Nilgün Marmara (1958 – 13 Ekim
1987)
Bugün
13 Ekim, 1987’ye dönelim. “Hayatın Neresinden Dönülse Kârdır”
diyerek 29 yaşında “yaşama karşı ölümü” seçmiş ardında derin izler
bırakan şair Nilgün Marmara anısına saygıyla..
Nilgün Marmara, (d. 13 Şubat 1958 – ö. 13 Ekim 1987) Türk
şair.
1958
yılında İstanbul’da doğdu. Ortaokul ve liseyi Kadıköy Maarif Koleji’nde okudu.
Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde lisans öğrenimi
tamamladı ve Sylvia Plath üzerine incelemeler yaptı. Plath’ın yaşamı,
düşünceleri, özellikle bireyin yalnızlığına ve varoluş sorununa bakışından
etkiledi. Sylvia Plath sevgisi, Marmara’yı ölümde de sevdiği şairin yazgısıyla
birleştirdi. 13 Ekim 1987 tarihinde, 29 yaşındayken ‘bekleme salonu’ olarak
gördüğü yeryüzünü terk etmeye karar verdi ve evinin balkonundan atlayarak kendi
isteği ile yaşamını sonlandırdı.
Düşle
gerçek arasında gidip gelen, kırılgan bir izlekle yazdığı şiirleri çeşitli
dergilerde yayımlandı. Şiirleriyle sadece kendi kuşağının şairlerini değil, Ece
Ayhan gibi eski ve güçlü şairleri de etkiledi. 77-87 Yılları arasında yazdığı
şiirler ‘Daktiloya Çekilmiş Şiirler’ adıyla yayımlandı; Günlükleri ve sağa sola
yazdığı notlar Gülseli İnal tarafından bir araya getirilerek ‘Kırmızı
Kahverengi Defter’ adıyla bir kitapta toplandı. Mezuniyet tezi Dost Körpe
tarafından dilimize çevrildi ve ‘Sylvia Plath’ın Şairliğinin İntiharı
Bağlamında Analizi’ adıyla Everest Yayınları tarafından kitaplaştırıldı.
Çeşitli
dergilerde şiirleri yayımlandı. Küçük İskender, Lale Müldür, Orhan Alkaya,
Cezmi Ersöz, Ece Ayhan, Gülseli İnal, Onur Göknil ve Serdar Aydın gibi şairleri
derinden etkiledi.
Sylvia
Plath sevgisi, Marmara’yı ölümde de sevdiği şairin yazgısıyla birleştirdi. 13
Ekim 1987′de henüz 29 yaşındayken “yaşama karşı ölüm” dedi ve intihar etti. Kırmızı
Kahverengi Defter adıyla yayınlanan günlüğünde “hayatın neresinden
dönülse kârdır” ifadesi yer almaktadır.
Eserleri
Şiir
: Daktiloya Çekilmiş
Şiirler (1988) / Metinler(1990)
Günlük
: Kırmızı Kahverengi
Defter (Gülseli İnal tarafından hazırlandı, 1993)
İnceleme : Sylvia Plath’ın Şairliğinin İntiharı
Bağlamında Analizi (1985, Dost Körpe tarafından 20 yıl sonra Türkçe’ye
çevrildi)
Ne zamandır ertelediğim her acı,
Çıt çıkarıyor artık, başlıyor yeni bir ezgi, -bu şiir - Sendelerken yaşamım ve
bilinmez yönlerim, Dost kalmak zorunda bana ve sizlere!
Tükenirdi
monolog
kaçarken
içine düştüğüm kara toplum
‘big
bang’ sonrası büyük yalnızlık bilinmeyeni
saçlarında
titreyen iblisler karartırken güneşi
üst
üste gömülürken
saydam
yaşamlar
bir
yankı duyulurdu hiç’likten..
Bütün
yalnızlıklarınızın ilenci
korusun
çoğulluklarınızı
cinnet
koyun erdemin adını
maskelerinizi
kuşanıp yalanlarınızı çoğaltın
hepiniz
mezarısınız kendinizin!.
Kış
uykusunda bir melek
• Birilerin beni çağırıyor!
• Buraya gel..
Nilgün
MARMARA “Kuğuların ölüm
öncesi ezgileri şiirlerini bırakarak 13 Ekim 1987 de bekleme salonunu terk
etti. Ne beklenmeyen ne de garip bir varoluştu bu. Zaten 29 yılını, hayatını,
şiirlerini ve rüyalarını ölümün kıyılarında yaşadı.
”Yerleşik
yabancılığının acısını” hissetti daima.
Tutunamadı
Zelda. Anlayamadı, anlamlandıramadı, alışamadı, varolamadı, katlanamadı.
Uğraştı yazmaya çalıştı. Sayfalara kustu 29 yıllık kısa yolculuğunun
günlüklerini. Kayıp bir yolculuğun hiç anlamsız, trajik dizeleri kaldı geriye.
Hissedebilenlerin hiçte yabancı olmadıkları kelimelerle dolu şiirler, metinler
ve bir de kırmızı-kahverengi bir defter…
yitiriş,
tiksinti, kayboluş, kopuş, ölüm!
“Azımsanamayacak
kadar ölmüşüm / Azımsanamayacak denli ölüyüm… Geliyorlar bu evde doğan yeni bir
ölümü görmeye; koşarak düşe kalka yuvarlanarak sürünerek… Nasıl olursa olsun;
görmek için bu eski dostlarının yeni cesetlerini ve göstermek için kendi dirimlerinin
kıvılcımlarını geliyorlar. Ölüm sessizliği toz ve küf kokan evden
ayrıldıktan sonra seviniyorlar canlıyız diye.”
Hiçbir
anlamı yok hakkında konuşmanın yada çözmeye çalışmanın.
İçine
düştüğü bu yaşamı sahiplenemeyen bir küçük kızın varoluş çığlıklarıyla
tünellerde yiten yaşamının dingin melodileri sadece..
Zorunlu
Tünel
Meyvelerin çocukları arı varlıklar
baktırmaya işaretliyorlar belleğini insanlığın ki o unutmuştur kendi oluşumunu,
görmez ne olgun kokular renk ve tatlar taşınır her ilmeğinde çıplaklığın.
Perdeler
çekilidir bakışına belleğin çok öncelerden beri, büyüyen ağaçlarına özgür
çocukların, vurur baltasını sinsi körlüğüyle tarih!
Ve
şimdi yollarında yaşamın çığlık tünelleri kazmak ve susmak’ı yazmak kalmıştır
işaretleyenlere -bu, hepsi, belki-
Sunu *
Nedir
bu kovmaya çalıştığınız tüm kıvrımları arasından beynin densiz aralarla
saatten çıkan bir kuş deşen kuytuları diken gözlerini bilince anın ana
düşmanlığı o ağulu gerçek..
• ÖLÜM/SEVİ- Kasım, 1979
“Hayat
hep yüzünle seviştik.. Tersinin hatırı kaldı..”
“Ölürken
kahkahamı ona bırakacağım.”
“Ey
tiksinç aydınlık! Kusuluyor senin için, bil!”
“Sonra
sözcüklerin kumda bıraktığı izlerin içine yerleştim.”
“Benden
sonra kuşlara iyi bakın”
“Ben
babamın yuvarladığı çığın altında kaldım.”
“Nilgün ölmüş.Beşinci kattaki
evinin penceresinden kendini aşağı atarak canına kıymış. Ece Ayhan söyledi. Çok
değişik bir insandı Zelda. Akşamları belli saatten sonra kişilik hatta beden
değiştiriyor gibi gelirdi bana. Yüzü alarır bakışlarına çok güzel ama ürkütücü
bir parıltı eklenirdi. Çok da gençti. Sanırım otuzuna değmemişti daha. Ece ile
gergedan için yaptığımız aylık söyleşide ondan söyle söz ettim: bu dünyayı
başka bir hayatın bekleme salonu ya da vakit geçirme yeri olarak görüyordu.
Dönüp baktığımda bir acı da buluyorum Nilgün’ün yüzünde. O zamanlar
görememişim. Bugün ortaya çıkıyor.” Cemal Süreya
.
Kan Atlası
Emel’e “Ben babamın yuvarladığı
çığın altında kaldım.”
Çolak mırıltılarla dövmelenen
çocuk her gün her gece eğer
adasında, Gözü ağzı elinden alınmış, yosunlar sarmış bedenini çığlıklarken bunu
su içinde…
Karada, hançer suratlı abinin
rüzgarında uçar adımları. Geçmiş ilmeğinde saklıdır arzusu İçinden karanlık,
tekrar ve ilenç sızdıran hayret taşında. Soruyor hatırasında, “sırtımda ve
sırtında gezinen bu ürperti kim, bir damla süt yerine bu ağu kim?” ay gözüyle
bakmayan kavruk akıllara -boy atmış da salgıları, cücelmiş sezgileri- bir
yanılgı rehavetinde debelenenlere… Ey, yüzleri bir babakuş gölgesine çakılmış
olanlar, Üzgün adım, ileri marş!
Aralık, 86
Kış
uykusundaki bir melek Zelda. ‘nasıl da düzdür ve düz bir tümcede intihar
edecektir şair’.
Ve 13
Ekim 1987′de evinin balkonundan yavaş adımlarla terk edecektir bekleme
salonunu. Daha 29 yaşında. ölüm egemen olmuştur. Muhteşem bir ölüm, kalan
sağların kabul
edemeyecekleri kadar kusursuzdur bu son.
Bir
akşam vakti, yirmi dokuz yaşında; o dokunulmaz güzelliği ve ağzının kenarında
ışıldayan o masum kanla kendisini boşluğa bıraktı..
“Tanıklar
söylüyor, yere düşerken hiç çığlık atmamış.”
Nilgün
MARMARA bu dünyaya
terkedildi, mahkum edildi. ‘İçine düştüğü kara toplumda ‘süreç yok ediciydi’,
anlamsızdı. ‘savruk parçalarıyla yayılan anlam ölümcüldü.’ ne o kabul edebildi ne de onlar kabul ettiler varlığını..
‘Sanki
varoluş beni cezalandırmak ister gibi; yoğunluğundan bana düşen payını benden
geri alarak bu yoğunluğa, olur olmadık herkese ve her şeye fazlasıyla katlayarak
sunuyor. Ülkem yok, cinsim yok, soyum yok, ırkım yok; ve bunlara mal ettirici
biricik güç, inancım yok. Hiçlik tanrısının kayrasıyla kutsanmış ben
yalnızca buna inanabilirim, ben.’
‘Zamansız
bir yitiriş’ oldu daima yaşam anlatılan öyküler yalan, yaşanan rüyalar
sahteydi..
oysa
onun ‘zaman dışı boşluklarda sallanan düşsel uçurtmaları’, rüyaları gerçekti.
‘ölü
bir kirpi oluyordum, dikenleri yıldızlar ve yalnızlıkla kıvrılan’ cümlelerde,
rüyalarda varolmaya çalışan ben..
‘Bir
sabah bedenimin tüm hücrelerini ele geçirmiş bir acıyla uyanıyorum, bundan
böyle, nereye baktığı bilinmeyen gözlerinizle her karşılaştığımda katlanacak
bir acıyla’
Hiçbir
zaman kabul
edemedi bu yaşamı ve düzeni. Daima çocukluğun o saf akışını özledi..
‘Çocukluğun
kendini saf bir biçimde akışa bırakması ne güzeldi! Yiten bu işte!’
Buralarda
kalmaya dayanabildiği zaman içinde ‘kuğuların ölüm öncesi ezgisi şiirlerim,
yalpalayan hayatımın kara çarşaflı bekçi gizleri’ni yazdı çığlıklarla
eksikliğinin günlüklerini..
