Monday, October 29, 2012

YAŞLI GEMİCİ

Masumiyetten Hüzünlü Bilgeliğe
SAMUEL TAYLOR COLERIDGE

Derleyen : Eren Arcan

Öncelikle İletişim yayınevine “Yaşlı Gemici” kadar özenli bir basım yaptığı için teşekkürlerimi sunuyorum.  Doré’nin harika gravürleriyle süslü, İngilizce metnin de eklendiği gerçekten çok iyi hazırlanmış bir kitap.  Şavkar Altınel'in harikulade çevirisinden sonra keşke bir çeviri de Tanpınar ya da Yahya Kemal dili ile yapılabilse şiirin o eski zamanlardan kalma havasını çok iyi yansıtır diye düşünüyorum.
Aydınlanma felsefesine bir tepki olarak gelişen romantizm, Aydınlanmanın mantık düzenine karşı, duygusallığı ön plana alan bir akım olarak ortaya çıkmıştır.  Romantik akım bir tepki olarak aydınlanmaya karşı olarak yapılanmasına rağmen temelde aydınlanmanın mantık düzenine sıkı sıkıya bağlıdır.  Yani romantikleri “aydınlanmanın başkaldıran çocukları” olarak tanımlayabiliriz.  Romantikler, aydınlanmanın, bilginin temelinin deneye dayandığını öngören ampirik yaklaşımı ve mantıksal aydınlanmacı düşünce tarzını önce kabul etmişler, ama daha sonra bu yaklaşımlarından uzaklaşmışlardır.
Romantik dönem, yazılı basımın katlanarak büyüdüğü bir dönemde  kabaca 1798-1832 yılları arasında yer alır.  Romantik akım, sıradanlığın içinde sıradışını, acı ile hazzın birleşimini, doğanın sonsuzluğunu ve yüceliğini, tabiatın saygınlığını aramak üzere yola çıkmıştı. Romantik Alman ressamı Caspar David Friedrich’in “Meşe Ormanındaki Manastır” adlı tablosu romantik ögelerle yüklüdür.   Tablodaki mistik hava manastırdan ya da mezar taşlarından çok günbatımının ve devasa ağaçların görkeminden gelmektedir.  İnsanı huşu içinde bırakan, ve yalnızlık duygusunu vurgulayan yapısı ve doğal ve ruhsal arasındaki dengeyi koruması ile Romantik akıma iyi bir örnektir.
Edebiyatta romantik eserin tipik bir örneği, kahramanın araftan yola çıkarak, genellkle büyülü ya da ruhsal deneyimlerle,  masumiyetten, hüzünlü bir bilgeliğe aldığı yoldur.  Deneyim kişiseldir.  Romantiklerden önce herşeye tepeden bakan, didaktik bir anlatıcı varken, Romantiklerle birlikte daha öznel olan “ben” anlatıcı edebiyata girmiştir.  Romantikler aydınlanmanın gözlem ve deneyim temelli görüşünü benimseyerek, anlatıcının kişisel tecrübelerine önem vermişlerdir. 
Romantik şairler William Blake, William Wordsworth, Samuel Taylor Coleridge, Lord Byron, Percy Bysshe Shelley: romantik müzisyenler arasında Ludwig von Beethoven and Franz Peter Schubert: romantik ressamlar arasında Caspar David Friedrich ve Joseph Turner, ve yine William Blake’I sayabiliriz.
Coleridge “Yaşlı Gemici” şiirine Burnet’tin latince bir alıntıyla başlar. 

“Evrende görünmeyen varlıkların sayısının görünenden daha fazla olduğuna inanmakta güçlük çekmiyorum.  Ama bunların familyalarını bize kim söyleyebilir?  Ve her birinin önem derecesini, diğerlerine benzeyen ve onlardan farklı yanlarını ve işlevlerini kimden öğrenebiliriz?  Ne yaparlar?  Nerede yaşarlar?  İnsan aklı her zaman bu konularda bilgi edinmeye çalışmış ama edinememiştir.  Gene de bazen düşüncelerimizde bir resme bakar gibi daha büyük, daha iyi bir dünyaya bakmanın yararlı olduğunu inkâr edemem.  Bunu yapmayacak olursak, akıllarımız günlük hayatın sıradan konularına alışıp fazlasıyla büzülebilir ve yalnızca tümüyle önemsiz düşüncelere gömülebilir.  Ama bir yandan da gerçek konusunda dikkatli olmalı, ölçüyü kaçırmamalı, kesin olanı olmayandan, gündüzü geceden ayıredebilmeliyiz.” (s17)

