“DÜNYAYA KARŞI
TAVIR”: JOSÉ SARAMAGO-2 / Temel DEMİRER
Temel Demirer
“Tüm ruhum bir
çığlık; tüm yapıtlarım bu çığlığın bir
yorumu.”[1]
1995’te, en önemli
kitaplarından biri sayılan, Türkçe’ye de kısaca ‘Körlük’ diye çevrilen ‘Körlük
Üzerine Bir Deneme’de, adları değil, sadece sıfatları olan karakterlerini, bir
körleşme salgınının kurbanı yapan yazar, görmeyen gözlerin tanıklığında,
toplumun çürümesini anlatır.
Komünist
Saramago’nun, Portekiz’deki Antonio Salazar’ın diktatörlüğüne karşı
mücadelesiyle de ilintisi yanında Latin Amerika mistisizmini realizmle
kaynaştıran ‘Körlük’, insan varoluşunun özüne mündemiç bir romandır.
“Fantastik bir
durum karşısında insanlığın aldığı hâlleri anlatan romanla ünlenen Saramago’nun
‘Körlük’ü, kapitalist toplumsal düzeni ve bu düzenin insanlığı düşürdüğü en
kötü ve trajik durumları anlatan kara ütopyaydı.”[5]
O, romanında
körlüğü bir metafor gibi kullanarak Platon’un mağaralar benzetmesini
çağrıştıran bir hikâye yaratır. Mağarada mahkûmlar nasıl ellerinden ve
ayaklarından bağlıysalar körlük de bir çeşit bağlanmayı simgelerken;
mahkûmlardan biri nasıl dış dünyaya çıkıp “gerçek”i keşfederse, yapıtta da bu
rolü doktorun karısı üstlenir.
“Bakabiliyorsan;
gör… görebiliyorsan; gözle” epigramı ile başlıyor kitap, sonunda tekrar görmeye
başlamalarıyla şöyle biter: “Sonunda kör olmadığımızı düşünüyorum, biz zaten
kördük, Gören körler mi, Gördüğü hâlde görmeyen körler mi?”
Saramago’nun
ahlâki değerleri masaya yatırırken; “Körlük ile insanı insan yapan tüm değerler
yok oluyor” saptamasını ortaya koyduğu; “kolektif körlüğün insanlığı ne hâle
getirdiğine” dikkat çeken yapıtla, bir yerde Camus’nün ‘Veba’sı, Kafka’nın
‘Dava’sı, Golding’in ‘Sineklerin Tanrısı’ arasında “paralellikler” kurulabilir…
‘Körlük’,
arabasının içinden geçmesine izin verecek ya da geçmek için kendini haklı
göreceği yeşil ışığı beklerken kör olan bir adamın duyduğu korku ve
çaresizlikle başlarken; Saramago’nun modern insan ve onun ürettiği liberal
demokrasiye eleştirilerini dile getirir bu yapıt…
‘Körlük’, araba
kullanmakta olan bir adamın yeşil ışığın yanmasını beklerken ansızın
körleşmesiyle başlar. Adamın körlüğü başvurduğu doktora da bulaşır. Bu körlük,
bir salgın hastalık gibi bütün şehre yayılır; öldürücü olmasa da bütün ahlâki
değerleri yok etmeyi başarır. Toplum, görmeyen gözlerle cinayetlere,
tecavüzlere tanık olur.
‘Körlük’ o denli
hızlı yayılır ki, yayılma hızı Etna’nın püskürmesiyle civarında ne kadar
yerleşim varsa lavların altında kalmasına benzetilir. Saramago’nun da yarattığı
ya da zaten olan ama görmek için kafaların kumdan çıkması gerektiği bir
çürüyüşün öyküsüdür.