“Hayatın
neresinden dönülse kârdır.”
.
.
‘anlamın ötelendiği an’larda
kendini bulmaya çalışan ben kaç
kere
bir intiharın ellerinden tutmaya
çalışacaktı
hantal akşamların saadet öyküleri
nasıl da
yabancısı olduğumuz şeylerdi..’
ve Nilgün
MARMARA evinin balkonundan boşluğa bıraktı kendini… sonunda terk edişiyle
kırbaç acısıyla gerçekleştirdi varoluşunu ‘kalan sağlara’.. o asla sığamadığı
düzeni intiharıyla sarstı.. bizi titretti.. içinden kahkahalarla baktı bize
giderken… ‘ölürken kahkahamı bırakacağım..’ içimizi bir öfke kapladı, kabul edilemezdi bu
cürreti ve ithamları.
‘Bir
eskiciden satın alınmış bu teraziyi bir gün başka bir eskiciye vereceğim, o
gün, tozanlarım her bir yana dağılıp toprağın suyun ölümsüzlüğüne
eklemlenecekler ve ben özgürleşeceğim.’
Yeni
bir yolculuğa sızdı Zelda damla damla… ‘Sonra buradan giderim bir hiç için…’
Ölüm
Buraya Kadar!
(1)
Cemal Süreya, 841. Gün / (2) Cezmi Ersöz, İyiler Erken Ölür
Çığlıklar
I
‘Kururken
damarlarımızın son solukları / kalabalıktan arta kalan biricik ayışığı’na. Göçe
kalktık kurmak üzere öz yaratısını..
saflığın.
‘Kov kara duygulu olasılığı bilincin gücüyle. Biçimleri kesikler yaratmadan
bilincinde- Yeni çiçek dürbünleri bul ertesinde düş kırıklığının.
Gizlenmişlerse senden, kur öz yaratısını saflığın.’ Üzerimizde ‘cam
kırıklarından bir elbise’, yüreğimizde kara umutlar, arkamızda varolamadığımız,
sığamadığımız… hiç katılamadığımız, ‘dirimsiz benim, doğarken öldüğüm. ‘gün be
gün bedenlerimizi tüketen, kendi görünümüne kör topraklar sahipsiz bir
yolculuğa aktık.
‘Saydam
kırmızı gökkuşağından ayrıldı. Suçluyduk biliyoruz.’
Hiç
kullanılmamış bir zamanın açık göz kapakları, çok kullanılmış bir zamanın
kapanan gözleri.
Bir
kişi kalabilirdi biz’den! Yazarak mezar taşını tükenişiyle, haykırırdı anlamı.
Çölleri
geçtik, denizleri aştık… ayaklarımızı ateşler sardı ay üzerimize yağdı
inançlarımızın tesirini hissedemediğimiz yaşantılarla bezenerek kumsallara
indik değişik renklerde gördük tenlerimizi ama, yakalayamadık
gölgemizi.. Engin bir su izinde arayışına devam ettik…
‘Neredesiniz
siz ey bilinçsizliğin bilinçlere
Varılmaz
yengisinden sonra
Ulaşılır
esriklik alanları’
Büyük
gölü aştık, umutsuzlukla dolduk taştık. Kaybettik. Güneş pusuda tohumlarımızı
savurduk patikalara sarhoş bıkınca sorgularımızdan kamplar kurduk doğuya indik
sürekli doğu sandığımız yere…
Sarp
kayalıklar ve aralarına sinmiş yorgun gözleriyle bakan tünellerle karşılaştık
manzara muhteşemdi…
‘Çerçeveli
yalnızlıklarımızdan oluşan, kapıları acılardan örülmüş, toz, taş, geçmiş ve şimdi’yi
saklayan güzellik!’
Bir
çığlık çekti bizi içine karanlık paramparça tünellerin içinde karşılaştık.. bir
siyah kızla, uyuyordu..
‘üşümüşüm..
üşlerimin
üzeri açıktı, bendim,
arzularımsa
çıplak onlardım…
‘dalgın..
‘üşümüşüm
ölülerimi
taşıyordum,
öyle
sağır.’
‘Çöl
rengi bir elbise’ giymişti. Ve ‘Bir yaşamın düşe eklenmesiyle, bir düşün
yaşamdan çıkarılmasının hiçbir ayrımı yok.’ken düş’müştü tünellere.
Tünellere
sığınmıştık.. arayıştaydık arayışınız boşuna…
‘Ben
kim’in arayışı kaç adım öteye gider öz-tanıma?
Engin
bir su izinde yanıta vardığında, ne kadar bilebiliriz Kimiz’i?’
Karanlığa
karıştı. Takip ettik… tünelleri katettik, ellerimiz ayaklarımız kan içinde…
Dağlardan
aşağı indik gecelere sığındık, tiksinç aydınlıktan kaçtık, karanlıkta yol aldık
sadece…
‘Oysa
ne kadar emin kendinden gece! Gören bir yetişkin sürekli yenileyen ve
yenilenen, ölümü unutmadan yaşama tutkun dinginliği genleştirerek her an
duyumsatan…’
Kamplar
kurduk uydurulmuş melodilerle coştuk, hep sarhoş bir şafak umuduydu ki o umuttu
belki de bir nesli bitiren…
Mırıldandı..
gece mırıldandı…
‘Mutluydum;
bu bir cürret! Küçük sürünün içkin yolculuğunda yetkeyi silmenin kıvancıyla,
korunaklılığın ince güveninde
konaklıyordum.’
Ölülerin ko-r-kusuyla beyazlaşmış nice topraklara vardık… hangi beklentiyle
kucaklayıverdik beyazlığını… geçtik taşlaşmış insanların önünden, gecenin
çatlakları hala yüzlerinde…
‘ Niye koşmalı sanki?
Gece
alışkanlığını vururken,
Her
yalnızın talihsiz alnına-
Az
ışıkları yaşamın kabulümüzdür.
Kururken
damarlarımızın son solukları,
kalabalıktan
arta kalan biricik ay ışığını
Katmalı
öyleyse görülmez akışına
Yaşamlarımızın!’
Bir
çokta adım bulduk milyonlarcasının paylaştığı. düzüşlerdeydi hepsi de boyutsuz
karıştım aralarına caddelerde, vazgeçmiştim artık oralarda başka kıyıların
varlığından. Arzularını edimdim bende tatminsiz… sonuna gelmiştik artık..
‘İlk
dizesi olmaya bu şiir
öncesiz
bir dala benzeyecektir
Nasıl
ki başlangıcı yoksa yolculukların
Sonu
da yoksa
Ağaçsız
bir dal gibiyse her yolculuk’
‘Ölüm
buraya kadar!’
‘Ey,
içine bakan gözlerimin yoksul gölgesinde kendini açıklayan gerçeklik! her
kopuşla adını yineleten umut! Bir serin yaşlı-bahar özlemi, acı kar fırtınaları
beklentisi kuşlarda ve alıcısı olamayan iki mevsime, zamanın kapanabilmesi
devrimi!’
Artık
ne gerçek ne de umut, hepsi birer yalan! tek gerçek doğmuş olmam, içimi saran
bu dayanılmaz acı! ‘yerleşik yabancılığın acısı’ gerçek olan umut her yok
oluşumda denge’mi kurmam için bir afyon sadece… umut tünellerde, zamanın
kapanması perdenin inmesinde!
‘Bir
sabah bedenimin tüm hücrelerini ele geçirmiş bir acıyla uyanıyorum, bundan
böyle, nereye baktığı bilinmeyen gözlerinizle her karşılaştığımda katlanacak
bir acıyla.’
Kalan
tek şey; hissedilen ve tiksinç aydınlıkla bütün hücrelerime yayılan. boşluk’un
içime nüfuz etmesiyle doğan acı, yakıcı bakışlar…
‘Hiç bitebilir bir acı değil,
düşsel uçurtmaların zaman dışı boşluklarda salınmasını beklemek, bu tek düzelik
ve sıradan değişimler kuşatmasında.’
Uyuşukluğun
ortasındayım, ta içindeyim. Yapmam gerekenlerin farkındayım, ki bu
gerekliliklerin tümünü ince ince düşündüm ve bir sonuca ulaştım, en azından
öyle zannediyorum, bu sonuçlarında sürekliliği ayrı bir acı kaynağı benim için,
fakat kesin olarak bunları yapamamaya mahkum durumdayım. Bir şeyler yapmalıyım,
yapmayınca hep bir şeyler düşünme tehlikesiyle karşı karşıya kalıyorum ve
düşünmek bozuyor tüm çabalarımla kurduğum, yarattığım ; gecelerimi , sayısız
nefeslerimi verdiğim denge’mi. Bozulan dengemle birlikte çıktığım, sürüklendiğim
yolculuklar sonundaysa, ayrıca bu yolculuklarda ruhumda açılan yaralar,
göğsümde patlayan çığlıklar.. korkunç!, hiçbir olumlu kazanım elde edemeden
öylece kalıyorum, evet kalıveriyorum. Düşünmekse her geçen gün daha fazla
tehdit ediyor sağlığımı; zamanın derinliğini, aslında her hareketin aynı
noktaya vardığını, tüm bunların boşuna bir çabadan ibaret olduğunu düşünmek
zorunda kalıyorum. Hangi hareketten ne bekliyorum? Hareketle hareketsizlik
arasındaki tek fark şu anları yaşamamak olmalı. Hareketsizliğe mahkum olanların
ruhsal uyuşukluğu…
‘Bir
yaşamın düşe eklenmesiyle, bir düşün yaşamdan çıkarılmasının hiç bir ayrımı
yok!’
Kaçabilecek
tek yer kaldı, nöbetlerin biraz olsun dindiği yer düşler; güvensiz, geçici bir
sığınak sadece… düşler de varolan ben…
kaçış
yok bekliyorlar…
dışarıdalar…
tükeniyoruz!
‘Haykırdı
ses: itaat et!…
ses
kusardı tüm iğrençliklerini
bataklık
kuşları cıvıldaşırken kalınbağırsaklarında dizgenin
yaşamak
bir hiç’i büyütmekti yokluğun tiner kokan göz çukurlarında…’
Öyle
bir yerde buldum ki kendimi ne ben benim ne gözümden akan ay ışığı gerçek.
zaman ve mekan kayıp. çırpınıyorum bir düzen içerisinde, toplum her yanımda.
özgürlüğün kalmadığı topraklar, varoluşların domates reklamlarına dönüştüğü
kentler…
Tiksinti
çukurlarında kayıp bir çağın yok etmek, parçalamak üzere konuşlandırılmış
tanrılarının egemenliğinde tedirgin,
darmadağın
bir hayat…
Katliamları silahları ve
savaşlarıyla inleyen
konumsuz
ülkelerinde ilkesiz yaşayan
yaratıklarıyla
inlerine kaçan korkuları
kendilerinden
de utanırdı’
“Aydınlıkta
köhneliği belirginleşen ve kentte ve konutta hiçbir şey neyse ben oyum.
