Albert Camus
Öyle bir zamanda
yaşıyoruz ki, insanlar, tatsız ve acımasız inançlar yüzünden her şeyden utanır
oldular. Kendilerinden, mutlu olmaktan, sevmekten, yaratmaktan utanıyorlar,
öyle bir zaman ki bu, Racine Bérénice'i yazdı diye yüzü kızaracak, Rembrandt
Gece Nöbeti tablosunu yaptı diye, mahallenin karakoluna koşup kendini
bağışlatmanın yolunu arayacak. Yazarlar ve sanatçılar bugün vicdan azapları
içinde yaşıyorlar. Kendimizi bağışlanık göstermeye çalışmak moda oldu aramızda.
Doğrusunu
isterseniz, bu duruma düşmemiz için bir hayli uğraşıyorlar. Dört bir yanımızdan
politikacılar bağırıp duruyorlar bize ve kendimizi savunmaya zorluyorlar bizi.
Yararsız oluşumuzun ve yararsızlığımız dolayısıyla kötü amaçlara araç
oluşumuzun hesabını vermeliymişiz. Bu birbirini tutmaz suçlamalar karşısında
kendimizi temize çıkarmanın güçlüğünü söyledik mi, diyorlar ki bize :
Herkese birden
hesap vermek olanaksızdır, ama bazı kimseler sizi cömertçe bağışlayabilirler.
Bunun için de, onların partisine girmeliymiş, bu parti de dediklerine göre,
doğru yoldaymış. Bu türlü savlan bir tutturdular mı, sanatçıya şunu da
söylüyorlar : «Dünyamızın yoksulluğunu görüyorsunuz.
Ne yapıyorsunuz
bunun için?» Bu hayasızca yüklenmeye karşı şunu söyleyebiliriz : «Dünyanın
yoksulluğu mu dediniz? Ben onu artırmıyorum hiç olmazsa. Hanginiz bunu
söyleyebilirsiniz?» Bununla birlikte, aramızda kendini bilen hiç kimse, umutsuz
bir insanlıktan yükselen çağrıya duygusuz kalamaz; orası doğru. Demek ki, ne
yaparsak yapalım, kendimizi suçlu bulmak
zorundayız. Bu da
bizi layık anlamıyla günah çıkarmaya götürür ki, en belalısı da budur.
Yine de iş
göründüğü kadar basit değil. Bizden istedikleri seçme, pek öyle kendiliğinden
olmuyor. Bu seçme, daha önce yapılmış başka seçmelere bağlı. Bir sanatçının
yaptığı ilk seçme, sanatçı olmaktır. Sanatı seçmesinde kendi kimliği ve sanat
anlayışı rol oynamıştır. Bu nedenler onca yaptığı seçmeyi haklı göstermeye
yetmişse, bugün de aynı nedenler tarih karşısındaki tutumunu belirt-
mesine yardım
edebilirler. Hiç değilse, ben böyle düşünüyorum ve mademki açık konuşuyoruz,
biraz tuhaf da görünse, ben bu akşam, duymadığım bir vicdan azabından değil,
dünyanın yoksulluğu karşısında ve bu yoksulluk dolayısıyla mesleğimiz için
duyduğum minnet ve kıvançtan söz edeceğim. Mademki hesap vermek gerekiyor, ben
haklıyız diyeceğim, bu mesleği kinin
kuruttuğu bir
dünyada kendi güçlerimiz ve yetilerimizin sınırları içinde yürütmekte. O meslek
ki, her birimize kimsenin can düşmanı olmadığımızı rahatça söyletebilir. Ama,
bu düşünceyi açmak gerekir. Onun için, biraz yaşadığımız dünyadan ve biz yazar
ve sanatçıların bu dünyada ne yapması gerektiğinden söz etmeliyim.
Dünyamızın başı
dertte ve bizden bu durumu değiştirmemiz isteniyor. Ama, bu dert nedir? ilk
bakışta şöyle anlatıveririz gibi geliyor. Bu son yıllarda, dünyada, çok insan
öldürüldü, dediklerine göre, daha da öldürülecek. Bu kadar çok ölü, ister
istemez, havayı ağırlaştırıyor. Yeni bir şey değil bu, kuşkusuz. Resmi tarih,
oldum olası, büyük katillerin tarihidir. Kabil Habil'i bugün öldürmüş de-
ğil, ama bugün
Kabil Habil'i akıl uğruna öldürüyor ve onur madalyası istiyor.