Burnet dünyada ruhlar, hayaletler, melekler gibi görünmeyen varlıkların bulunduğuna, fakat onları göremediğimizi, nasıl yaşadıklarını bilemediğimizi, insanoğlunun bu varlıklar hakkında hep bilgi edinmeye çalıştığını ama başarılı olamadığını söyler. Bu soyut varlıkları ancak zaman zaman algıladığımız için tanımlamak zor olmaktadır. Burnet, bu semavî ve ideal varlıkları anlamak için çaba göstermemizin gerekli olduğuna inanmasına rağmen, geçici ve hiç te mükemmel olmayan bu dünyada yine de ayaklarımızı yere sağlam basmamız gerektiğine söyler. 
Yine Burnet’in alıntısını temel olarak alırsak  Coleridge’in  şiirinde, ruhsal ve dünyevi dünyaların iç içe geçtiğini görebiliriz.  Birinci bölümde, düğün konuğu, yaşlı denizci ile büyülenir ama aynı zamanda “dünyevî” düğün şenliklerine katılmak için can atmaktadır. Çünkü o, bu dünyaya aittir ama yaşlı denizci geçmişini sürekli yaşamakla lanetlendiği için bu dünyanın nimetlerinden yararlanamaz.
Şiirin adının İngilizcede “The Rime of the Ancient Mariner” olduğunu söylemiştik.  Buradaki rime sözcüğü hem (rhyme) kafiye, (yani bir anlamda da şiir ) diğer yandan da  maddelerin üstünü kaplayan buz kitlesi, buz, buzul anlamına gelmektedir.  Yine soyut ve somut bir arada işlenmektedir.  Yaşlı denizciyi nöbetler halinde  hikayesini anlatmaya sevkeden dehşet, denizcilerin buz ile karşılaşmaktan duyduğu dehşete paralel olarak görülebilir.
Türkçeye Şavkar Altinel tarafından “Yaşlı Gemici” olarak çevrilen Coleridge’in ünlü “The Rime of the Ancient Mariner” adlı baladı 1798 yılında dostu, şair Wordsworth ile bir ortak çalışma sonucu olarak “Lirik Baladlar” içinde yayımlandı.  Coleridge’in, şiirin ilk baskısında kullandığı arkaik dili,  romantik akımın uyaksız, gündelik dil kullanma  eğilimine aykırı idi.  Şiirin İngilizce adı “The Rime of the Ancient Mariner” dan yola çıkarsak, dilin eskiliğini daha iyi anlamış oluruz.  Rime sanıyorum artık gündelik dilde kullanılan bir sözcük değil.  Ancient Mariner için de Old Sailor kullanılabilirdi ancak Coleridge bu eski dilin kullanımının şiirine kadim bir hava, bir zaman dışılık ve bilgelik getireceğini savunuyordu.  Yaşlı Denizci’nin  daha sonraki basımında dilini sadeleştiren Coleridge, 1817 yılında şiirin arkaik havasını korumak amacı  şiirinin sol yanına bir açıklama sütunu ekleyerek şiirdeki bu tarihi havayı yeniden elde etmeyi ummuştu.   
Şiirin dili ve kafiye kullanımı romantik akımına ters olmakla birlikte, şiirdeki yaşlı gemicinin kişisel deneyimi, doğa ve doğaüstü varlıklarla büyülenme olgusu, akımın ana  ögeleri arasındadır.  Coleridge, yine romantik akıma paralel olarak, şiirinde, doğanın görkemini, insanın doğa karşısındaki küçüklüğünü ve kırılganlığını, doğanın tanrısallığı karşısında insanın cüceliğini anlatmıştır.  Şiirinde yaşlı gemiciyi okyanusta yapayalnız bırakarak doğa karşısında insanın küçüklüğünü ve çaresizliğini dile getirmiştir.
Coleridge Yaşlı Gemici şiiri ile gündelik hayata birkaç deyim kazandırmıştır.  İnsanın tepesinde dönüp duran, onu  rahat bırakmayan sorun olarak  “Albatros”  dile yerleşmiş. “Su, su nereye baksan su, ama içecek tek damla yok” dizeleri ile de insanın imkanlarla çevrili olmasına rağmen bu imkanlardan yararlanamadığını belirttiği durumlarda kullanılmaya başlamıştır.