Öylesine bağsız ve yeğniyim ki bu hafifliğin şiddetinin bedelini bir gün
öderim diye düşünüyorum. Sanki varoluş beni cezalandırmak ister gibi;
yoğunluğundan bana düşen payını benden geri alarak bu yoğunluğa, olur
olmadık herkese ve her şeye fazlasıyla katlayarak sunuyor. Ülkem yok,
cinsim yok, soyum yok, ırkım yok; ve bunlara mal ettirici biricik güç,
inancım yok. Hiçlik tanrısının kayrasıyla kutsanmış ben yalnızca buna
inanabilirim, ben. Yere göğe zamana denize kayalara ve kuşlara da dokunan
aynı tanrı değil mi? Bu kutla tanrının yönetkenliğinde, olmayan ellerimle
bir yok-tanrı’yı tutuyor ve ölçüyorum yokluğun ağırlığını. Kefe’lerinden
birine onun oylumu pekâlâ sığıyor, diğerine duygular, duyumlar ve
düşünceler yığılıyor, işte yetkin eşitlik…her gün her gece bu eşitliğin
bilgisiyle geçiyor. Bir eskiciden satın alınmış bu teraziyi birgün başka
bir eskiciye vereceğim, o gün, tozanlarım her bir yana dağılıp toprağın
suyun ölümsüzlüğüne eklemlenecekler ve ben özgürleşeceğim.” - Canımın
Sıkıntı Sınırı -
Sahte peygamberlerle, sadist
tanrılarla yaratılmış bir dünya ve ‘süreç yok edici’. tanrının tek emri yok
edin! yeryüzü tanrılarına köle olmuş bireyler, benliklerin üzerinde buzdan
kafesler, nefretle beslenen düzen… yüzleri gülen ruhları yalnızlık ve acıyla
kavrulan ben’ler.
‘Bir
şeyden kaçıyorum bir şeyden, kendimi bulamıyorum dönüp kendime gelemiyorum,
kendime bir yer edinemiyorum, kendime bir yer…’
Bütün
bu kargaşanın ortasında sığamıyorum evrenine Tanrı! ne anlayabiliyorum seni ne
ben’i! nasıl böyle muhteşem, nasıl böyle eksik olabiliriz.
”Anlamak’
nasıl bir şeydir, bu dokusundan bal rengi sosuz bir acı sızdıran yerküredeki
kusurlu varoluşumuzu…’
‘Dilsizliğimi,
uzam ve insanın eksikliğinin genliğinde öğrendim’ insanın eksikliğinde
dilsizliğimi, fazlalığını umutsuzluğu öğrendim.
‘Ölüm
yaşarken vardır, olmuştur cesedi yakarak ortadan kaldırmak gerekir.’
yıkılması
için bu düzenin ben’e kalan tek çare vardır artık. güneşten utancımızı gizlemek
üzere… zaten ölü bedenlerin ortadan kaldırılması…
• BİRİLERİ BENİ ÇAĞIRIYOR!
• BURAYA GEL
Çok Güzel
Durma artık burada uysal aşık!
Aydınlık milinin yatağında.
Bilemiyoruz belki de meşe o
ağacın adı,
Anlayamıyoruz varolduğumuzu
gölgesinde
Ağırbaşlılığının.
sergilenmeyi, uçuşan geriye
dönen
Veda geliyor şimdi, öğretmek
için
vakitte.
yüzün, kavisin beyaz yanağıyla?
Kime, kime gönderiyor incelen
yapraklarını
Bu aklıkta, minarem mavi benim.
Işığım denize kayıyor, bir
sayıklama
izleğiyle, bir zamanlar pay
verdiğimiz
insanlığa!
DÜŞÜ NE BİLİYORUM
Kimdi o kedi, zamanın
eşyayı örseleyen korkusunda
eğerek kuşları yemlerine,
bana ve suçlarıma dolanan?
Gök kaçınca üzerimizden ve
yıldız dengi çözüldüğünde
neydi yaklaşan
yanan yatağından aslanlar geçirmiş
ve gömütünün kapağı hep açık
olana?
Yedi tül ardında yazgı uşağı,
görüldüğünde tek boyutlu düzlüktür
o
ve bağlanmıştır körler
örümcek salyası kablolarla
birbirine
sevişirken,
iskeletin sevincini aklın
yangınına
döndüren, fil kuyruğu
gerdanlıklarla.
Yine de, zaman kedisi
pençesi ensemde, üzünç kemiğimden
çekerken beni kendi göğüne,
bir kahkaha bölüyor dokusunu
düşler marketinin,
uyanıyorum küstah sözcüklerle:
Ey, iki adımlık yerküre
senin bütün arka bahçelerini
gördüm ben!
KUŞUM VE BEN
Kuşum ve ben bir aynada
uyuyoruz, kafesimiz yatağımız
yüzlerimiz eşlerine baka baka
sonsuz kar altında uyuyoruz
kuşum ve ben.
Eşim ve ben kızıl bir bağla
bağlıyız birbirimize
çözülürse yoksullu
k sevinir
Aynamızın içinde tek bu bağ…
Kızıl kıskanç eşim kuşum ve ben..
CANIM
SIKINTI SINIR
TOMORROW
WILL BE ANOTHER DAY
• sevim’e-
Belki ona gideriz yarın,
Belleksiz sevgiliye,
Poplin elli korkak çocuğa,
Duyarlığı, unutkanlığının kanı
anaya-
Ona belki gideriz yarın,
Gören gözlü kör güzele,
çılgın gülüşlü bebeğe,
Yüreği, sızlanan ruhunun göğü
yavrucağa-
Yarın gideriz belki ona,
Unutuşun türküsü, bekleyiş
tortusunda,
Esnek kokulu çiçeğe,
Kaynak bakışlı Venüs’e-
Ya nasıl dönüş sonra?
KUĞU EZGİSİ
kuğuların ölüm öncesi ezgisi şiirlerim,
yalpalayan hayatımın kara çarşaflı
bekçi gizleri.
ne zamandır ertelediğim her acı,
çıt çıkarıyor artık, başlıyor yeni
bir ezgi,
• bu
şiir-
sendelerken yaşamım ve bilinmez
yönlerim,
dost kalmak zorunda bana ve
sizlere!
çünkü saldırgan olandan kopmuştur
o,
uykusunu bölen derin arzudan.
büyüsünü bir içtenlikten alırsa,
kendi saf şiddetini yaşar artık,
• bu
şiir-
kuramadığım güzelliklerin sessiz
görünümü,
ulaşılmayanın boyun eğen yansısı,
sevda ile seslenir sizlere!
1.
bütün yalnızlıkların ilenci
korusun çoğulluklarınızı
cinnet koyun erdemin adını
maskelerinizi kuşanıp
yalanlarınızı çoğaltın
hepiniz mezarısınız kendinizin…
yağmur yağıyordu yağmur mavi
asfalta sızmış kaplumbağalar ölü
balıkların sırtında
aşkın şiddetiyle titriyorlardı
sabahtı erkenci bir ulak
çıldırırdı kuşlarıyla yağmurun
bedenler kaçışırdı dolambaçlı
dilleriyle
tüze yalnızlıkların yalan tahtında
inleyen
kul pratiklerinin seslerine
gömülürdü
S .U. S. tu..
2.
sözleri ve yüzleri yalan insanlar
boyutsuz bir keder içerisinde
sırasızca düzüşürlerdi
isterik kahkahaların ardındaki
pornografik sahneler nasıl da
kısaltmasız ve
arzusuz kılardı genç kızları
saçma
algı yanılsamasının yurdunda
egemendi ve uşakları bunaltının
3.
haz ve irkilme
köpeksi bir an’ın şizoid tarifesi
çıldırır şehir hatları vapurunda
mavi form
ikiye bölünen saydam çizgi nasıl
kırılır ve
kıvranır bir gözüne kıymık basmış
zebani
uzanır öper dudaklarından siyah
kızı
kız tersinir bölünür iki olur çok
olur çünkü
tansık maddeci bir düşünürün
irreel tasarımıdır
nasıl da düzdür ve düz bir tümcede
intihar edecektir şair
kıyıda güneşlenen eril
orospu:zamanın dürüst muhasebecisi
dalga radyoaktif bir çözünüşün ya
da süzülüşün
kaygısal imidir kırmızı ibikli
ebleh bir kuşun organı…
4.
katliamları silahları ve
savaşlarıyla inleyen
konumsuz ülkelerinde ilkesiz
yaşayan
yaratıkların inlerine kaçan
korkuları
kendilerinden de utanırdı
üç beş kan
içici fanatik ellerinde tabuları
beton tanrıların sunaklarında umut
biçerlerdi
ölüsünü kucaklamış bulut kuşu
sokaklarda erirken
nüktesiz başlangıcına
dönmeye çalışan gezgin
coğrafyalarını yirtirmişti…
5.
haykırırdı ses: “İtaat et..”
ses kusardı tüm iğrençliklerini
bataklık kuşları cıvıldaşırken
kalınbağırsaklarında dizgenin
yaşamak bir hiç’i büyütmekti
yokluğun çocuklarının tiner kokan
göz çukurlarında
çılgın tay motifleri
ahmak bir sabahın tekrarlanan
betimiydi
yalan ve yapma kıyılarını düren
şairler
onmaz acılarının
yanıtsızlıklarında
delirmenin dirimsiz anlamını
ararken
suç ya da suçlu neresine kaçmıştı
ki… “itaatin”…
buyurganın ve etiğin…
6.
muştu ve ölüm günlerce egemendi
ihanet ve yalan
tek anlamlı ve tek göstergeli
anıların
kuşattığı gece
kayıtsızlığında inlerken
süre yok ediciydi…
7.
tükenirdi monolog
kaçarken içine düştüğüm kara
toplum
big bang sonrası büyük yalnızlık
bilinmeyeni
saçlarında titreyen iblisler
karartırken güneşi
üst üste gömülürken
saydam yaşamlar
bir yankı duyulurdu hiç’likten
bütün yalnızlıkların ilenci
korusun çoğulluklarınızı
cinnet koyun erdemin adını
maskelerinizi kuşanıp
yalanlarınızı çoğaltın
hepiniz mezarısınız kendinizin….
8.
göbek kordonunu dolayıp annesinin
göğüs uçlarında intiharı ağlayan
cenin de italikti
bordrolu gök kuşağı cini günahkar
bir
totem parçasını zimmetine
geçirirken
yakalanmıştı
etik sarsılmıştı
sarsıntı
söz’ün titrek ölüsünü çözerdi…
9.
ağlamak
yok ülke yanılsaması ardında
üreyen kentler
ve aşklar pürüzsüz arayış kültü
modern bir kontrbasın son teli
acıyla gerilen
boynuma doladığım soytarısı
yokluğun süreksiz tını
son işaret kıyıdaki bedensiz yılan
gözleri
eski bir fotoğrafın döllenen
ayrılığı
ötesinde kutsanan cinnet
ve us arın kendinden!
boğulan hüznünde
cinayetler işlerken anaç güller
getir
unut her şeyi unut ve koş
cehennemine…
H E P İ N İ Z M E Z A R I S I N
I Z K E N D İ N İ Z İ N !
