almadı, ev kiralamadı, eşya almadı, eşya tamir ettirmedi, belki de tek bir mobilya mağazasına girmedi. Pasaport almadı, karı almadı, karı boşamadı, kimseyi gebe bırakmadı, resmi dairelere girip çıkmadı.
Bir kez bir kadın parmağına yüzük takıp:
-Oğuz, sen benim nişanlımsın, dediyse de, Oğuz kadının başkalarıyla yatıp kalkmasına hiç ses çıkarmadı. Kimseye baskı
yapmadı, canlı ya da cansız hiçbir şeye malı gözüyle bakmadı. Nişanlı geldiği gibi gitti. Bu da Oğuz’u ne sevindirdi, ne de üzdü.
Oğuz’u, ilkokulu bitirdiğim yıl Fatih’teki evimizin balkonundan ağabeyimin odasına bakınca görmüştüm. İncecik bir adam, yatakta uyuyordu. Zayıflıktan ölmüş gibiydi. Yüreğim burkuldu. Anneme koştum:
Anne, içeride yatan adam zayıflıktan ölecek, dedim. Oğuz, 21 yıl sonra, 1975 Eylül ayında öldü. 21 yıl süreyle birbirimizi çok sık gördük. Aynı evlerde yaşadık, aynı çevrelerde dolaştık. Aynı kitapları okuduk. O, özellikle yeni çıkan telif kitaplarını ilk günden edinirdi. Ya yazar ona vermiş, ya da Oğuz satın almıştı bile.
Okuyayım, sana bırakırım, derdi.
Ya da en ilginç, en olmayacak satır ve sayfaları bulur, yüksek sesle bana okur, kitabın özünü bir iki dakikada ortaya koyuverir, arkasından bir de şakasını yaptıktan sonra, kitabı bırakır giderdi.
Çoğunlukla da elinde bir İngilizce polisiye roman bulunurdu. Türkçeye çeviri ve derleme olarak yüze yakın kitap kazandırmıştı. Adını hiçbir zaman çevirmen, yazar, ozan, şunu yaptı, buna çalışıyor, bunu hazırlıyor... gibilerden kullanmadı. Yazın çalışmalarında tam bir fabrika işçisiydi. Sığınabileceği bir köşede çalışır, çalışması bitmeden kazanacağı parayı çekmiş, bitirmiş, sayfalarca çeviri bedeli de borçlu kalmış olurdu. Yüzlerce film senaryosu yazdı Yeşilçam’a. Bunların tümünün adını bile bilmez, filmleri de görmemiştir. Parasını alınca da dar paçalı bir blucin, bir kazak, bir montgomeri ya da mevsime göre yeni bir gömlek satın alırdı.
İyi bir yemek yer, ardından Kulis, Papirüs gibi barlara uğrar, barmenlere önceki içki borçlarını öder, yanındakilere içki ısmarlar, oracıkta rastgeldiği bir iki dostuna:
-Şu paramı saklayıver, sonra senden isterim, hepsini bitirmeyeyim, der, belki o gece Klüp 12’de bir şişe viski açtırır, geceyi bir bar kadınının yanında, kadına dokunmadan sızarak geçirir, ertesi gün bir Bafra sigarası alacak parası kalmadan, gene Taksim-Beyoğlu çevresinde yaşamına başlardı.
Kurbağa bacağı, mantar turşusu gibi garip yiyecekler severdi. Beyoğlu’na gelen ilginç filmleri de ilk gören o olurdu. Çok ender insanda rastlanan bir zekası vardı. Ölmeden beş gün önce Bulvar kahvesinde oturuyorduk. Oğuz: E.’ye uğradım. Sen benden daha önce gebereceksin, çok seviniyorum dedi, diye gülerek anlattı. Hepimiz gülüştük. İnsanın, kendi ölümü üzerine, ölmeden dört gün önce şaka yapabilmesi üstün bir zekanın bile işi değil. Ölmeden dört gün önce, insanın hastaneye tıraşlı bir yüzle gitmesi için, Cağaloğlu’nda para araştırması inanılır gerçek değil.
Biz hep “Hayalet ölmez”, diye düşünüyorduk. Onu, Heybeliada sanatoryumuna götürmedik bile. Son yemeğimizi Degüstasyon’da yedik. Salçalı bir dana söylemiş: Ağzının tadını bilen ağabeyin de, hep bu soslu danayı yer burada, demişti. Ben de arsızlıkla onun soslarına ekmek batırmış, bir ay Heybeliada’da dinlen, sakın İstanbul’a inme, biz gelir seni görürüz, demiştim. Erken çıkmıştık lokantadan. İstiklal Caddesi kalabalıktı gene. Havasız ve pisti her zamanki gibi. Oğuz heyecanlı idi. Sanki önemli bir olay onu bekliyordu. Erken yatmak, bir an önce hastaneye gidip, yerine uzanmak istiyordu. Ama bu gidiş hastaneye, ölüme falan değil de, hiç çıkmadığı bir Avrupa yolculuğu, ya da sevdiği bir kadınla buluşacağı sabahı bekleyiş gibiydi.
-Senin de Celal Sılay için yazdığını okudum, dedi.
-Meraklanma, senin ölüm yazını da kaleme alıyorum, dedim.
Gülüştük.
Tünel’e doğru yürüyecekti. Otuz yıldır yaşadığı bu caddede son yürüyüşü olacaktı bu, yorgundu. Ağabeyimin evinde uyuyacaktı, yanında pek tanımadığı bir üniversiteli genç kalacaktı. Bu çocuk onu sabah Ada vapuruna bindirecekti. Ve Oğuz dört gün sonra akciğer kanserinden boğularak ölecekti. Kırk altı yaşında ve kırk altı kilo olarak.
Oğuz öldükten birkaç gün sonra şunları yazmaya çalışmıştım: Sevgili Oğuz İstanbul kentini bu Eylül ayı bıraktı. 3 Eylül 1928’de doğdu. 17 Eylül 1975’de öldü. 1.73 boyunda, 46 kilo idi. Şişli camisi avlusuna tabutunu dört kişi hafif bir çanta taşır gibi getirdi. O zaman tabutun içinde onun yattığına kuşkum kalmadı.