Arabasında kör
olan adamın yardımına giden hırsız ve bu iki adamı tedavi etmeye çalışan doktor
hepsi kör olurlar. İktidar derhâl çözümü bulur! Bu insanları eski bir akıl
hastanesine kapatır! Bu noktada; Michel Foucault’un, “Hapishanenin tarihi,
gözetim altında tutma ve cezalandırmanın tarihidir” sözleri, körler ülkesine
dönen dünyayı bu romanla bir kere daha açığa vurur…
Devamla: Tutsaklık
günleri ertesi sabah duyulan anonsla başlar. Buyruklar kesindir! Kimse dışarıya
çıkmaya çalışmayacaktır. Özgürlük istemi iktidarın en ağır olarak gördüğü ölüm
cezasıyla sonlandırılacaktır. Günler geçer, ‘Körlük’ ülkede git gide yayılır…
Evet Saramago,
insanlığın maruz kaldığı toplumsal yıkımları gözlemlemiş, iki dünya savaşının,
faşizmin şiddetinin, toplama kamplarının, açlığa mahkûm milyonlarca insanın
acısını derinden duymuş ve Salazar’ın diktatörlüğüne başkaldırmış bir yazar
olarak, birikimlerini yapıtına aktarmıştır.
‘Körlük’te
birdenbire toplumsal bir körleşme felaketine uğrayan insanların içine
düştükleri durum da Nazi toplama kamplarında yaşanan cehennem manzaralarını
çağrıştırır.
Onun satırlarından
okurken, hep 1530’larda yaşamış olan Bruegel’in tabloları gözünüzün önüne
gelir.
Acaba yazar bu
orta çağ sonu ressamının eserlerinden etkilenmiş olabilir mi?
Biribirinden hayli
uzakta olan bu iki çağın iki sanatçısı yaşama aynı optikten bakmaktadır sanki.
Evet, insanlık bir
beyaz körlük içinde hâlâ!
İnsanlığın
yaşadığı felaketi, içinde yaşadığımız körlüğü bir kez daha yüzümüze vuran
‘Körlük’ ile Bruegel’in tabloları benzer şeyleri anlatır hâlâ!
‘Körlük’,
Saramago’nun politik bir “taşlaması”dır bir yerde; ‘Görmek’ romanı ile
‘Körlük’le aynı güzergâhta ilerler:
Adı belirsiz bir
ülkenin başkentinde seçim günü bardaktan boşanırcasına yağmur yağınca kimse oy
vermeye gitmez. Öğleden sonra sandıkların kapanmasına yakın bir saatte yağmur
durunca, seçmenler sanki emir almışçasına oy vermeye koşar.
Ama sandıklar
açılınca, kullanılan oyların büyük çoğunluğunun boş olduğu görülür. Sağ, merkez
ve sol parti oyların çok küçük bir bölümünü alabilmiştir. Boş oyların
fazlalığını yağmurun yağışına bağlayan ülke yönetimi bir hafta sonra seçimleri
yeniler, ama güneşli günde yapılan seçimlerin sonucu daha da vahim çıkar: Bu
sefer, kullanılan oyların yüzde 83’ü boş çıkmıştır. Halkın arasına salınan
muhbirlerden tüm güvenlik birimlerine kadar hiç kimse halkın neden boş oy
kullandığı konusunda tatmin edici bir cevap bulamaz.
Zamanla bu durumun
bozguncu bir grubun, dahası uluslararası anarşist bir örgütün işi olduğunu
düşünen hükümet olağanüstü hâl ilan eder. Ama ortada sıkıyönetimi gerektirecek
bir neden yoktur. Çünkü halk kendi tercihini yapmış ve seçimde boş oy
kullanmıştır. Ama bu durumu önemli bir tehlike olarak gören hükümet, (çoğu
zaman bizde de olduğu gibi) yaşanan herhangi bir olayı dış mihrakların bir
oyunu olarak yorumlayıp halkı cezalandırmak için devletin başkentini başka bir
yere taşıma kararı alır.
‘Görmek’te
demokrasinin kırılganlığı ve hükümetlerce saptırılması üzerine müthiş bir
taşlama olduğu düşünülürse, bu taşlamayı yaparken birtakım etkili biçimsel
yollara da başvuruyor Saramago; ‘Körlük’te olduğu gibi, ‘Görmek’ romanında da
anlatıcı ile roman kahramanlarının diyaloglarını tek bir monolog şeklinde
sunar…
* * *
Aslı sorulursa
Saramago’nun yazdıkları “dünyaya karşı bir tavrı”dır!