Pek öncelerin
ben-merkezciliğinin dışavurumu
yontusal bir dinginlikle sıralarım
sözcüklerimi vasat bir yere,
bu duyumlanmaz imgeleme-
taşkınlıktan ırak mı ırak!
ah! ya benim ele geçirilemez
coşkularım,
varolamamış henüz
biçimleyemediğim
neredesiniz siz ey bilinçsizliğin
bilinçlere
varılamaz yengisinden sonra
ulaşılır esriklik alanları?
bir uçuş diliyorum salt kanat
gökyüzünün üçgen bir köşesinde,
bir tozlaşma… miriabilis bir
jalapa’da
görsün her gözenek ait bana,
süresiz dolun ve sonsuz bir ay
patlaması tüm içkinliğimde!
bildiğimi biliyorum çemberimi,
yarıçapları oturtsam bir kez
özeğe-
ve eğretilikten arınmış
parçacıkların
uyumsuz hiçbir üstüstelenişi
düşünülemez.
bu uyumlar elaçıklığıyla ulaşacak
hep
çembere…
kuşkusuz mu?
savruk
parçaları boşluğa yayılan
anlam
ölümcüldü
çelik bir rahim içerisinde
soluyan
yaşam
ölümcüldü
bir eksil(t)me
duygusuydu
yaralayıcı
gittikçe yayılan
çiğ
uslanmazdı…
sonrasında
yanlış
bilincin
soytarı
çocukları
mısra
düşürürken
kederden
tül
sarardı
teni
kanarken
dudaklar
ve
vulva
bir
sırrı söylerken
kül
kuşatıcıydı…
kan sırlarını sürüklerken
göğüslerine
gömmek için varlığı
maskeler
de yakılmıştı
düşlerin
yitirildiği düşsüz kışında
kıyımımızdı
söz
ilençli
ütopyası
çürüyen…
dehşet
korosu çınlar
söylemin
incittiği
an’ lam
dökülür
gün
konuşur
ölü
çığlık
düşer
zamansız
bir
yiti(ri)ştir
yaşam…
“BANA DOĞRU GELEN KİM?”YA DA /
ŞİMDİKİ ZAMANDA / BİR MOBİL, BİRİNCİ TEKİL ŞAHIS
Dökülmüş bedenim kimyasına
pirincin, yok edilerek kalsiyumun büyüsü yazgım belirlenmiş.
Her an, hoş geldin diyorum bana
doğru gelene, dalgalanan duygularımla. Sarkıyorum tavandan (bir tavan
varmışçasına) yeryüzünün (varolduğunu umarak) renklerini
bilmeme karşın – lal rengi, çivit mavisi ve sarı – ve
onların yalanlamalarını – tutku, dinginlik ve ölüm - kendimle
işaretliyorum yanı, yöreyi – bir aşağı bir yukarı, bir yukarı bir aşağı,
sağ sol, sağ sol. Yönlerin bulanıklığında bir sorumluluk bu! Uluma
geri tepiliyor böylece, bana doğru gelene karşı! Bir iskeletler
zinciri tutuyor beni havada, uzay konusunda bir unutkanlık yüklemeye
ve devindiğim cılız önlemleri yıkmaya çalışarak.
Soğukkanlı bir çaba! Ben, kusursuz
bir porte olmayı yeğlerdim, oysa. ışte şuracıkta, özlüyorum
sol anahtarımı ve notalarımı. Umursamam, nereye dağılırlarsa
dağılsınlar, daha sonra… şimdilik, hava akımının istencine boyun
eğmişim, sinekler ırzına geçerken uzantılarımın, sürdürüyorum dansımı
bu dikey tabut içre, günden geceye, geceden güne, ben tümünü
ezip geçinceye ve “Bana doğru giden kim?” in yatay bilgisine
ulaşıncaya dek!
aşkın yalnızlık boyutunda
çürüyen stereo sesli kız kurusu
biraz ürkek çokça buruktu
çünkü
şirin bir yarasa tüm ailesine
tecavüz etmişti
sokaklarda yanan frengili lambalar
kaç küçük orospunun organını
dağlamıştı acımasızca
çiçeklerini saplayarak vulvanın
ötesine
ağlarken…
Bundan böyle baktığımda gömütsü
ince boşluğa bilemem
martılar neye göre toplanırlar
bilemem dizlerim
neden çözülür böylesine
güçsüzleşir dolaşımı kanımın
uyuşurum bunca değişken mavinin
görümün-
de uçarım ve karşı kıyı tehdit
okunu kırdıkça sunağım
orasıdır pek sık çiçeklerle ve
cesetlerle giderim
iyiice daha sunmaya…
ödünç aldım kokunu kendi tenimde,
sen kokuyor yüzeyi bedenimin
her gözeneği.
Açar açmaz arkı daldı bir bir kelebek içeri,
Döndün sandım beyazı görünce,
Birleştirerek tenimden yayılan
koku ile
uçanın sonsuzluk imgesini.
Tutuyorum sevi çanını ellerimde,
Vurgusu ben’e dönük, yankısı
çocukluğa.
Kendi ışıltısı deviniyor kendinde
katlanarak doyumu
töze doğru yayılıyor
başkayla aramızdaki
kimsesizliğe.
şimdi hayır derken
sevişiyorum seviyle ben.
Unutuş bir kaynak olmalı
Yeni’yi her an’a yaymak için
Ben sana olmalıyım
Bana ben bir kaynak
Görüyorum geç kıyım çok yakın!
Biliyorum artık mut uzaklığını
Sen yüzümü götürmüyorsun
Kendi gözünü bile!
Gerçek bilirsin diyoruz
Düz eğri çapraz ya da değirmi
Güzeldir açığa çıkışı yüreğin
Sen bil ki ben seveyim. ”
Zaman, Yer, Sonra
Ayla örtünüyoruz çağlardır, buğulu
camlar ve farklanmış yüzümüzle. Başkaları uygarlıktan söz ediyor, bilmeden her
geriye dönüşün belki ulaşılmaz bir ileriye adım olduğunu. Tohumdan korkuyoruz,
yeryüzünün ilgisizliği hafif kılıyor bedenlerimizi, bakışımız göğe yönelirken yürekler
serin tutuluyor. Sonra her çınlamayla endişe güğümleri omzuma biniyor; toprağın
değişmezliği, yapıların kalıcılığı, anaların istemi kadar tehdit edici yükler.
Örümcek ağında gizlenen eski yazılar kinin kuşkusunu kusuyor. Yeniden
hatırlanıyor bir zamanın beyaz evleri, dudakların uyarısıyla sonu ertelenen
aşkın iyicil kucağı açılıyor, öte
dünyanın gerçek konutlarında. Çerçeveleri yalnızlıklarımızdan oluşan, kapıları
acılardan örülmüş, toz, taş, geçmiş ve şimdiyi saklayan güzellik! Hiç bitmesin
diyoruz dingin tavrımız, bir kez seçilmiş uğraşı yaşamdan ayırmamakla.
erken vazgeçişlerim vardı benim
seninse
erken tükenişlerin
ve gece
uygun değildi
beklemeye
yine de bekledim…
avcumda unutulmuş binlerce gölge
yeraltında
öldürülmeyi bekledim
günışığı vururken gözüme
ölmeyecektim
katilim yoktu,
katilim çok…
Bir karga bir kediyi öldüresiye
bir oyuna davet ediyordu. Hep böyle mi bu? Bir şeyden kaçıyorum bir şeyden,
kendimi bulamıyorum dönüp gelip
kendime yerleşemiyorum. Kendimi bir yer edinemiyorum, kendime bir yer.
Kafatasımın içini, bir küçük huzur
adına aynalarla kaplattım, ölü benim kendini izlesin her yandan, o tuhaf sır
içinden!
Paniğini kukla yapmış hasta bir
çocuğum ben. Oyuncağı panik olan sayın yalnızlık kendi kendine nasıl da
eğlenir. Niye izin vermiyorsun yoluna kuş konmasına, niye izin vermiyorum
yoluma kuş konmasına niye kimseler izin vermez yollarıma kuş konmasına?
“Öyle güzelsin ki kuş koysunlar
yoluna” bir çocuk demiş.
Zorunlu Tünel – Kasım, 1979
Meyvelerin çocukları arı varlıklar
baktırmaya
işaretliyorlar belleğini
insanlığın
ki o unutmuştur kendi oluşumunu,
görmez ne olgun kokular
renk ve tatlar
taşınır her ilmeğinde çıplaklığın.
Perdeler çekilidir bakışına belleğin
çok öncelerden beri,
büyüyen ağaçlarına özgür
çocukların,
vurur baltasını sinsi körlüğüyle
tarih!
Ve şimdi yollarında yaşamın
çığlık tünelleri kazmak
ve susmak’ı
yazmak
kalmıştır
işaretleyenlere
• bu,
hepsi, belki-
Üşümüşüm…
Düşlerimin üzeri açıktı, bendim,
Arzularımsa çıplak, onlardım.
Ufacıktı dileğim mavi suya;
Örtük bakışının dolaysız ısısı,
O kadarcıktı!
Üşümüşüm…
Ölülerimi taşıyordum, öyle sağır.
Kaç kez dokundum soğuk dudaklara.
Bilemedim nasıl dönmez o göz
ayrıldığı kaynağına,
direnir o kadar!
Üşümüşüm…
Bu yaklaşan kışla değil,
Deniz ürpertisi, göğün alacasıyla
değil,
Ellerimin soğukluğu hep bir
kalabalıkta.
Kaçışının gizini gönlünde tuttuğun
Bilisiz aşkı(nı) ver bana!
Üşümeyeyim…
Kasım- 81
Pavor Nocturnus Ya Da Delikli
Uykular
Yüzü olmayan bir palyaço,
elleriyle olmayan yüzünü örtüyor ve ağlıyor. İçerden ağlıyor ve ölüyor.
Zaman yüzünü eskitemez çünkü yüzü yok!
Yok yüzlü palyaçonun giysisi
olması gerektiği gibi oysa, kabarık yakalar ve renk renk kareli tulumu.
Yüzüyorlar, saydam ve ılık suyun
içinde, şiddetle. Yukarıdan görülüyor bedenleri yarım, belden aşağıları yok.
Hızla kayıyorlar sıvının içinden, adaya vardıklarında kollarıyla tırmanıyorlar
kesik bedenlerini yukarı çekerek adamlar…
Benle benim aramdaki farkı
görebiliyor musun?
TOZ-DEM
Kısacıktı karşı yolculuklarımız
kara ve deniz üzerinde-
Şafağın bodrumuna inerken sen,
Hançerin ivmesiyle yükselirdim dul pencerelere.
Azıcıktı köpük boz denizde ve
karada Koyu bir saatin içinden çıkılamadı bir an yine de!
Belki gülden kalma bir iz
yanağındaki, Eski sabahın sarı gülünden üzerine deli gözünü bıraktığın…
Öldüğünde, çekmecemde duran bu
göz, incelikle çıkarılacak, bir jiletin enginliğine, Çözülecek gizi O çarpık
retinanın, ağ tabakanın…
Kasım, 1985
GÖKKUŞAĞINDAN DARAĞACI
Şimdi’nin bedeni yok, Yontuyor
geçmiş bilgisiyle gelecek belki olur diye taşı, taşını kokluyor yontu
dağılıyor…
Şimdi’si yitik bundan boyuyor
boyuyor evine aldığı ağacın üzerine tüneyip duvarını, tavanını, geçmişi ve
geleceği ve her yanını; dal kırılıyor…
Şimdi’si yitik diziyor diziyor
notalarını, göğe ışık üzerine boncuklarını, ucuza getiriyor varlığını sonsuzun
sessizliğiyle sonlunun gürültüsü arasında, O bitirince kıyısında gezindiği yol
çöküyor…
Şimdi’si yitik bundan yazıyor
yazıyor enine boyuna içini ve dışını ve yeri ve göğü ve suyu, bindiği kadırga o
inince batıyor
Ağustos 87
KAN ATLASI
Emel’e “Ben babamın yuvarladığı
çığın altında kaldım.”