Oğuz’un çok güzel, neredeyse kitap adı gibi “Eğlentili Bir Gömme Töreni” oldu. Mezarına sahip çıkacak bir hısmı bulunamadı. Yanına kimse gömülmesin, mezar cemaatın olmasın diye, tapusu Sinematek Derneği adına çıktı. Oğuz’un çok güzel bir mezarı oldu. Üzerine açık leylek rengi kır çiçekleri diktik. Mezarlıklarda ekmek paralarını çıkaran çocuklar da bol su döktüler. Toprak canlandı. Güzel koktu. Çelenklerini üstüste yığdık. Çocuklar gene diri gonca gülleri suladı. Görevimiz bitmişti.
Otuz kadar yakın dostu Krepen Pasajı’ndaki Neşe Meyhanesinde oturup, onun anısına yedik, rakı içtik, üstelik iştahla yedik. Akşamüstü aşuresi bile pişip geldi.
Beyoğlu’ndan uzaklaşırken biraz sarhoş ama çok üzgündüm.
Oğuz yaşamının çeyrek yüzyılını elliye yakın dostunun evinde geçirdi. Oğuz aylarca da benimle kaldı. Onun konukluğu bir kelebek gibiydi. İnsana kendini hiç belli etmemeye çalışır, hiçbir özel isteği olmaz, ince ve sevimli bir sesle konuşur, eve gelirken çiçekler ve pasta getirir, bana Alman eğitiminden geçtiğim için, Mutti, derdi.
Yatma saati geldiğinde bir yere kıvrılıp uyuyuverir, sabah yanına erken saatte bile gelinse, hemen bir espri yapardı:
-Ne o, sahura mı kalktın?
Kimsenin görmesine olanak vermeden hemen giyiniverir, azalmış saçlarını özenle tarar, kolonya sürer, bir bardak çayını kendi koyup, Bafra sigarasına başlardı.
Oğuz, yanında kaldığı dostlarına aldığından çok daha fazlasını verdi. Dostluk, güleryüz gösterdi onlara. Akıllıca yapılmış şakaları ve bulunmaz kişiliğiyle öylesine yeri doldurulamaz bir insandı ki, onu tanımış, onunla birlikte günler, geceler geçirmiş olmayı, erişilebilecek mutlulukların en büyüklerinden sayıyorum.
Balıkpazarı meyhaneleri, Beyoğlu lokanta ve gece kulüpleri, kahveler, Nazmi, Kaptan ve ender olarak gittiği birkaç taşra kentinde geçen bu kısa yaşam, boyutlarına yeryüzünde herkesin erişemeyeceği bir yaşamdı.
Ölümünden altı ay kadar önce, yağışlı bir günde bana küçük bir valizini getirdi. Yıllardır hiç açılmamış. Afrika Han’da, Bülent Oran’da kalmış bir valiz içinden iki taş baskısı örtü çıktı. Yepyeni, onları bana verdi.
-Bunları bir kızla birlikte almıştık, dedi.
Kadının güzelini bilir, bu kadınlara annesi, arkadaşı ve aynı zamanda sevgilisiymiş gibi bakardı. Valizden ayrıca; yedi sekiz yıldır kullanılmamış bir diş fırçası, çoğu bitmiş bir İpana diş macunu, Yüksel Arslan ve Ömer Uluç’la bir fotoğrafı, gene arkadaşlarıyla Bebek’te lokantada bir fotoğrafı, film çalışması yaparken bir fotoğrafı, temiz iki beyaz cin pantolon, fayans üzerine basılmış antik bir oto resmi, kirli çorap ve kirli çamaşır, bir iki ozanın adına imzaladığı kitap, bir iki kolej kitaplığından alınma İngilizce ekonomi kitabı çıktı... hepsi bu, işe yararlarını bana verdi, gerisini attı.
Son olarak kaldığı ağabeyimin evinde, ölümünden sonra şunlar ilişti gözüme: Hastaneye getirmemizi istediği ve temizlettiği pantolonunun üzerinde Türkiye Cumhuriyeti 1960 Anayasası duruyordu. İngilizce bir polisiye romanını yarısına kadar okumuş, kaldığı yeri işaretlemişti, ağabeyimin telefon defterine en çok çalıştığı Yalçın Ofset’in telefon numarasını yazmıştı. Bunun dışında eski gocuğu, hiç yayımlanmamış bir iki şiiri, yazlık ayakkabıları ve şöyle bir not: daktilo otelde, gömlek temizleyiciden alınacak... Ayaspaşa’dan Levent’e... Levent’ten Ayaspaşa’ya... vb.
Yolları araç ve garip bir insan kalabalığının karşıdevrim gibi sardığı İstanbul’u “Katmandu”ya benzetiyor, son aylarında: “Artık gerçekten yaşamak istemiyorum, hiç tadı yok”, diyordu. Ama bunu söylerken soyut bir bunalımı dile getirmiyordu. Oğuz, bunalan bir insan değildi. Onun akıl ve mantığı bu tür gereksizlikleri çoktan aşmıştı. Hiçbir zaman,
-Sıkıldım, acıktım, uykusuzum, yorgunum, bile demedi.
Akciğer kanserine yakalandığını bilmedi, yakınmadı da,
-Solurken ciğerlerim acıyor, uyutmuyor beni, demekle yetindi.
-Çok hastayım, demedi. Doktorun terimini kullandı: “Çok hastaymışım”, dedi.
Her anlamda olumsuzlaşan İstanbul’u artık istemiyordu ve ölümü de öylesine umursamıyordu ki... hani;
-Beyoğlu’nun tadı kalmadı, artık öteki dünyaya gidelim, der gibi. Ve ölmeden dört gece önce Degüstasyon’un kapısı önünde karşılaştığımız Ali Poyrazoğlu’nun yanağından makas alıyor,
-Tatlıhayat kurbanları gene nereye? diye takılıyordu.