Buna örnek olarak
O’ndan aktarılması gereken anekdotlardan birisi şudur: Chiapas’ta Komutan
Yardımcısı Marcos halka yaptığı bir konuşmanın hemen ertesinde, yanında bulunan
Saramago’nun kulağına eğilip İspanyolca, “No nos abandones/ Bizi terk etme”
deyince, O da bir an dahi duraksamadan, “Bunun olması için kendimi terk etmem
gerekir” yanıtını verir!
Saramago’nun
yazdıklarını betimleyen, ezilenlerden yana bu ikircimsiz “politik tavrı”dır!
Tüm ezilen
insanlığın sesi olabilmeyi başaran, “Yalnızca kitap sayfalarının geri dönüşü
vardır, yaşamınkilerin yok” diyen O, bu tavrıyla da çağının büyük
vicdan(lar)ındandır…
Tam da bundan
ötürü Saramago’nun dehası çok yönlüydü; hem büyük bir komedyendi hem de
acımasız gerçeklerin yazarı.
Uyuşukluk ve
körlüğe karşıydı…
Okuyucusunu
sarsmayı, gözlerini açmayı, harekete geçmesi için kışkırtmayı denerdi.
Berger, Galeano ve
Howard Zinn gibi isimlerle birlikte altına imzasını attığı Filistin’e karşı
tavrı için İsrail’i suçlayan bildiriye kadar, zaten pek çok kez Filistin’de
yaşananları Auschwitz’de yaşananlara benzetip öfkeli okların hedefi olmuştu.
Saramago’nun ‘Not
Defterimden’ başlıklı kitabında yer alan kısa yazılarından “Gazze (22 Aralık
2008)” başlıklısı, bu konudaki politik tavrını anlamlı biçimde özetler:
“BMÖ kısaltması,
herkesin bildiği gibi, Birleşmiş Milletler Örgütü demektir, yani, gerçeğin
ışığında, hiçbir şey ya da çok az şey. Bunu, yiyecekleri tükenmekte olan ya da
orada sığınmacı olarak kayda geçen yedi yüz elli bin kişiyi, görünüşe göre,
açlığa mahkûm etmeye kararlı İsrail ambargosu böyle dayattığı için zaten
tükenmiş olan Gazzelilere söylesinler.
Ekmekleri bile yok
artık, un tükendi, yağ, mercimek ve şeker de aynı yolda ilerliyor. 9 Kasım’dan
beri Birleşmiş Milletler ajansının yiyecek yüklü kamyonları İsrail ordusunun
Gazze şeridine girmelerine izin vermesini bekliyorlar, bir kez daha reddedilen
ya da aç Filistinlilerin son umutsuzluğuna ve son çileden çıkışına kadar
ertelenecek bir izin.
Birleşmiş
Milletler mi? Birleşmiş mi? Uluslararası suç ortaklığına ya da korkaklığına
güvenen İsrail, tavsiyelere, kararlara ve protestolara gülüyor, canı ne
isterse, ne zaman isterse ve nasıl isterse onu yapıyor. Sanki İsrail’in
güvenliğini tehdit edecek ürünlermiş gibi, kitapların ve müzik aletlerinin
girişini engellemeye kadar vardırdı işi. Eğer
gülünçlük öldürseydi, İsrailli politikacı ya da askerlerin, o zulüm
uzmanlarının, o eğitimlerinin temeli olan küstahlığın tepesinden dünyaya bakan
aşağılama doktorası yapmışların bir teki bile ayakta kalmazdı. Yolundan
gidenleri tanıdıkça Eski Ahit’in Tanrı’sını daha iyi anlıyoruz. Yehova ya da
Yahve, ya da her nasıl deniyorsa, İsraillilerin sürekli güncel tuttuğu kindar
ve kıyıcı bir tanrı…”
Evet, 2006’daki
Lübnan Savaşı sırasında, İsrail’i çok sert bir dille kınayan dünya yazarlarının
öncülüğünü yapmasından, İsrail işgali altındaki Filistin topraklarında hayatın,
Nazilerin Auschwitz Toplama Kampı’nda yaşananlardan farksız olduğunu söyleyecek
netlikte meydan okuyan Saramago’nun duruşu Aydınlanma dönemi insanlarınınkine
benziyordu.
