Travmatik belleğin
kıyısında geçmiş, bugün ve gelecekteki bir anti-kahraman okuması
“Severek mektup
yazılan bir insanının bile olması ne büyük bir olay, söyleyen her sözcüğün
anlaşılmaktan öte, yaşadığını, dahası sözcüklere bile gerek olmadan yaşandığını
bilmek, güç gibi yalınç bir olgu değil, var olmak gibi bir şey. “ (T. Özlü)
Geçmişin ve
bügünün bireye hükmetmesi, insanın var oluş deneyimlerinin esas özelliklerini
oluşturur der edebiyat eleştirmeni Cathy Caruth. Ancak geçmişin hükmü, şimdiye
ait olmayan bir olaya tamamıyla tanıklık etmekten geçmez. Geçmişe tanıklık
etmek, çelişkili de olsa, geçmişin tam o anda bütünüyle deneyimlenememesine ya
da birey tarafından tamamıyla algılanamamasına işaret eder. Bir başka deyişle
olaylar ya da algılar geçmişte yaşandığı tam o anda bireyde süre giden acı
çekme nedeniyle bilinçten firar eder (1995:151-153). Dolayısıyla daha en başta
bireyin algısına bütünüyle uzak bir olay ya da örgü karşımıza çıkar. Bu durum
endişeye, derin melankoliye ve hiçlik hissine sarmalanarak beklenmedik anlarda
çeşitili anımsamalar, rüyâlar, devinimler, düşünceler ve özellkle çeşitli edebi
kurgular aracılığıyla—dünün ve bugünün kesiştiği anlatılar, günlükler,
mektuplar— kendini bireye gösterir. Böylesi bir teşhir gerçekte belleği yaran
ya da onu kesintiye uğratan travma olgusunun da altını çizer. Böylece, geçmişin
içine gömülü öyküsel bir bellek ve bu bellekten süzülen travmatik anlatılar
büyük ölçüde yokluk ve olumsuzluk üzerinden kavranabilir ancak. Tezer Özlü
çağdaş Türk yazınında böylesi bir yokluk üzerinden alır sıra dışı yazarlık
gücünü. Özellkle varoluş sancısını yazı üzerinden tanımlayan Tezer Özlü’nün
anlatılarında sıkça rastlanan bir izlektir bu. Özlü, travmatik belleğinden
süzülen anlatılar aracılığıyla acı metaforu ve özellikle yokluk üzerinden
egemen söylem karşısında gerek içerik gerekse edebi biçim bağlamında alternatif
alanlar açıp özneyi yeniden konumlandırır. Özellikle “kendini yazma” sürecinde
kişisel ve travmatik belleğnin en belirgin ve en içten özelliği olan mektupları
yazında geleneksel ve doğrusal edebi kalıpların dışında kalan alternatif ya da
anti kahraman diyebileceğimiz bir özne inşasında son derece önemlildir.
Dolayısıyla bu yazı geçmiş, bellek ve travma olgularından yola çıkarak Özlü’nün
yakın yazar dostu Ferit Edgü’ye yazdığı mektuplar aracılığıyla döneminin egemen
değerlerine karşı duran öznenin yıkım üzerinden inşasını çözümleyecektir.
Bu bağlamda Tezer
Özlü’nün, en yakın dostlarından biri usta yazar Ferit Edgü ile mektuplaşmalarının
kitaplaştığı Her Şeyin Sonundayım yazmayı bir varoluş sorunu olarak gören iki
yazarın geleneksel kurguda, özneleşmede, zamanda ve mekânda derin kırılmalar
yaratan eseridir. Tezer Özlü’yü çocuk yaşta tanıyan Ferit Edgü hem kendi
mektuplarını hem de Özlü’nünkilerini onun en yakın dostu dert ortağı ve aynı
zamanda yayıncısı olarak kaleme alır. Mektuplara arkadaşlık, dostluk,
kaderdaşlık ve çoğu zaman da dert ortaklığı hâkimdir. Mektuplar
İstanbul-Paris-Ankara üçgeninde çoğu zaman Özlü’yü yakalayan amansız
hastalığının pençesinden hastahane odalarından, kliniklerden, trenlerden,
evlerden düşlerden süzülerek ulaşır okura. Özlü, yaşamın insanın üstüne
çullanan sorunlarından ölümün ucuna değin yaptığı yolculuğu sonsuz bir
içtenlikle, dolaysız ve tutkulı biçimde paylaşır dostu Edgü ile:
“Sevgili Ferit,
geçenlerde düşümde yüksek bir yapının camının altında, bir parmak kadar dar bir
yere abanıp kalmıştım. İçeriye girsem, camdan odaya adımımı atsam düşüp
ölecektim. Ama o cam kenarına yapışıp, boşluğun üstünde kendimi tutacak gücüm
kalmamıştı. Nasıl olsa çözülecekti ellerşm. Ve ben düşecektim boşluğa. Yarın
bütün gün trende gidecek sen misin? Nereye? Niçin? Yarın bütün gün büroda
oturacak olan ben miyim? Neden? Niçin? Hiçbir yerde olmak istemiyorum ki. Belki
de ben bugün ilk defa her şeyn sonundayım.