Çolak mırıltılarla dövmelenen
çocuk her gün her gece eğer
adasında, Gözü ağzı elinden alınmış, yosunlar sarmış bedenini çığlıklarken bunu
su içinde…
Karada, hançer suratlı abinin
rüzgarında uçar adımları. Geçmiş ilmeğinde saklıdır arzusu İçinden karanlık,
tekrar ve ilenç sızdıran hayret taşında. Soruyor hatırasında, “sırtımda ve
sırtında gezinen bu ürperti kim, bir damla süt yerine bu ağu kim?” ay gözüyle
bakmayan kavruk akıllara -boy atmış da salgıları, cücelmiş sezgileri- bir
yanılgı rehavetinde debelenenlere…
Ey, yüzleri bir babakuş gölgesine
çakılmış olanlar, Üzgün adım, ileri marş!
Aralık, 86
CAM KELEPÇEYE EVET
Ilık bir süzülüşle Geri dön hayat,
Bırakma yeryüzü salına tünemiş pek kara kuşlar Örtsün bakışımı, Görmek acısı sürsün
pencere tutsağının Düşsün hayatı suya…
Nisan,84
Çocuk
Eli uysal -Tutuluyor- Bir çocuk.
İmgesi yok gizli camda -aranınca-
Hayvan deniz soluk alıyor Bir
insan sanki, -veriyor- Soluk tenine çocuğun Acı mavisini.
Kanı ürkek çocuk, Bir çift papuç
bırakıyor, Tek bir ölüm için.
Ne zamandır ertelediğim her acı,
Çıt çıkarıyor artık, başlıyor yeni
bir ezgi,
• bu
şiir -
Sendelerken yaşamım ve bilinmez
yönlerim,
Dost kalmak zorunda bana ve
sizlere!
“İntiharın
Çıplak Sureti ya da Nilgün Marmara”
“DÖNGÜSEL
ÖLÜMÜN DOĞURGANLIĞINDA”
“Ece
Ayhan 13 Ekim 1987′de, Nilgün Marmara’nın cenazesinde, Nilgün’ün annesinin
yanına gider ve okul numarasını sorar, annesinin söylediği sayı Nilgün’ün mezar
numarası ile aynıdır; 128 Nilgün”
Aldırma 128! intiharın parasız
yatılı küçük zabit okullarında her çocuğun kalbinde kendinden büyük bir çocuk
vardır bütün sınıf sana çocuk bayramlarında zarfsız kuşlar gönderecek.
Ece Ayhan / Meçhul Öğrenci Anıtı
Fotoğraf ; Nilgün Marmara, Ece
Ayhan, Haydar Ergülen Yer ; Nilgün Marmara’nın evi.
Doğum
gününü hiçbir zaman bilmek istemediğim Nilgün Marmara, ölümüyle herkesi hayrete
düşüren, geride bıraktığı şiirleriyle ölümünü anlamlı kılan, ölümünün
gerekçesini gösteren bir şair. Nilgün Marmara’yı felsefi bağlamda nihilist
olarak mı, stoacı olarak mı yoksa bir varoluşçu olarak mı değerlendirmek
gerekiyor sorusu elbette ki tartışılmalıdır. Ancak tüm bunların ötesinde, derin
ve kendisine has felsefesi, denenmemiş ve okunduğunda çoğu yerde yüzeysel bir
çabayla anlamlandıramayacağımız şiirleri ve yaşamıyla birebir örtüşen
imgeleriyle Nilgün Marmara’ya ve şiirine hiçbir tanımlama getirmemek gerekiyor
belki de. Tanımlarla boğmak, sınırlamayı beraberinde getirecektir. Oysa Nilgün
Marmara, tüm sınırların ötesinde, sınırları mahkûm eden bir yaşamın ve ölümün
şiirini yazmıştır.
Boğaziçi
Üniversitesi’nde İngiliz Dili ve Edebiyatı okuyan Nilgün Marmara, tanıkların
anlatımıyla, fakültenin merdivenlerine tek başına oturmaktan vakit buldukça
sınıfın en arka sıralarında derslere giren ve akademik başarıyı yakalayan bir
öğrenciydi. Üniversite döneminden tüm yaşamına ve de ölümüne kalan en önemli
şey, kuşkusuz ki üniversite bitirme tezini de onun üzerine hazırladığı bir
Alman kadın şair olacaktır: Slyvia Plath.
An
gelir, bir filmin herhangi bir sahnesi tüm şeylerin özeti olur. An gelir, bir
şarkının herhangi bir notasında donakalır adı ben olan tüm ayak izlerimiz, bir
yaşamın özeti olur bir çığlık ya da bir fısıltı. Bir fotoğraflar şerididir gözlerimizin
önünden geçen: Binilen üç tekerlekli bisikletler, gizliden yenilen toprak,
kanın beyaza döküldüğü gecelere karışan inleme sesleri, giden ve daha dönmemiş,
belki de hiç dönmeyecek olan, gerekçelerimiz…
Nilgün
Marmara, bu fotoğraf şeridinde en çok da kendisine benzettiği Plath’ın
fotoğrafında donakalacaktı. Ne geçmiş, ne yarın; o an, bir yüzün tüm anlarının
dondurulmuş hüznüyle acıyacaktı.
Alman
şair Plath’ın yazgısını, kendi yazgısıyla bir kolaj bütünlüğüne evirebilecek
kadar cesurdu Nilgün Marmara. Çalkantılı yaşamı, şiirleri ve intiharıyla Nilgün
Marmara için bir imge olan Plath, bir döngüsel ölümün doğurganlığında olduğunun
farkında bile değildi.
“Bana
fikrimi sormadan, beni var eden bu doğayı ve tanrıyı yok edemediğim için sadece
kendimi yok ediyorum.”
gerekçesinde yalnız ölmüştü Plath ve Marmara yağmurların coştuğu gecelerde
Marmara kadar ıslak kalmaya devam ediyordu. Marmara, Plath’ın gerekçesinde
şiirler yazıyordu, en az Plath kadar yalnız, en çok Plath kadar cesurdu. Nilgün
Marmara, kendi yazgısını kendisi yazacaktı; nasılsa bir alacağı vereceği yoktu
dünyayla… Elinde kalan son parayla biraz daha yalnızlık alacaktı kendine, biraz
da mürekkep. Kelebek ölüleri satan mahalle dükkânlarına hiç girmedi belki de.
Yazılmış ve çizilmiş bir ideolojinin yolunda ilerlemiyordu. Kendi manifestosunu
kendisi yazmıştı ve birilerini buna inandırma gibi bir derdi de yoktu.
Çoğullanan bir zehrin vücutta yarattığı o ilk dinginlikte cenneti sorgulayıp
asmış gibidir yüzü. Bu Adem’e ve Tanrı’ya başkaldırdıktan sonra kirli bırakılan
Lilith’in de öcüdür aslında. Fahişeliğin tapusuz ve sorgusuz aykırılığında
tensel bir günahın yüzüdür, Colette’nin çağrışımlarıdır. Samuray değerleri için
harakiri yaparak ölen Yukio Mişima kadar kanlı bir çocuğun annesi olduğu
yüzündeki anlamda saklıdır. Nilgün Marmara, içinde taşıdığı ölü çocuk
bedenleriyle şiirin ve yaşamın en haklı duruşundayken ‘Düşü Ne Biliyorum’
gerçekliğindeydi.
‘Düşü/ne/biliyordu,
o halde vardı.’ Tarzı klişe söylemlerin ötesinde, Nilgün Marmara’da düşüncenin
bir eylem tarzı olduğunu da göz önüne alırsak varacağımız sonuç da
farklılaşacaktır. Kuşkusuz ki Nilgün Marmara, düşün bazında bilge bir
konumdaydı ve bu bilgece duruş, varoluş-yokoluş arasındaki çelişkiyi
perçinleştiriyor, yaşamla arasındaki uçurumu derinleştiriyordu. Çünkü Nilgün
Marmara yalnızlığı kadar yalnızlık şiirleri, kirli yaşamlar kadar kirliliği
yazıyordu. Bir kurgu değildir yaşam ve ölüm arasındaki o ince sınır. Onun
şiirlerini farklı kılan durum da bundan kaynaklıdır: Yaşadığını yazmak,
yazdığını yaşamak.
Elbette
ki yazdığı dönem, Türk şiiri açısından yenilikçi bir döneme rastlıyordu.
Özellikle 2. Yeni’nin şiire yeni tartışmalar getirdiği 80′li yıllarda Nilgün
Marmara da bu tartışmaların içindeydi ve dönemin şairleriyle ilişki içindeydi.
Ancak bu bir yere kadar etki bıraksa da, bütünsel bir alan yaratamamıştır
Nilgün Marmara şiirinde. Bunun için Nilgün Marmara’nın şiiri, belli bir akımın
şiirleri olmanın ötesidir. Çünkü Nilgün Marmara ötenin de ötekisidir.
“Öteki”
kavramı üzerinde farklı anlayışlar belirleme mümkünatı olsa da, kadın
kimliğiyle şiirler yazan bu şair alışılmışın dışında olduğunu göstermiştir zaten.
Şiirin erkekliğini aşan Nilgün Marmara, erkeği dışlayan, erkeği saf dışı
bırakan bir yaklaşıma sahip değilse de bir yerlerde erkeğin suçluluğunu da
haykırır:
‘Ben,
babamın yuvarladığı çığın altında kaldım.’ derken, baba şahsında erkeği de
eleştirmektedir.
“ey
iki adımlık yerküre! / senin bütün arka bahçelerini gördüm ben.” diyecekti bir şiirinde ve yazgısını
yazgısıyla yazdığı Plath, hiçbir zaman uzak düşmemişti daha. Yaşamın neresinden
dönersen kârdır demenin vakti gelmiştir. Birileri onu çağırıyordu, birileri
‘buraya gel’ diyordu. Bir kedinin titrek bakışlarıydı tek tanığı. Son şiirini
kanıyla yazacaktı; ama haykırmadan, ama suskun. 13 Ekim 1987′de evinin
bulunduğu apartmanın altıncı katından yeryüzüne iniyordu. Yerçekimi kuvveti
yalan; son bir kez daha bakmak için Marmara’yı arıyordu gözleri. Kararlıydı;
gürültülü geldiği dünyadan suskunca gidecekti. Hiçbir çığlık atmadı 6′dan
yeryüzüne inerken. İntiharın tarihini bozmuştu; bu sefer suskundu. Cemal
Süreya, “Hepimizin yapmak istediğini; ama hiçbirimizin yapamadığını bu kız
yaptı.” demişti. Ece Ayhan, onu birazdan tabiattan tahtaya kalkacak bir
çocukmuş gibi seviyor, ona sınıfça zarfsız kuşlar göndermemizi tembihliyordu.
Nilgün
Marmara alışamadığından gidiyordu. Kırmızı Kahverengi Defter’den armağan Daktiloya
Çekilmiş Şiirler’i yok saymadan yeni bir şiir yazmak adına meydan okuyordu
dünyaya. Biliyordu bir şiirinin eksik olduğunu. Şiiri intiharıydı, utansın tüm
maskeli yalancılar, şiirini kanıyla yazıyordu.
İntiharı
son şiiriydi, şiir toprak kokuyordu.
İyi baksın Lorca, ölüler de kan kaybediyordu…
“Hayatın
neresinden dönülse kârdır”
“Azımsanamayacak
kadar ölmüşüm / Azımsanamayacak denli ölüyüm… Geliyorlar bu evde doğan yeni bir
ölümü görmeye; koşarak düşe kalka yuvarlanarak sürünerek… Nasıl olursa olsun;
görmek için bu eski dostlarının yeni cesetlerini ve göstermek için kendi
dirimlerinin kıvılcımlarını geliyorlar. Ölüm sessizliği toz ve küf kokan evden
ayrıldıktan sonra seviniyorlar canlıyız diye.”