KaraKediGözü: Tarihe tanıklık eden öyküler: “Ermeni Edebiyatı Nu...

KaraKediGözü: Tarihe tanıklık eden öyküler: “Ermeni Edebiyatı Nu...: Sarkis Sarents’in 99 yıl önce derleyip yayımladığı Ermeni Edebiyatı Numuneleri , Aras Yayıncılık tarafından yeniden yayımlandı. 8 ...

Klaus Kampert Photography

Thursday, February 20, 2014

Tarihe tanıklık eden öyküler: “Ermeni Edebiyatı Numuneleri 1913″


Sarkis Sarents’in 99 yıl önce derleyip yayımladığı Ermeni Edebiyatı Numuneleri, Aras Yayıncılık tarafından yeniden yayımlandı. 8 Ermeni yazardan 14 öykünün yer aldığı kitap için dönemin önde gelen 4 Osmanlı aydınının yazdığı yazılar ise bugünden bakıldığında okuyanı şaşırtan görüş ve saptamalar içeriyor.
Dönemin önde gelen Ermeni aydınlarından Sarkis Srents’in 1913’te derlediği öykülere dört ünlü yazar birer övgü yazısı yazınca, ortaya Türklere Ermeni Edebiyatı’nı tanıtmaya yönelik bu önemli çalışma çıkmış.
Bir yanda II. Meşrutiyet’in özgürlük ve diyalog rüzgârları, öte yanda yaklaşmakta olan 1915 felaketinin ayak seslerinin duyulduğu günlerde yazılan öyküler, dönemin öne çıkan özelliklerini son derece ustalıklı bir dille anlatıyor. Öykülerle ilgili yazılar ise bugünden bakıldığında okuyanı şaşkına çeviren tespitlerle dolu…
 