Korkuyorum.
Korkuyorum. Korkuyorum” (11).
“Odanın içinde
geziniyorum. Bazı bazı burada gezinmem gerekiyor. Ben beni bunlatıyor. Ben’in
yazdığı bu satırlar canımı sıkıyor benim” (15).
“Sevgili Ferit,
çok suurlu bir delilk ve çok büyük bir espri, Beckett’i aşan bir absürd
içindeyim. Mektubu hemen kesebilirim veya çok uzatabilirim. Hemen gel, sen
olmazsan hiçkimseyi göremeyeceğim. En çok ve en uzun sana inandım.” (17).
“Beckett’imsi bir
ölülükte yalnız, şimdilerde değiliz. Sen Beckett’i çevirdiğinden beri,
Hakkâri’ye gittiğinden beri, yirmi yaşlarında bilinçlendiğimizden beri o
ölülükteyiz.” (45).
Özlü’nün kendini
mektuplar aracılığıyla kaleme alması, kişisel ve travmatik bellekten belki de
en çıplak biçimde kendini bu biçimde ortaya dökmesi ve çekilen acının belleğe
süresiz diyebileceğimiz biçimde işlemesi melankolinin, umutsuzluğun ve
çareszliğin sesidir. Cathy Caruth’un da söz ettiği gibi böylesi acı çekme
süreci Freud’un psikanalizde belirttiği ötelenmiş edimin[*] ta kendisidir
aslında. Acı cekme daima oradadır; kararlı biçimde belleği daima ziyaret eder.
Zira şimdide tam anlamıyla kavranamadığından kendini sürekli tazeler ve
nihayetinde varoluşun onulmaz bir parçası haline gelir. Özlü bu noktada zaman
zaman mutluluk özlemlerini—hastalığıyla barışmasını, kendisine iyi bakıldığını,
daha sıhhatlı olacağını, bahar günlerinin özlemini, erkekleri, Feriköy’de
tutukları evi— dile getirse de özlemler pek inandırıcı değildir ya da
geçicidir. Zira çoğu mektuba “gerçek travmatiktir” anlayışı hâkimdir:
“Sevgili Ferit,
buradaki hava nedeniyle zaman zaman dayanılmaz baş ağrıları çekiyorum.
Geçenlerde böyle bir baş ağrısı krizi içnde yataktan sonsuza dek yükseldim...
hep hep yükseldim... Sonra babamla telefonda konuştum, beyaz kefen içinde
toprağa bırakılmış cesediyle... Burada çürüyorum dedi. Bir bardak kırdım,
sokağa çıktım. Garip punklar, kafası kazılı kadınlar, siyah motosikletliler...
Tatsız bir toplulukla karşışaltım. Bir tımarhane bahçesi gibi bile değil.”
(63).
Buradaki gerçeklik
bir tımarhane bahçesinden bile daha kötüdür Özlü için. Süresiz acı çekme ve
yıkım üzerinden geçmişin ve bügünün kesitiği doğrusal olmayan, parçalı ve
egemen düzene karşı eşikte duran bir kurguda konumlandırır kendini Özlü. Berlin ve Zürih’te geçirdiği günlere ait anımsamalar,
acılar, hayaller, evlilikler, hastalıklar, kanserin baş göstermesi bu kez Paris ve İstanbul’da
yazılan mektuplara işler:
“Sevgili Ferit,
Kopukluk. Yaşamdan, İnsanlarıdan, Geçmişten... Gelecekle de hiçbir ilgisizlik.
Nerede olacağımı, hangi kente oturacağımı, nereye gideceğimi hiç bilmiyorum.
Şimdi burada durgunluktayım. Mutsuz değilim. Mutlu olmak ya da mutsuz olmak,
bilmiyorum.”