Kendini
büyütmeye çalışan küçük bir çocuktu ki elleri büyüdü. Ortaokul lise derken
geçen zamanın acıyı içine sindirmek istercesine ağır ağır ilerliyor oluşu
boğmaya başlamıştı belki onu. Boğaziçi Üniversitesi Sanat ve Bilim Fakültesi Batı
Dilleri ve Edebiyatları Bölümü’nde başladığı yüksek öğrenimini tamamlamak için
yaptığı bitirme tezi ona kırgınlıklarından kurtulmak için yol gösterici oldu.
Başka seçenek var mı diye sormadı ölümü seçen Sylvia’ya…
Bitirme
tezinde intiharı seçen ünlü şâir Sylvia Plath’ı inceliyordu. Şiirlerini
yaşamını inceliyor ve şiirlerinden çeviriler yapıyordu. Şiirler yazıyordu
Nilgün Marmara intihar kokan şiirler yazıyor “yaşama karşı ölüm” diyordu.
Çeşitli dergilerde yayınlıyordu şiirlerini ‘Beyaz’ ‘Deniz Atı’… Sylvia Plath’ın
şâirliğiyle intiharını ayrı tutmadığı ve bir bütün olarak incelediği tezi
“Sylvia Plath’ın Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi”ni tamamladığında
Nilgün Marmara için artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Plath’ın bireyin
yalnızlığı ve var oluş sorunları üzerine olan bakış açısı onu fazlasıyla
etkilemişti.
“Sanat
ve Bilim Fakültesi Batı Dilleri ve Edebiyatları Bölümü’nden Mezun olmak İçin
Gerekli Koşulları Kısmen Karşılamak Amacıyla Teslim Edilmiş Bir Tez – Umarım
böylesine emsalsiz ve belirgin bir konuda şiirlerini ölüm kavramını derinden
kavrayarak yazmış ve intiharında da sanatındaki kadar başarılı olmuş bir
kadının analizini yapabilme konusunda başarısız olmam.”
Şiirlerinde
bireyin düşle gerçek arasında sıkışıp kalan kırgınlıklarını işliyordu.
Süregelen şiir geleneğinin dışında kendine has üslubuyla yaşamı ölümü
irdeliyordu. Çok sevdiği şâirin yazgısını düşünüyordu sürekli ve vazgeçti
Nilgün Marmara… 13 Ekim 1987’de henüz 29 yaşındayken Kızıltoprak’ta denize ters
yönde bir çığlık bile atmadan kendini altıncı kattan bıraktı.
Kimdi o kedi. zamanın
eşyayı örseleyen korkusunda
eğerek kuşları yemlerine
bana ve suçlarıma dolanan?
Gök kaçınca üzerimizden ve
yıldız dengi çözüldüğünde
neydi yaklaşan
yanan yatağından aslanlar geçirmiş
ve gömütünün kapağı hep açık
olana?
Yedi tül ardında yazgı uşağı
görüldüğünde tek boyutlu düzlüktür
o
ve bağlanmıştır körler
örümcek salyası kablolarla
birbirine
sevişirken.
iskeletin sevincini aklın
yangınına
döndüren. fil kuyruğu
gerdanlıklarla.
Yine de zaman kedisi
pençesi ensemde. üzünç kemiğimden
çekerken beni kendi göğüne
bir kahkaha bölüyor dokusunu
düşler marketininu
yanıyorum küstah sözcüklerle:
Ey iki adımlık yerküresenin bütün
arka bahçelerinigördüm ben!
(Düşü Ne Biliyorum)
Kendinden
sonra gelen edebi oluşuma izlerini bıraktı. Lale Müldür, Küçük İskender,
Orhan Alkaya, Cezmi Ersöz, Ece Ayhan, Gülseli İnal ve Serdar Aydın gibi
şâirleri derinden etkiledi. Özellikle Ece Ayhan… Ece Ayhan için ayrı bir
dünyaydı Nilgün Marmara. Onu tanıyan bütün şâirler için özeldi. Cemal
Süreya’nın Zelda’sıydı. İlhan Berk’in Büyük Nilgün’ü ama Ece Ayhan’ın
intiharından sorumlu tutulduğu sıra arkadaşı olarak betimlediği sevgili
Nilgün’üydü. Bugün bile A’dan Z’ye Ece Ayhan hazırlandığında neden intihara
teşvik suçu yazılmamış diye haykırılan Nilgün’ü, Cezmi Ersöz bu olaya bakışını
ve Ece Ayhan’ın suçlamalara tepkisini şu şekilde anlatıyor:
Ece Ayhan
hayatımda çok önemli bir yer tutar. Sadece benim için değil bu ülkede şiir
yazan şiir okuyanşiiri seven birçok insan için de çok önemliydi o. Anlaşılması
güçtü çok kapalıydı şiirleri ama garip büyü bir tılsım vardı onlarda. Sanki
bilinç altımızı okurdu o. Bu ülkenin bilinç altını. Hayatımda vazgeçilmez bir
değeri olan şair Nilgün Marmara da onu çok önemserdi. Ece Ayhan şiirinin sıkı
takipçisiydi. Dahası aralarında çok sıkı bir dostluk vardı. Ece Ayhan’ı evinde
ağırlar onu kollar ve gözetirdi. Birgün Nilgün Marmara yaşamaktan vazgeçti ve
kendisini bu hayatın öte tarafından çağıranların yanına gitti. Beşinci kattaki
evinin penceresinden boşluğa bıraktı onarin o kırılgan bedenini. Ne acıydı ki
birileri bu intihardan Ece Ayhan’ı sorumlu tuttular. Hatta bu suçlamayı yazıya
dökenler bile oldu. Bir şiirinde; ‘Her yakın zulmün küçük hisseli uzak
ortağı’ dediği içindi belki de… Bu dedikodular ve suçlamalar etkisini
göstermiş olacak ki bir akşam Ece Ayhan arkadaşlarıyla bir meyhanede otururken
kızın biri yanına bir şey söylemek maksadıyla yaklaşmış ve arkasına sakladığı
bir şişe kırmızı şarabı başından aşağı dökmüş… Ece Ayhan hiçbir şey yapmamış
ama sadece şunu söylemiş; babalarına yapamıyorlar bana yapıyorlar; çünkü
güçleri bana yetiyor…
Buket
Uzuner’in yazdığı günümüzün önemli eserlerinden biri olan “İki Yeşil Su Samuru”
bana hep Nilgün Marmara’nın etkisinde yazılmış gibi gelmiştir. Belki
kahramanının Nil olarak anılması belki Nilgün Marmara’dan alıntılar yapılmış
olması belki de intiharı konu alıyor olmasıdır böyle düşünmeme sebep olan.
Çocukluğumda okuduğum bu kitapta yer alan şu satırları hiç unutmadım:
“Çocukluğun
kendini saf bir biçimde akışa bırakması ne güzeldi. Yiten bu işte!”
Ve hiç
unutamadığım bir şiiri de vardı “İki Yeşil Su Samuru”nda bu şiir Nilgün
Marmara’dan okuduğum ilk şiirdi:
Unutuş
bir kaynak olmalı
Yeni’yi
her an’a yaymak için
Ben
sana olmalıyım
Bana
ben bir kaynak
Görüyorum
geç kıyım çok yakın!
Biliyorum
artık mut uzaklığını
Sen
yüzümü götürmüyorsun
Kendi
gözünü bile!
Gerçek
bilirsin diyoruz
Düz
eğri çapraz ya da değirmi
Güzeldir
açığa çıkışı yüreğin
Sen bil
ki ben seveyim. ”
Sonuç
olarak düşerken şiirini ve etkisini yanında götürmedi Nilgün Marmara. Bugün
şimdi yazılmış gibi sıcak şiiri önümde ve gölgesi olacaktır benliğimde…
birçoklarının benliğinde. Tezinde yer alan “Sanatsal Yaratımla İntihar
Arasındaki Bağıntı: Sylvia Plath Şiirlerini ve Ölümünü Nasıl Yaratıyor?”
bölümüne cevap arıyordu Nilgün Marmara. Sıkışmak ağırına gidiyordu onun özgür
olmalıydı ve özgürlük için atladı. Pencere tutsağı olmamak için…
Ilık
bir süzülüşle
Geri
dön hayat
Bırakma
yeryüzü salına
tünemiş
pek kara kuşlar
Örtsün
bakışımı
Görmek
acısı sürsünpencere tutsağının
Düşsün
hayatı suya…
(Cam
Kelepçeye Evet)
Nilgün
Marmara’nın ölümünden sonra şiirleri “Daktiloya Çekilmiş Şiirler” (1988) ve
“Metinler” (1990) günlüğü; “Kırmızı Kahverengi Defter” (1993) ve tezi “Sylvia
Plath’ın Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi” (2006) olarak
yayınlandı.Şârin “Kırmızı Kahverengi Defter”deki biyografisi sadece “1958’de
doğdu; yirmi dokuz yıl sonra yeryüzünü terk etmeye karar verdi” cümlesiyle
ifade edilmiş olmasına rağmen hakkında çok şey yazıldı bunlardan bir kaçına yer
vermek istiyorum:
Ece
Ayhan Nilgün Marmara Üstüne Sekiz Soru İki Görüş
1.
Nilgün Marmara “korkunç kokular saçan renk cümbüşü içinde çekiciliği kavranamaz
çiçekli yolların sürekli kuşkucu yolcusu” mudur sizce? Nereye nasıl ve kimle
gittiği belli olmayan bir yolcu mu?
2.
Nilgün Marmara’da yaşamla ölüm arasındaki o yerin o noktanın bakışımı günle
gece arasındaki diyalogla monolog arasındaki o yer o nokta mıdır?
3.
Nilgün Marmara’nın şiirinde dış dünyayla bir ilk karşılaşma tanışma heyecanı ve
bir o kadar da yorgunluğu olduğunu söyleyebilir miyiz?
4.
Tekrarın getirdiği sonluluk ile oluşumunu tamamlamayan an’lardan oluşan
(oluşamayan) sonsuzluk arasındaki çekişmenin Nilgün Marmara’nın şiirinde bir karşılığı
var mı?
5.
Nilgün Marmara’nın şiirinin dinamiğini oluşturan ruh durumu (ya da ruh
durumları) ile yazı arasındaki ilişki sizce nedir?
6.
Nilgün Marmara’nın özel hayatına şiirle olan ilişkisine dair anılar ya da
birtakım diyaloglar hatırlıyor musunuz?
7.
Nilgün Marmara’nın şiirinde Türk ve Dünya şiiriyle-şairleriyle birtakım
etkileşimler sezdiniz mi?
8.
Şair-şiir ve “intihar duygusu” üçgeni içinde sizin için ilk elde beliren
çağrışımlar neler olabilir?
Bütün
soruları birleştiriyorum. Karşılıkları da öyle olacaktır:
(Her
anlamıyla evet) Güzelim Nilgün Marmara’nın geçici bir heves de olsa tele
oğlanların yakınına düşmesi herhalde hiç hoş bir şey değildir. Ama çok şükür
128 Nilgün Marmara bizim gönlümüz gerçekliğinde orada o mezarlıkta yatmıyor!
Ve Ege
denizlerinin derin yerlerle sığ yerler arasındaki tuhaf bir mavilikte olan
gözleriyle Nilgün Marmara yıllar öncesinin Miss Lou’su gibi: “Bana lütfen çiçek
göndermeyin” diyor “Benim kendi çiçeklerim var!”
Haklılığın
inadıyla apaçık yazıyorum ki Nilgün Marmara uçsuz bucaksız sivil şairlerden
biridir. Belki de en önde geleni. Sözgelimi kendi kuşağı rahatça onun adıyla
anılabilir.