Doğal Dünya : Fiziksel Dünya

Coleridge şiirinde tabiatın huşu uyandıran görkemi karşısında insanı cüceleştiren gücünü vurgulamıştır.  Yine 1817 yılında yan sütun olarak yaptığı eklentilerde ruhanî dünyanın doğal dünyayı kullandığı ve kontrol ettiği görüşü açıktır.  Zaman zaman tabiatın kendisi, bir karakter olarak, Yaşlı Gemici ile temasa geçer.  Yaşlı Gemici “kutsal hayvanı” yani albatrosu “konukseverlik kurallarını çiğneyerek” vurduğunda  tabiat öcünü alır.  (s55)
Deniz durulur, güneş yakar, okyanus çürür, sümüksü yaratıklar geminin etrafına dolar, cadı kazanı gibi ölüm ateşleri etrafı sarar. 
Su, su nereye baksan yalnızca su,
Güverte tahtaları çekti zamanla
Su su nereye baksan yalnızca su,
Ama hiç bir yerde yok içecek bir damla
Ve İnanılmaz bir şey oldu, Tanrım ¡
Denizin ta kendisi çürüdü.
Ve sümük gibi olmuş sularda
Sümüklü yaratıklar sürünüp yürüdü ¡
Kaykılıp yatarak, doğrulup kalkarak;
Dansetti gece ölüm ateşleri
Ve mavi, yeşil, beyaz yandı sular
Kaynayan bir cadı kazanı gibi. (s59)
 
Yaşlı Gemici sümüksü varlıklara sevgi ile baktığında,  yani bir anlamda doğaya saygı gösterdiğinde cezası hafifler, yağmur yağar, bir fırtına patlak verir.  kocaman bir buluttan ateş akar.  Tanrı ya da bir pagan ilahı, Yaşlı Gemiciyi cezalandırmak veya dinsel bir saygı uyandırmak üzere harekete geçer. 
Kitabın sonunda Yaşlı Gemici ruhâni dünya ile uyum içinde olabilmek için  doğaya, yani gerçek dünyaya saygı duyulması gerektiğini söyler.  Çünkü Tanrıya saygı duymak onun yaratıklarına saygı duymak ile mümkündür.  Yaşlı Gemici bu nedenle kitabın sonunda ortaya çıkan Keşişin  hem dua ederek hem de doğa ile bir uyum içinde yaşayarak bir örnek oluşturmasını yüceltir.  Yaşlı Gemicinin düğün konuğuna son nasihatı da ruhanî, “daha büyük ve daha iyi bir dünya” ya ulaşabilmenin, dünyevî değerleri “gündelik hayatın önemsiz şeylerini” değerlendirmekle mümkün olabileceğidir.

Ruhanî Dünya : Metafizik

Yaşlı  Gemici” şiiri doğal, fiziksel –kara, deniz, okyanus – bir ortamda geçmektedir.  Ancak şiir insanın ruhanî, metafiziksel dünya ile olan ilişkisini anlatan bir alegori olarak görülmektedir.  Burnet, Ademden bu yana insanın şeyleri sınıflandırma itkisi olduğunu söyler.  Bir görüşe göre, Yaşlı Gemici,sanki  “Bir Hıristiyan ruh” olarak gelen ve Tanrı kuluymuş gibi selamlanan albatrosun, manevî değil, ölümlü bir yaratık olduğunu  kanıtlamak için onu merakından öldürmüştür.  Her doğal yaratık gibi albatros ta ruhanî dünyaya derinden bağlıdır işte bu noktada yaşlı denizcinin çilesi başlar.  Ruhanî dünya doğal dünya aracılığı ile yani yelkenleri dolduracak rüzgâr bulunmayışı, uçsuz bucaksız okyanus, güneş, susuzluk ile gemiciyi ve denizci arkadaşlarını cezalandırmaktadır.  Ölüler canlanarak  gözleriyle yaşlı denizciyi lanetlerken bedenleri güclü bir ruh tarafından ele geçirilir.
Şiir boyunca Yaşlı Gemici birkaç defa ruhları algılar.  Ancak ruhlar gemici hakkında kendi aralarında konuşurlar ama doğrudan gemici ile temasa geçmezler.  
Ölüm ve Canlı Ölümü içinde taşıyan hayalet gemi yanaştığında Yaşlı Gemici onların zar atarken kaderi üzerine yaptıkları pazarlıkları duyar.  Kıyıya yanaştıklarında cesetlerin üzerinde titreşen ruhlar gemici ile konuşmazlar ama gemiyi selâmete çıkarırlar. 
Bütün bu süreçte ruhların gerçek mi yoksa gemicinin hayal mahsulü mü olduğunu bilemeyiz.  Hem yaşlı Gemici hem de okur olarak bizler, ölümlü yaratıklar olduğumuz için, manevî  yaratıkların varlığı konusunda kanıtlar ararız. 
Coleridge’in ruhsal dünyası dinsel ve fantastik arasında dengelenir.   Yaşlı Gemici su yılanlarını kutsadığında dualarına karşılık bulur ve susuzluğu biter.  Yeryüzü nimetlerini yücelten ve insanın öbür dünyaya olan saygısının kaybolmasına neden olan toplum insanın ruhsal dünya ile ilişkisinin kesilmesine sebep olur.  Bu nedenle şiirdeki düğün şöleni insanın kutsaldan ne kadar uzak olduğunu simgelemektedir.  Öte yandan, örneğin toplu halde edilen dua, insanı ulvî olana daha yaklaştırmaktadır.