“Burada iki gündür
gökyüzü masmavi ve onunla birlikte her şey güzel, ama tüm bu güzellik senin
dediğin gibi ‘Bir tek sözcükle gökyüzü korkunçtu ve onunla birlikte her şey’e
dayanıyor.” (27).
“Ferit’ciğim...
Ben henüz iyileşmiş değilim. Bunu kendim de anlıyorum. İlaçlar M. Özek’in
dediği kadar azalmıyor, çünkü ilacı bir an unutsam, kafam motor gibi, her şeyi
düşünmeye başlıyor... Bu hafif depresyon halini sevmiyorum diyemem, zevk verici
keyif verici bir hastalık bu.”
“Burada ayda bir
tedavim var. İğne ile damara ilaç veriyorlar, ne kadar sürecek bilmiyorum. İşte
sevgili dostum yeniden dünyaya geldim, yeniden alışmaya çalışıyorum. İyiyim,
sizleri görünce daha iyi olacağım.” (103).
Yukarıdaki mektup
alıntılarında bu noktada hastalık, yokluk üzerinden öznenin yeni ve alternatif
inşası ancak koşul olarak Ben’in silinmesi ya da yıkımıyla gerçekleşir. Burada
Ben’in yerine aslında tekinsiz ya da ikircikli bir öznenin geçtiği ve
dolayısıyla da tek tip gerçekliğin yerine çoklu gerçekliğin benimsenediği
açıkça görülür. Bu noktada ise Derrida’nın Marx ve Walter Benjamin üzerinden
bellek ve anımsama çözümlemeleri yaptığı The Promise of Memory adlı yapıtıa
bakmak yararlıdır. Derrida bireyin özürlüğünün acı çekmenin, yıkımın ve bir
çeşit yas tutmanın sonsuz dönüşümü aracılığıyla gerçekleştiğinin altını çizer.
Bu bağlamda bireyi etkisi altına alan süresiz yas halinde geçmişin anlamı tam
da bügünde su yüzüne çıkmaz. Aksine geçmişi, içinde barındırdığı büyük
çatlaklarla ve açmazlarla geleceğin ta kendisi gözler önüne serer (2005,78).
Dolayısıyla Özlü’nün yaşamından mektuplar aracılığyıla damıttığı travmatik
anlatılar ve geçmişle geleceğin kesiştiği noktadaki derin melankoli bilinçte ve
bireysel düzlemde yeniden kazanılıp iyileştirilebilir olmaktan—içinde hayata
dair bir umut taşısa da— uzaktır. Söz konusu bu mesafe ile Özlü’nün kendini son
derece yalın olarak ortaya koyduğu metaforik ve fiziksel düzlemdeki hasta
anlatılar, bireyi aslında gelecekte merkezsizleştirerek bir anlamda doğrusal
anlatıdaki Ben’in içini oyar. Bu noktada Derrida’nın sözünü ettiği yıkım ve acı
üzerinden bir dönüşüm ve özneleşme, bireyin yaşamdaki dramatik varoluş
gereksinimi ile son derece parçalı, yinelemeli ve aslında aporetik olmaya
meyillidir. Burada Özlü’nün Edgü’ye yazdığı mektuplar her daim kendine geçit
veren anlatılar olmaktan bir anlamda yoksundur. Böylece Özlü geçmişte ve
bugünde yazdıklarının sonsuz, bilinmez ve döngüsel çağrışımlararının ucuna
takılarak travmatik bellek ve yıkım üzerinden özneyi yeniden inşa eder: Egemen
otorite karşısında imkânsızlığın içinde olası aralık pencereden bakan, ancak
çarpışan dünyaların kucağındaki modernitenin de bireyin kurtuluş mücadelesinde
beyhude bir çaba olduğunu gören bir anti-kahraman. Modern yazındaki böylesi bir
özne inşası geleneksel kurgu sınırlarını da epeyce zorlar; tek tip özne
temsilini alaşağı ederek özne-nesne ilişkisinin bu kez olumsuzluk, yoksunluk ya
da yıkım üzerinden sorgulanarak yaratıldığı ikircikli alanlar ve yepyeni edebi
söylemler ortaya koyar.
Böylece Özlü’nün
Her Şeyin Sonundayım’daki son derece bağımsız ve çarpıcı mektupları büyük bir
yapının taşları olarak algılanabilir. Zira burada edebi bir anlatı olan mektup,
toplumsal tarihin ve özellikle Özlü’nün kişisel tarihihin en çıplak temsilidir.