Howe onu “Avrupa
şüpheciliğinin sesi ve ironi uzmanı” olarak niteler, James Wood aynı anda hem
avangard hem gelenekçi olup ikisinin de hakkını verecek tek kişi olduğunu
söylerdi. Eleştirmenlerin kralı denilen Bloom ise İngilizce olmayan edebiyatın
global başarı konusunda çok az şansının olduğu bir dünyada onu ve yapıtlarını
“eşsiz” olarak nitelemişti.
Vatikan’ın,
ölümüyle ilgili olarak, “Son nefesine kadar Marksist felsefeye sadık kaldı”
diye kin kustuğu Saramago’nun naaşı, Lizbon’daki Alto de Sao João Mezarlığı’nda
yakıldı.
Küllerinin bir
kısmı çocukluğunu geçirdiği Azinhaga köyünde, bir kısmı da hayatının son 17
yılını geçirdiği Kanarya Adaları’ndaki evinin bahçesinde bir ağacın altına
gömüldü.
Üyesi olduğu
Portekiz Komünist Partisi ise açıklamasında, parti militanlarının,
yurtseverlerin, sol güçlerin, Portekiz halkının ve işçilerin yazara minnet
duyduğunu ifade etti; haklı olarak; “İncil kötü alışkanlıkların el kitabıdır…
İncil’in Tanrı’sı güvenilir değil, kötü biri ve öç almaya kararlı. İncil’de
acımasızlık, zina, her türlü şiddet ve kan
dökme var. Bu inkâr edilemez” diyen Saramago’ya!
* * *
‘Magazine
Littéraire’in Nisan 2000 nüshasında François Brusnel’in, “Esin kaynaklarınız
neler?” sorusuna “Hepimizde olan şey: Omuzlarımızın üzerinde taşıdığımız
kafamız ve içindekiler,” yanıtını veren O’nun yazarlığını, belki de en iyi Horatius’un,
“Sen konuya egemen ol, sözcükler ardından gelir”; Jean de la Bruyere’in,
“Yazarlık akıldan fazlasını gerektirir”; Georges Simenon’un, “Yazarlık bir
meslek değil, bir mutsuzluk uğraşıdır”; Jorge Luis Borges’in, “Yazmak
yönlendirilmiş bir düşten başka bir şey değildir”; Ernest Hemingway’in, “Gerçek
bir yazar için, her kitap, erişilemeyecek bir şeye yeniden kalkıştığı yeni bir
başlangıç olmalıdır”; Thomas Mann’ın, “Araç olarak dili kullanan bir sanat her
zaman güçlü bir eleştirel yaratıcılık gösterir, çünkü sözün kendisi hayatın
eleştirmenidir: Yaratırken adlandırır, niteler, yargılar”; Jean-Paul Sartre’ın,
“Yazarın, yani özgür insanlara seslenen özgür bir insanın tek bir konusu
vardır: Özgürlük” saptamaları betimler…
O; yaşarken ve
yazarken; artık hiç kimsenin ölmediği bir dünya anlatıp, “Ertesi gün hiç kimse
ölmedi” cümlesiyle başlayan romanı okuyanların, “Ölüm iyi ki var” diyerek
kapattıkları ‘Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş’ başlıklı yapıtında ifade ettiği
dünyayı “11. Tez”deki üzere değiştirmek istiyordu; bunun için yaşıyor ve
yazıyordu…
O tam da bunlardan
ötürü, bir komünist olduğu için önemlidir…