Düşüncemi daha iyi
anlatmak için bir örnek vereceğim.1947 Kasım grevleri sırasında gazeteler Paris celladının da işini
bırakacağını yazdılar. Bu yurttaşımızın kararı üstünde gereğince durulmadı
bence, istediği şey apaçıktı. Her gördüğü iş için bir pirim istiyordu; her iş
görenin istemekte haklı olduğu gibi. Ama, asıl isteği büro şefliği kadrosuydu.
îyi hizmet ettiğine inandığı devletin bugün bütün iyi memurlarına verebileceği
tek hakkı, elle tutulur tek onuru, yani belli bir devlet kadrosunun kendisine
de verilmesini istiyordu, işte tarihin yükü altında, son serbest
mesleklerimizden biri de böylece sönüp gidiyordu. Evet, tarihin yükü altında
diyebiliriz, gerçekten. îlk kanlı çağlarda, korkunç bir ün celladı herkesten
uzak tutardı. O, işi gereği, yaşamın ve bedenin gizine kıyan kimseydi.
Korkunçtu ve biliyordu korkunç olduğunu.
Celladın korkunç
olması, insan yaşamının değerli olması demekti. Bugünse cellatlık yalnızca
utanılır bir iş olmakla kalıyor. Bu durumda celladın, elleri temiz değil diye
sofraya alınmayan bir yoksul akraba işlemi görmek istememesini haklı buluyorum.
Adam öldürme ve işkence etmenin birer öğreti olduğu ve nerdeyse birer kurum
haline geldiği bir uygarlıkta, cellatların memur kadrolarına girmeye yerden
göğe kadar haklan vardır. Doğrusunu isterseniz, biz Fransızlar bu işte biraz
geç bile kaldık. Dünyanın hemen her yerinde, cellatlar bakan koltuklarına
kurulmuşlar bile.
Yalnız balta
yerine kalem kâğıt var ellerinde.ölüm bir istatistik ve devlet işi oldu mu,
dünya işleri artık iyi gitmiyor demektir. Ama, ölüm soyutlaştı mı, yaşam da
soyutlaştı demektir. Bir adamın yaşamını bir ideolojiye kul köle etmek, onu
soyutlaştırmak değil de nedir? İşin kötüsü, biz,ideolojiler, hem de toptancı
ideolojiler çağındayız. Bu ideolojiler, kendilerine, dar kafalarına, budalaca
mantıklarına o kadar güveniyorlar ki, dünyanın esenliğini yalnız kendilerinin
basa geçmesine ve başkalarının boyun eğmesine bağlı görüyorlar. Oysa, bir
insana ya da herhangi bir şeye boyun eğdirmeyi istemek, onun kısır, sessiz,
hatta ölü olmasını istemek demektir. Bunu görmek için sağımıza solumuza bakmak
elverir.
Karşılıklı konuşma
olmayan yerde yaşam da yoktur. Ve dünyanın en büyük bölümünde, bugün,
karşılıklı konuşmanın yerini tek yanlı çatma almış, diyalogun yerini polemik
tutmuştur. XX. yüzyıl tek yanlı çatma ve kötüleme çağıdır. Uluslar ve tek tek
insanlar arasında, eskiden pir aşkına görülen işlerde bile, bugün, çatma
konuşmanın yerini almıştır. Gece gündüz, binlerce sesin, tek yanlı
bağrışmaları, ulusların üstüne aldatıcı sözler, taşlamalar, savunmalar,
coşkunluklar yağdırmaktadır.