Yaşam ve ölüm, geçmiş, bügün ve gelecek kıyısında bazen temkinli bazen de
tekinsiz dolaşan Özlü’nün yaşadıklarını birincil elden öğrenmek, yazarın
varoluş sorunsalına yardım eli uzatan yaratıcı güç “yazı”nın da sonsuz
olanaklarına varmak önemlidir:
“Sevgili Ferit, bu
sabah mektubunu bulmak, okumak, bana hem yaşamı hem de sonundaki ölümü daha
dayanılır kıldı. Birden yüksek dağlar, henüz boz rengi olan yamaçlar,
tepelerdeki beyaz kar, sessiz, küçük Isviçre köyleri anlam kazandı ve buraya
geldim geleli ilk kez ayağım yere değdi.” (44).
Bununla birlikte
nihayetinde mektupların genelinde daha önce de belirttiğimiz gibi Özlü’nün
öznellik arayışı sabit ve kararlı bir biçimde ilerlemez. Aksine buradaki
öznellik içindeki farkların giderek çoğullaşmasına, çatallaşmasına yönelik bir
içkinlik ve oluş alanı karşımıza çıkar. Bu noktada Deleuze ve Guattari’nin
öznelliği sabit bir kimlik olarak görmedikleri postyapısalcı ayrımlar
önemlidir. Zira öznenin varsayılan bütünlüğü toplumsal düzenlemelerin ve Ben’in
ötesindeki toplumsal kimlikler aracılığıyla tekinsizleştirilir,
kararsızlaştırlır (1989: 47). Özne dış unsurlarda temas kurduğu alanlarda bir
kayma yaşayarak belirsizleşir. Mektuplarda Özlü’nün yaşadığı kentlerle—ilkin
İstanbul, Paris, Zurih, Ankara, İsveç — kurduğu ayrıksı ilişkiler,
hastahane odaları, klinikler ile yazarlık, evlilik ve annelik gibi içinde
bulunduğu ikircikli ve travmatik durumlar bütüncül bir özne inşasını sekteye
uğratarak merkezden kayan bir özneleşmeyi işaret eder. Böylece bellekten ve
dolayısıyla acıdan yola çıkarak merkezsizleştirilen özne birbiriyle çarpışan
gerçekler üzerinden kendine ve dünyaya bir anlam yükleme çabasında bir
anti-kahramana dönüşür. Zira bu noktada kaleme aldığı mektuplar aracılığıyla
kendini yazma ve kendini yıkım üzerinden yeniden yaratma sürecinde ne tamamıyla
bir nesne ne de bütünüyle bir özne olur Tezer Özlü. Bu anlamda yazında doğrusal
ve geleneksel anlatıların aksine müphem üçüncü bir alanda var eden kendisini. Özlü’nün bu müphem varoluşu
modern edebiyatta karşı özne temsilinde son derece işlevsel ve önemlidir. Dahası
tek parçalı gerçeklik üzerinde konuşlanmanın ötesine geçerek özellikle kişisel
tarihi öne çıkaran edebi tür mektubun sunduğu çoklu olanaklar bağlamında da son
derece ayrıcalıklı bir edebi söylem alanıdır.
Kaynakça
Caruth, C. (1995).
‘Trauma: Explorations in Memory’. Baltimore and London: The Johns
Hopkins University
Press.
Deluze, G. (1989).
Nietzsche and Philosophy. New York:
The Athlone Press.
Fritsch, M.
(2005). The Promise Of Memory. New York: State University
Of New York
Press.
Özlü, T. (2010).
Her Şeyin Sonundayım: Tezer Özlü-Ferit Edgü Mektuplaşmaları: İstanbul, Sel
Yayıncılık.
[*]Freud’un
belirttiği gibi benlik arayışı ya da bireyin kendini araması süresi boyunca
özellikle rüyâlar aracılığıyla su yüzüne çıkan arzuların, isteklerin bir başka alana
kaydırılması, ötelenmesi. Özellikle bireyin yaşamının ilk bölümlerinde ortaya
çıkan ancak daha sonra bir şekilde unutulmuş ötelenmiş edimler gerçekte daima
oradadır. Herhangi bir acı ya da belleği kesintiye uğrayan travma olgusu
ötelenmiş ya da başkla alanlara itilmiş durumları tetikleyerek bireysel
haklikatin kavranmasını sağlar.
BU YAZI BIBLIOTECH
DERGİSİ EYLÜL-EKİM 2011- 15. SAYISINDA YAYIMLANMIŞTIR.