Nilgün
Marmara’nın şiirleri yabancı etki aranıyorsa en çok Dylan Thomas çizgisi vardır
denebilir. Anglo-Sakson şiiri! (‘Milkwood’un Dylan Thomas’ta ne anlama
geldiğini bulursanız bir ipucu yakalamış olursunuz.)
Nilgün
Marmara’nın Kızıltoprak’ta denize ters yönde bir çığlık bile atmadan kendini 6.
kattan aşağı bırakması üzerine ben ne söyleyebilirim ki. Kağan Önal Perihan
Marmara ve arkadaşları Gülseli inal Mustafa Irgat Emel Şahinkaya Seyhan
Erozçelik Cezmi Ersöz Ahmet Soysal. konuşabilirler bakın.
Cihat
Burak pahasının sonucu için kaç kez sormuştur bana “Ama niye?”Cemal Süreya
hiçbir şey sormamıştı.Nejat Bayramoğlu ise “Bizim hiçbirimizin yapamadığı şeyi
yaptı kız” demişti.işte ancak bunları bunları diyorum. Bu kadar…
Ece
Ayhan – 128 Nilgün Marmara
Önce
Nilgün Marmara’yı herkesinki gibi değil de kendine özgü ve çok değişik morumsu
renkte bir giysiyle bir öğrenci olarak düşündüğümü söyleyeceğim. Ama derslere
pek girmeyen ve umutsuzlar merdiveni’nde oturmayı seçen çok tuhaf bir öğrenci;
daha doğrusu benzersiz bir öğrenci olarak düşündüğümü söyleyeceğim. Sırası
belki önlerdedir ama kendisi en arkalarda bulunmayı sever. Her zaman da sınıfı
geçmiştir. Ve sanki aynı sınıftayız ve belki de aynı sıradayız. Nilgün Marmara
ile 1987 Ekim’inin 13’ünde kendisi daha 28-29 yaşında gencecikken İstanbul’da
Kızıltoprak’ta en ufak bir çığlık bile atmadan korkunç ölümünden sonra da!
Herhangi bir ikirciğe düşmeden hiç çekinmeden şunu diyorum: “bir teneffüs daha
yaşasaydı tabiattan tahtaya kalkacaktı.” o nedenle de yazımın başlığını
şiirdeki gibi “128 Nilgün Marmara!” koydum. Hatta kendisine “aldırma Nilgün
Marmara!” bile demiştim ölümünün hemen ardından yazdığım bir yazıda. Öyle güzel
ve öyle yetkin bir şairdir ki Nilgün Marmara; kimi insanların yine işin özünü
filan bilmeden küplere nasıl bineceği beni artık hiç ilgilendirmiyor!
Başka
türlüsünü yapamazdım ve başka türlüsü de elimden gelmezdi zaten. Sivil şairlerden
ünlü İlhan Berk Nilgün Marmara’ya Bodrum’dan Kızıltoprak’a yazdığında hep
“büyük Nilgün” diye yazardı kartlarında ya da mektuplarında. Nilgün Marmara’yı
edebiyat arastasına ya da şiir çevresine İlhan Berk tanıtmıştı. Yine sivil
şairlerden gerçekten de ilginç ve özgün Cemal Süreya da Nilgün Marmara’ya
Amerikan yazarı Scott Fitzgerald’ın çılgın karısının adı olan “Zelda” derdi.
Cemal Süreya’nın 1991’de yayımlanan “999. gün: üstü kalsın” günceler kitabında
da Nilgün Marmara zaman zaman “Zelda” diye anılır.
Amerikan
caz çağını çağrıştıran bir kullanıştır bu… Nilgün Marmara gibi güzel hem de çok
güzel garip ve ilginç bir şairin yampiri ve yamuk dünyada bir bakıma kısacık
bir ömrü oldu. Hani büyük kanatları yüzünden uçamayan albatros deniz kuşu gibi!
Nilgün Marmara sözlüklere ve ansiklopedilere yazılırsa 13 Şubat 1958’de
İstanbul’da Kadıköy’de doğdu. 13 Ekim 1987’de yine İstanbul’da Kızıltoprak’ta
öldü. O kadar ya da bu kadar. Kadıköy maarif koleji’nde okuyuşu Boğaziçi
üniversitesi İngiliz filolojisi’ni bitirişi ve öğrenimini bitirirken seçtiği
tezinin intiharı yeğlemiş Sylvia Plath üzerine olması. Bu kör bir rastlantı
mıdır bilemeyiz? Hani denizin özellikle de Ege’de denizin derin yerleriyle sığ
yerleri arasında açıklanamaz ve değişik bir mavilik vardır. Evet işte Nilgün
Marmara’nın gözleri de öyle bir renkteydi. Resim boyası satan kırtasiyecilerde
bile böyle bir maviliğe rastlayamazsınız.
Velhasıl
Nilgün Marmara gerçekten kusursuz denenebilecek bir güzellikte “marjinal” de
denebilecek ve sahicilikte eşsiz önemde bir şairdi. Ve gittiği Libya’da da
(tobruk) şiirler ve metinler yazdı. Libya’dan sonra uçtuğu Avusturya’da
Alpler’de doğrusu ya şiirler yazıp yazmadığını bilmiyoruz şimdilik. Ama şiirin
şu ya da bu biçimde peşini hiç bırakmadığını ben biliyorum. Gerek dünya gerek
Türk şiiri açısından. Hayatının son yıllarında; İlhan Berk’i Fazıl Hüsnü
Dağlarca’yı Cihat Burak’ı Turgut Uyar’ı Edip Cansever’i ve özellikle de Cemal
Süreya’yı kişisel olarak tanımıştı. Şairlerle hep şiirden ve şiirlerden hep
konuşurdu. Yeni şairlerden Seyhan Erözçelik Orhan Alkaya Lale Müldür Günseli
İnal Cezmi Ersöz Turgay Özen Mustafa Irgat arkadaşlarıydı.
Kendisini
özellikle Anglo Sakson şiirinde de sıkı yetiştirmiş olduğu konuşmalarında belli
oluyordu. Ölümünden sonra Sylvia Plath’dan birkaç şiir çevirisi çıkmıştır
çeşitli dergilerde. Ölümünden az önce ‘Beyaz’ ve ‘Şiir Atı’ dergilerinde birkaç
şiiri de yayımlamıştı. belki de kendisi ile yaptığım bir söyleşinin bir
bölümünü gösteri dergisinde yayımlamıştım. “Daktiloya Çekilmiş Şiirler” 1988’de
ve “Metinler” adlı düz şiirlerini içeren kitabı da 1990′da şiir atı yayıncılık
tarafından yayımlanmıştı. Ve her iki kitap da hemen tükenmişti. Şimdi artık
gençler kendine âşık uzamış yeni panco’lar bile Nilgün Marmara’yı erişilemez
bir “Mit”unutulmaz bir simge ya da (Türkçe söylersek) bir “söylence” olarak
çılgınca ve gerçekten de seviyorlar.
Ece
Temelkuran – Küçük Satırlar
Kendisini
tanımayanlardandır Nilgün Marmara. Kendisini hiçe sayanlardan yok kabul
edenlerden görmeyenlerden. Yağmurda yürürken ıslandığını değil küçük su
taneciklerinin nasıl toprağın göğsünde masumca öldüğünü düşünenlerdendi.
Arabaların gürültüsünü lanetlemek yerine bu gürültüye eşsiz bir sabırla dayanan
yeryüzünün sükûnetine hayrandı. Kırılmalarla geçen aşkın sonsuzluğunu
düşünürdü. Büyüyemeyenlerdendi hep çocukluk yaşayanlardandı.
Az
zamanda her zamanı dolduracak kadar yaşamak bir mutluluktur. Kendi zamanının
çekilmezliğinden korksa da en büyük tehdit kendisi olarak çıkar karşısına
Nilgün’ün. İnsanın kendisine alışması ömür boyu bitmeyen bir uğraştır. İnsan en
çok kendisinden çeker hayatta. Gölgemiz dışımızdan kendimiz içimizden takip
ederler bizi. Üzerler gülümsetirler kırarlar küfrettirirler beğenemezler kolay
kolay ama hiçbir zamanda bırakmazlar salt yalnızlığımızla baş başa.
Kendisini
bilmeyi bilmek insanın en büyük saçmalığı. Bilinmeyeni bilmek bilinmezlikle
denenmek deliliği. Bilen olarak bilimle kendinde bilmenin bilinçsizliğine
bırakılmak deliliğin tutkulu güldürüsü ve trajedisi. Aklın aklı akılsızlığı
akılsızlığına karşı. Ve akılsızlıkla denenen akıl akılı akılsız yapmakta.
Trajedinin komediye ve tersine yapılan anormal atlamalar. Normallik için insan
sınırda tutulmakta ip cambazı gibi. İpten düşmek ölmektir ipten sarkmak
hastalık. Kendimize kendi ellerimizle yapılan bu işkence kendimizi bilmenin
bilinemezliği ile son bulmakta. Akılımızın akılsızlığımızı ak çıkarıp bize
karanlığa gömmesiyle bitmekte.İnkâr etmek göz göre göre bitirilmek
saldırılarıyla baş edebileceklerin başaramadığı tek şey. İnkâr etmek sonuçsuz
kalmak yorulmaktır. Hiç geçmeyen günlerin sürekli aynı sayısını tekrarlayarak
bitkin düşmek ölümü dayatır. Ve dalıp gideriz sonsuzluk uykusuna.
Kalp
Yiyen
Çölde
Bir
yaratık gördüm çıplak vahşi
Çömelmiş
oturuyor
Yüreğini
ellerinde tutuyor
Yiyordu.
Dedim
ki: “Tadı güzel mi dostum?”
“Acı
acı” diye karşılık verdi;
“Ama
seviyorum
Çünkü
acı ve benim kalbim”
(Hart
Crane)
Tombul
ve sıkış tepiş egolar arasında ya da botokslu benlikler kenarında bazen
boğuluyorsan eğer üstüne yığılıyorsa o gürbüz “Ben! Ben! İlle de ve özetle
ben!”ler… Bu dünyanın tek yangın merdiveni şiirdir. Çünkü şair kişi “Ben hiç
kimseyim!” (Emily Dickinson) deyip üzerinden insan ağırlığını alabilendir.
“Ben
sadece atan bir kalbim” (Proust) deyip tül gibi hafif geçip yanından sadece
ürpertebilendir. “Ama sizin adınız ne / Benim dengemi bozmayınız” (Turgut Uyar)
deyip aniden senin o yaldızlı staras taşlı süslemeli oymalı kakmalı egonun
altındaki kilimi çekip seni tepetaklak yere serebilendir.Bütün bunları
yapabilmesinin tek nedeni “acı bir kalbi” olması ve şair kişinin durmadan kendi
kalbini yemesi tükendikçe kusup kalbini yeniden yemesidir.
Nilgün
Marmara “Sanat ve Bilim Fakültesi Batı Dilleri ve Edebiyatları Bölümü’nden
mezun olmak için gereken koşulları kısmen karşılamak amacıyla teslim edilmiş
bir tez”… Şair Nilgün Marmara’nın tıpkı kendisi gibi intihar etmiş tıpkı
kendisi gibi güzel bir kadın şair olan Sylvia Plath’ın şairliğinin intiharı
bağlamında analizi üzerine 1985’te yazdığı tezin başında böyle diyor. Tez
Everest Yayınları’ndan kitap olarak çıktı geçen günlerde. Marmara kendi
intiharından iki yıl önce kendi çizdiği kaderin “analizini” yaparken akademik
olarak ne yapıyordu acaba?