“Ermeni Edebiyatı Numuneleri’nin 99 yıl önceki ilk baskısı,1512’de Venedik’te Hagop Meğabard tarafından basılan ilk Ermenice kitapla birlikte başlayan Ermeni matbaacılık faaliyetlerinin 400. yıldönümü kutlamalarına denk düşmüştü. Yüz yıl sonra bugün, Numuneler’in baskısının bu kutlamaların 500. yıldönümüne denk düşmesi, özel bir anlam taşıyor şüphesiz. Öyle ki bu kitap, başta Sarkis Srents olmak üzere, Ermeni yayın emekçileri ve aydınlarının silinmez hatıralarına adanmış naçiz bir armağandır aynı zamanda.”
Ermeni Edebiyatı Numuneleri 1913’ü Mahir Ünsal Eriş ile birlikte günümüz Türkçesine çeviren Ari Şekeryan’ın kitabın sunuş yazısında yer alan bu satırları kitabın bugün ifade ettiği anlamı çok güzel ifade ediyor. Ancak bugünden bakıldığında, kitabın özellikle tarihsel ve toplumsal bakımdan çok farklı anlamları da var. Kitapta yer alan öykülerin yanı sıra, bu öykülerden ilham alarak birer yazı kaleme alan dört önemli Osmanlı aydınının görüşleri, bu ülkenin zihniyet tarihi açısından çok önemli veriler içeriyor.

Tuesday, February 18, 2014

Bugün günlerden daha da çok Tezer Özlü.

Tezer Özlü

Doğumu
10 Eylül 1943
Simav, Kütahya
Ölümü
18 Şubat 1986
Zürih, İsviçre

  • Birdenbire çok yorulduğumu, taşıyamayacağım kadar yaşantı üstlendiğimi ölürcesine algıladım. Kitapsız, sanatçısız, tartışmasız bir yaşamın özlemi sardı benliğimi.
(Kalanlar)
  • Kimseyle yaşlanmak istemiyorum, kendimle bile.
  • Aşk acısı çekmedim hiç, çünkü dünyanın verdiği acı her zaman güçlüydü.
  • Dünyanın acısı olmasaydı, taze yeşil yapraklar üzerindeki güneş ışınlarının anlamı olmazdı.
  • İnsanın başkalarına söyledikleri duymak istedikleridir. Yazdıkları, okumak istedikleridir. Sevmesi, sevilmeyi istediği biçimdedir.
(Çocukluğumun Soğuk Geceleri)
  • Neden dost olmadan, erkek-kadın, karı-koca olmaya çabalıyoruz? Bizim insanlarımızın insan sevmesi, insan okşaması, çocukluktan engelleniyor. Saptırılıyor, çarpıtılıyor.
  • Nihayet yağmur başladı. Bu sabah artık, yağmuru neden bu kadar çok sevdiğimi anladım. Ağlayan bir yüreğe benzediği için…
  • Yaşadığım anların, onları yaşarken anıya dönüştüğünü algılar, onları yaşarken anılaştırırdım. Sonra bunu en güzel biçimde Savinio'da okudum: Yaşanan an da anı olacak.
  • Neden yazılır? Dünya acılı olduğu için yazılır. Duygular taştığı için yazılır. İnsanın kendi zavallılığından sıyrılması çok güç bir işlemdir. Ama insan bu, bir kez bu zavallılıktan sıyrılmaya görsün, o zaman yaşamı kendi egemenliği altında alabilir. İşte böylesi bir egemenliği bir iki kişiye daha anlatmak için yazılır ya da kendi kendine kanıtlamak için. Çünkü insanın kişisel özgürlüğü, kendi dünyasına egemen olmasıyla başlar. Dünyasına egemen olan insan, acıları coşkuya, bunalımı yaratmaya, sevgisizliği sürekli aşka dönüştürebilir. Ben dünyama egemen olabilmeyi edebiyatla öğrendim.
  • Sizin düzeninizle, akıl anlayışınızla, namus anlayışınızla, başarı anlayışınızla hiç bağdaşan yanım yok. Aranızda dolaşmak için giyiniyorum. Hem de iyi giyiniyorum. İyi giyinene iyi yer verdiğiniz için. Aranızda dolaşmak için çalışıyorum. İstediğimi çalışmama izin vermediğiniz için. İçgüdülerimi hiçbir işte uygulamama izin vermediğiniz için. Hiçbir çaba harcamadan bunları yapabiliyorum, birşey yapıldı sanıyorsunuz. Yaşamım boyunca içimi kemirttiniz. Evlerinizle, okullarınızla, işyerlerinizle. Özel ya da resmi kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz. Ölmek istedim, dirilttiniz. Yazı yazmak istedim, aç kalırsın dediniz. Aç kalmayı denedim, serum verdiniz. Delirdim, kafama elektrik verdiniz. Hiç aile olmayacak insanla bir araya geldim, gene aile olduk. Ben bütün bunların dışındayım.
(Yaşamın Ucuna Yolculuk)
  • Şunu öğrenmelisin: Sen hiç bir işe yaramaz değilsin. Seni senden çalan toplumdur.
  •  

Monday, February 17, 2014

Black & White Photos of Moscow Before the Revolution

Streets of old pre-revolutionary Moscow were so much different from what its citizens and city guests can see today. A nice collection of old black and white photographs of the Russian capital can be seen below.