Peki ama, polemik
nasıl bir makinedir, nasıl işler? Karşısındakine düşmanmış gibi bakacaksın, onu
basitleştirecek, hiçe sayacaksın, yani görmek bile istemeyeceksin. Kötülediğin
kimsenin artık gözünün rengini bile bilmez olacaksın. Hiç güldüğü olur mu,
gülerse acaba nasıl güler diye düşünmeyeceksin. Polemik yüzünden, çoğumuzun
gözünü perdeler bürümüş, artık insanlar arasında değil, bir gölgeler dünyasında
yaşıyoruz. İnandırma olmayan yerde yaşam da yoktur. Bugünün tarihi ise
yıldırmadan başka bir şey bilmiyor. İnsanlar, ortak bir şeyleri olduğu ve bir
şeyde her zaman buluşabilecekleri düşüncesiyle yaşar ve ancak bununla
yaşamasını bilirler. Ama, biz yeni bir şey bulduk : İnandırılmayan kimseler de
varmış meğer. Toplama kamplarının bir kurbanının, kendini çamura atanlara bunu
yapmamaları gerektiğini anlatmasına olanak yoktu, hâlâ da yok.
Çünkü, bunu
yapanlar, artık insanların değil, bir düşüncenin adamıdırlar. Bu düşünce de,
yumuşamak nedir bilmeyen bir istemin buyruğundadır. İnsanlara boyun eğdirmek
isteyenin kulağı sağırdır. Onun önünde ya dövüşeceksin, ya öleceksin. İşte bu
yüzden, bugünün insanları korku içinde yaşıyorlar. Mısırlıların «ölüm Kitabı»
nda doğru bir Mısırlının öbür dünyada temize çıkabilmesi için şunu
söyleyebilmesi gerekirmiş : Kimseyi korkutmadım. Günümüzün büyükleri arasında,
kıyamet günü, bu sözü söyleyecek adamı güç bulursunuz.
Bugün birer gölge
durumuna gelmiş, sağır, kör, korku içinde yaşayan, karnelerle beslenen ve bütün
yaşamları bir polis fişinde özetlenen insanların adsız, soyutlaşmış birer
varlık sayılmalarında şaşılacak ne var? Bu ideolojilerden çıkmış düzenlerin
büyük toplulukları yerlerinden söküp, zavallı birer rakam durumunda Avrupa'nın
ötesine berisine sürmeleri ne kadar anlamlıdır. Bu güzel felsefeler tarihe
gireli, eskiden her birinin bir el sıkma tarzı olan binlerce insan, göçmen
damgası altında gömülüp gitmiştir. Çok akıllı bir dünya, bu damgayı onlar için
bulmuş...
Evet, bütün bunlar
akla uygun bir kuram adına bütün dünyayı birleştirmek istedi mi, dünyayı kuram
kadar etsiz kemiksiz, kör, sağır etmekten başka yol yoktur. İnsanı yaşama ve
doğaya bağlayan kökleri koparıp atacaksınız. Başka yolu yok. Dostoyevski'den
beri Avrupa edebiyatında doğa betimlemelerine rastlanmaması bir rastlantı
değildir sadece. Bugünü anlatan yapıtların yazarları, duygu incelikleri, sevgi
gerçekleri üzerinde duracak yerde, yargıçlardan, mahkemelerden, davalardan,
suçlama yollarından başka bir şey görmüyorlar. Pencereleri dünyanın
güzelliklerine açacak yerde, yalnızların sıkıntılarına açılmış pencereleri
kapıyorlar...
Sanatın
büyüklüğünü yapan her şey, böyle bir dünyaya karşıdır. Sanat yapıtı, yalnız
varlığı ile,ideolojinin utkularım hiçe sayar. Yarının tarihinde görülecek
şeylerden biri fatihlerle sanatçılar arasında şimdiden başlamış olan savaştır.
Oysa, her ikisinin de istediği birdir. Politika ve sanat, dünyanın
düzensizlikleri karşısında aynı başkaldırmanın iki ayrı yüzüdür. Her ikisinde
de istenen şey, dünyayı birliğe götürmektir. Sanatçının davasıyla politika
öncüsünün davası uzun zamandır birbirine karışmıştır. Bonaparte'ın isteği ile
Goethe'ninki birdir. Ama, Bonaparte liselerimize trampeti, Goethe ise Roma
Ağıtları’nı (Römisch Ele-gien) bırakmıştır. Ama, tekniğe dayanan yapıcı
ideolojiler ortaya çıkalı, devrimci fatih olmaya başlayalı iki yol birbirinden
ayrılıyor. Çünkü, sağda da solda da fatihin aradığı, karşıtların uzlaşması demek
olan birlik değil, ayrılıkların ezilmesi demek olan toptancılıktır. Fatihin
dümdüz ettiği yerde, sanatçı ayrılıklar görür. İnsanın etini kemiğini,
duygularım hesaba katarak yaratan sanatçı, hiçbir şeyin basit olmadığını ve
kendinden başka insanların yaşadığını bilir. Fatihse kendinden başka türlüsünün
yok olmasını ister. Onunki bir efendi-köle dünyasıdır, yani bizim şu
yaşadığımız dünya. Sanatçının dünyası, diri bir çatışma ve anlaşma dünyasıdır.