Nilgün
Marmara da kendi kalbini yiyen kadınlardan biriydi. Dayanamayıp burada kalmanın
yüküne gidiverdi. Hep öyle düşünürüm intihar etmiş şair kadınlarla
ilgili:Muhtemelen aramızdan gidiverenler kalplerini yemekte yeterince usta
değildiler. Zira acı çekmenin de bir erbaplığı vardır. Öyle kana kana içersen
kendini zehirlenirsin kendinden. Profesyonel bağımlılar gibi ince ayarını yapmalısın
bu işin. Erken yaşta gitmemek bu yeryüzünden doğmuş olmanın intikamını
yeterince alabilmek için yaşamalısın oysa.
Can
Yücel gibi sunturlu bir küfür savurabilmek için lameli egolara ve balon
ben’lere bu dünyada yeterince uzun süre kalmalısın. Bunları düşündüm
Marmara’nın tezini okurken. Sonra açtım Birhan’ın “Cinayet Kışı+İki Mektup”
kitabını “Saf Sabır” şiirini okudum kış biterken:
sardunyalarla
konuşarak çoğalttımaramızdaki ayrılığısayarak çoğalttığım günleri
tamamladımkirpiklerimin arasına çektiğim tüldeyağmur durdu ve şimdi kış
bitiyoroysa kimse yokmuş dışardaiçim dışıma vuruyorsardunyalara su vermekle
unutamadığımızşeymiş aşk:alnından bir günaydın gibi düşürdüğüm sabahsağ yanımda
unuttun keder.
Şairler
neden yerler kendi kalplerini? Acı olduğu için. Çünkü bir de kendi kalpleri
değil mi?Başkalarının kalplerini yiyemeyenler ne kadar ittirse de dünya
kimsenin canını yakmayanlar yakamayanlar bu dünyada hepimizin en fazlası sadece
bir kalp atışı olduğunu bilenler bu dünyadan en çok bir ürperme olarak geçip
gitmek isterler…
Moda
burnunda durmuşuz
nilgünsüz marmaraya dalmışız
ayşe kaçmış başka adama
gene cep kanyağına kalmışız..
İzzet
Yaşar
Yılmaz
Odabaşı – “Hayatın Neresinden Dönülse Kârdır” Diyen Marmara’nın Nilgün’ü
Şair
intiharlarına övgüler dizilmesine karşı çıkarken, yine de Pavese’nin, “Kendini
öldürmek konusunda haklı bir gerekçesi olmayan kimse yoktur” dediğini de
unutmayalım. Şairse, ürettiği şiirse eğer, yaşarken olduğu gibi, öldüğünde de
şairdir… Demek istediğim, intihar, şair olmayanı şair yapmaz, yapamaz,
yapmamıştır da… Nilgün Marmara’yı hiç tanımadım; onu şiirlerinden biliyorum.
“Kırmızı Kahverengi Defter” adlı kitabındaki biyografisi şöyle yazılmıştır:
“1958’de doğdu; yirmi dokuz yıl sonra yeryüzünü terk etmeye karar verdi” İşte
bu kadar kısa, yalın bir biyografisi var onun… Fotoğraflarındaki güzel yüzünü
alıp gitmiş bir şair imgesidir Nilgün Marmara… Cüreti, güzelliği ve şiirlerinde
en olmadık yerlerde ortaya çıkan imgeleriyle bende hep bir hayranlık duygusu
uyandırmıştır. İntihar, hayatı yâdsıma halinin en son durağıdır; yâdsıma
limitini tüketmiştir çekip giden.
Kimileri
“hayatın neresinde kalırsan kârdır” diyerek yaşamak için haklı gerekçelerini
kullanır ve kalırken, kimileri de Nilgün Marmara gibi “hayatın neresinden
dönülse kârdır” diyerek, ölmek için haklı gerekçelerini kullanır ve giderler…
Kalmak, bir tercihse, elbette gitmek de bir tercihtir.
Düşünülürse,
herkesin yaşamak için de, ölmek için de her zaman haklı gerekçeleri vardır;
kimileri gerekçelerini hiç düşünmeden, kimileri bilmeden, kimileri de bu
gerekçelerinin ikisinden birini bilerek, kullanarak yaşar ya da ölür.
Zaten
uzayın yaşına göre komiktir insanın yaşı; çoğu zaman intihar, ölümü biraz öne
almaktır sadece. Bu yüzden intiharlara ağıt yakanlar, çok değil, en fazla
otuz-kırk yıl sonra arkalarından ağıt yakılacaktır. Bu yüzden ölülere ağıt
yakanların, kendileri sanki dünyaya kazık çakacakmış gibi durduklarına
aldanmayın. Bir Fransız atasözü, “Bütün mezarlıklar, kendilerini vazgeçilmez
sananlarla doludur” der. Onlar da değil o gün, herkes gibi daha doğduklarında
ölüme yazgılıdırlar. Ölmek için, önce doğmak gerekir; doğmayan biri ölebilir
mi? Bu yüzden her doğum, bir ölümdür de aslında… Doğmakla birlikte ölmeye de
başlarız; her gün biraz daha, her gün biraz.
Nilgün
Marmara’nın şiirlerinde, onun evreninde gezinirken düşünüyorum da, böylesi uç
duyarlıklarda gezinen, “hayat” ve “insan” için böyle acı sözler eden bir
şairin, hayatla barışık olması da mümkün değilmiş zaten… Ece Ayhan, “Nasıl ki
İsmet Özel, ‘Cumhuriyetle yaralı’ ise, Nilgün Marmara da ‘dünyayla yaralı’ idi”
diyor. İntihar eden şairlerin, okurların ilgi odağı olabildiği bu ülkede,
yinelenmelidir ki ölüm, şair olmayanı şair yapmaz; yaşarken yazdıkları şiirse,
öldüğünde de öyledir. Değilse değildir ama! Yaşasa da, ölse de şair olan Nilgün
Marmara’nın “Kırmızı Kahverengi Defteri”nin sayfaları arasında geziniyorum:
“Bir yaşamın bir düşe eklenmesiyle, bir düşün bir yaşamdan çıkarılmasının
hiçbir ayrımı yok” derken, yukarıda sözünü ettiğim “hayatı yâdsıma” ya somut
bir örnek veriyor. O, yadsıdığı içindir ki, “yaşamın düşe eklenmesi ile bir
düşün yaşamdan çıkarılması” umurunda değil; “ayrımı yok” diyor zaten.
Çünkü
düş oldukça peşi sıra insan da! Yaşayanlar, yani yadsımalarının dozajını daha
minimum tutanlar biliyorlar ki, yaşamın sayfaları düşsüz aralanamıyor. İlle de
düş eklenecektir ki yaşama, günlerin eteğine tutunsun insan… Ayrımı
kalmadığında ise, elbette çekip gitmektir kalan. Eski okumalarımdan
anımsıyorum: Mayakovski’nin, “yaşamın yeni bir şey olmadığını” söyleyen son
şiirini bırakıp intihar edişinin ardından, Yesenin de ona bir anlamda yanıt
veren şiirinde, “ölümün de yeni bir şey olmadığı”nı yazıyor, ama o da yaşamına
intiharla son veriyordu. Çoğu yazın adamı için yazmak, acı çekmenin bir başka
biçimidir; çünkü yazanın tanıklığı da, sanıklığı da çokça acının güzergâhıdır…
Şairin kendi iç sarsıntılarına hayatın sarsıntıları bulaştıkça da ortaya
genellikle iyi dizeler çıkar.
Hayat
ise, şairin bütün duyarlığını, kılcal damarlarına dek her şeyini pupa yelken
şiire bıraktığı o ‘an’ lardaki gibi naif, zarif yaşanmaz; katı, hor ve
inciticidir hayat… Bu yüzden yaşadıkça yaralanılır, yaralandıkça da yazılır…
Kendi adıma ben böyle yaşıyor, böyle yazıyorum; bu yüzden bildiğim de böyle
oluyor. Neyi biliyorsan o vardır zaten. Pavese der ki: “Bir insan acı
çekiyorsa, başkaları bir sarhoş gibi davranır ona. Hadi, kalk bakalım, yeter
artık!” Oysa duyumsanarak, hak edilmiş, öyle gerekmiş veya gerektirilmiş
biçimde çekiliyordur acı; bir insanı acıdan kaçırarak, ona kendini kandırması,
yüzleşmesinin ertelenmesi neden, ne hakla önerilir? Sevinmek de bir insanlık
haliyse, ona neden engel olunmaz o halde? Nilgün Marmara’da acı çekerek yazmış,
yaşamış ve kendini alıp yitmiş şu kısa yeryüzü konukluğundan… Herkesin acısını
sorma, ifade etme biçimi üslubuyla, bilinciyle orantılıdır; herkes kendi
diliyle sorar acısını… Biçimde, içerikte benim şiir anlayışımla, acıyı
sormamla, sorgulamamla Nilgün Marmara’nın ki doğrusu çakışmıyor, ama onu
anlıyor ve üstüne üstlük onunla boynumuza borç sayıldığı üzere acının hesabını
sormak, onu sorgulamak fikrinde buluşuyorum. O da kendi diliyle sormuş: “Acının
ilk pazarı bitimsiz yer sarsıntısı. Dönüşsüz ve yaygın. Bu sarsıntıda ruha hiç
pencere açılmaz; sökülen yerlerinden edilmeye çalışılan gölgelere, göllere! göl
laleleri bu güzellikler! Nedir bu rezillikler? ” Nilgün Marmara’nın bende
bıraktığı hayranlık duygusunun peşinden giderken, hakkında pek fazla bilgi
edinemedim. Bir gün Cezmi Ersöz’ün evinde güzel bir fotoğrafına rastladım;
hüznün ve şiirin bir kadın yüzüyle muhteşem buluşmasıydı onun bütün
fotoğrafları… Bir de, ölümünden önce Mine Urgan’ın oğlu Mustafa Irgat’ın
sevgilisi olduğunu öğrendim. Yaşasaydı, sanırım ben de her şeyi göze alarak o
yüzdeki şiirin ve hüznün peşinden giderdim.
1987’de
onun intiharından sonra, 1995 yılında Mustafa Irgat da bir trafik kazasında
yitirmiş yaşamını… Onun da “Ait’siz Kimlik Kitabı” adıyla yayımlanmış bir şiir
kitabı var. İkisini de kısa biyografileri ve şiirlerinden örneklerle “Son
Çeyrek Yüzyıl Şiir Antolojisi” adlı çalışmama burkularak almıştım. İşte Nilgün
Marmara, bir kadın, bir şair ve bir cüret güzelliğidir… Gündelik hayatın sığ
sularından diplere, en diplere açılmış ve acının dip kısmında vurgun yemiş o
güzellik, “hayat” demiş: “Hep yüzünle seviştik, tersinin hatırı kaldı.” A. Camus
gibi “Tersi ve Yüzü”nü yazmış, öyle bakmış, rest çekmiş! “Kıyamet koparken bile
fidan dikiniz” diyen Nilgün Marmara’yı, yaşamın onu dışına, ötesine iterek
aldattığını düşüneceklere demeliyim ki, belki de ölerek o aldatmıştır yaşamı,
ne dersiniz? Belki bu yüzden geride platonik aşklara çok uygun bir imge de
bırakmış. Geride bir “Kırmızı Kahverengi Defter” kalmış. O, “göğünü yitiren bir
yıldız gibi” kalmış; oysa bizler, hâlâ yıldızlarını yitirip duran gök
olduğumuzu sanıyoruz.
Emine
Gürbüz