Hiçbir büyük yapıt tanımıyorum ki, yalnız kin üstüne kurulmuş olsun. Ama,
böylesi imparatorluklar biliyoruz. Fatihin kendi davranışının mantığına göre
cellat ve polis olan yerde, sanatçı ister istemez çekingen olacaktır. Bugünkü
toplum politikası karşısında sanatçı için tek tutarlı yol,kimsenin buyruğunu
dinlememek, ya da sanatçı olmaktan vazgeçmektir. İstese bile, bugünkü
ideolojilerin tuttukları yollara girmeyi, kullandıkları dili kullanmayı
beceremez.
İşte, bunun için
bizden hesap verme, bağlanma .istemek boşuna ve saçmadır. Biz bağlı olmasına
bağlıyız; ister istemez. Kısacası, biz savaştığımız için sanatçı değiliz,
sanatçı olduğumuz için yaşıyoruz. İşi gereği, sanatçı özgürlükten yanadır ve bu
da ona çoğu kez pahalıya mal olur. îşi gereği, tarihin en içinden çıkılmaz
karanlığında insanın nefes almaz olduğu yerde görevlidir. Dünyamız ne ise, o ve
biz ne durumda olursak olalım, ona bağlıyız; doğamız gereği de bugün ister
ulusçu, ister partici olsun, bu dünyayı elinde tutan soyut putların düşmanıyız.
Ahlak ve erdem adına değil — böyle söyleyip herkesi büsbütün aldatanlar da var
— biz erdemli kişiler değiliz. Devrimcilerimizin kafa ve burun ölçülerine
bağlar göründükleri erdemden yoksun olmamız da üzülecek bir şey değildir. Biz,
bütün insanlarda ortak olan şeye tutkun olduğumuz için. akim en bayağı yanıyla
girişilen işlere katılmayacağız. Ama bu, bizim bağlılığımızın ne demek olduğunu
da anlatıyor.
Biz, herkesin
yalnızlığa hakkı olduğunu savunduğumuz için, hiçbir zaman yalnız kalmayacağız.
Sıkıştırıyorlar bizi, vaktimiz yok, tek başımıza çalışamayız. Tolstoy, kendi
yapmadığı bir savaş üstüne, bütün edebiyatların en büyük romanını yazdı. Bizim
savaşlarsa, savaşlardan başka bir şey yazmaya vakit bırakmıyorlar... Péguy'yi
ve binlerce ozanı birden öldürüyorlar...
Gerçek sanatçılar
politika şampiyonu olamazlar. Çünkü onlar, bilirim, hem de nasıl, rakiplerinin
ölümüne duygusuz kalamazlar. Sanatçılar yaşamdan yanadırlar, Ölümden yana
değil. Etin kemiğin adamlarıdır onlar, yasanın değil. Sanatçı oldukları
için,düşmanlarım bile anlamak zorundadırlar. Ama, bu, hiç de demek değildir ki,
iyi ile kötüyü ayırt etmek gücünden yoksundurlar. Başkalarının yaşamını yaşamak
güçleri olduğu için, en azılı suçluyu bile temize çıkaran yanı, acıyı
görebilirler.
İşte, onun için
bizler hiçbir zaman mutlak bir yargı' veremeyiz ve giderek mutlak cezayı da kabul edemeyiz, ölüm cezasını kabul
eden dünyamızda
sanatçılar insanın ölümü reddeden yanını tatarlar. Yalnız cellatların
düşmanıdırlar, başka hiç kimsenin değil.