Eşik

Bir durumdan başka bir duruma, bir âlemden başka bir âleme geçmekte olan kişinin, arada, ortada,  eşikte olma konumu.  Somut, bir ormandan bir düzlüğe geçiş veya bir sanatçı için gerçekten, düşselin mucizelerine geçiş olarak nitelendirilebilir. Coleridge, Wodsworth, Keats gibi romantik şairler ruhanî olanı deneyimleyebilmek için eşik nosyonuna çok önem vermişlerdir.   Bu nedenle, bu şairler, özellikle Coleridge,  uyuşturucunun verdiği üfori ile  ilişkilendirilirler.  Alanlar ya da durumların eşiğinde olan insanlar için haz ve acı girift bir şekilde iç içe geçmiştir. 
Romantik şairler şiirlerinde, eşik alanına giren anlatıcının deneyimleri sonucunda geri dönülmez şekilde değiştiklerini anlatırlar. Romantik eserin kendine güvenen kahramanı olay örgüsünün içinde şaşırtıcı bir alana girer ve bu alandan çabalarıyla daha bilge ama daha hüzünlü bir insan olarak çıkar.
Coleridge “Yaşlı Gemici” nin daha epigrafından başlayarak kitap boyunca ruhanî ve dünyevi alanlar ile ilgili hayranlığını  belirtmiştir.  Yani Burnet’in bu alanlara belli ve belirsiz, gündüz ve gece dediğini anımsayalım.
Yaşlı Gemici’de eşikler ürkütücü ve ızdırap vericidir.  Denizcilerin karşılaştığı ilk eşik ekvatordur.  İki yarımkürenin eşiğindeki ekvator Coleridge için ideal bir eşik sahnesi oluşturur.  Gemi ekvatoru geçer geçmez  sembolik eşiğe girer.  İngilizcede buz kristallerinin bir cisimin üzerinde yığılarak kümelenmesi anlamına gelen “Rime” eşik kavramını en iyi ifade eden olgulardan biridir.  Su tek formda değil, sıvı (su), katı (buz) ve gaz (sis) formlarında görülmektedir.  Gemi hala okyanusta olmasına rağmen devasa aysberglerle çevrili olduğu için karada hissi uyandırmaktadır .  Harikulade güzel ama aynı zamanda ürkütücüdür.  Okyanusun eşiğinde olan buzdağı büyük bir güce sahiptir.  Ve güçlü bir ruh ta “rime” da ikamet etmektedir. 
Albatrosu öldürmenin cezası olarak Yaşlı Gemici Canlı Ölüme mahkum edilir. Canlı Ölümün kendisi de bir araftır.  Ne canlı ne de ölü.  Yaşlı Gemici lanetin acısından geçici olsa bile biraz kurtulmak için artık hikâyesini durmadan insanlara baştan sona kadar anlatmak zorunda kalacaktır.  Artık ölümsüz olan bedeni onun hapishanesidir.  Ama bu “rime” deneyimi nedeniyle ızdırap çekmesine rağmen aynı deneyimden dolayı ruhanî ve ilâhi olanla yüzyüze gelmiştir.  Bu nedenle başına gelen lanet aynı zamanda bir nimete dönüşmüştür. Bu anlatı ile büyülenen ve sersemleyen keşiş, düğün konuğu ve diğerleri de eşikte olmanın deneyimini yaşamışlardır.
Coleridge şiirinde ahlakî temalar bulunmadığını söylemesine rağmen şiir dinsel temalarla yüklüdür.  Örneğin 7. bölümde, birlikte dua etmekten daha büyük coşku yoktur diye seslenir .
Gitmek birlikte kiliseye
Ve hep birlikte dua etmek
Eğerken hepsi Rabbine baş,
Her dede. Her bebe. Her arkadaş
Her güzel kız, her genç erkek” (s169)
Yaşlı Gemici’nin albatrosu öldürmesi Tevrat ve İncildeki Adem ile Havva, Habil ile Kabil hikayelerindeki ihanet temalarıyla koşuttur.  Adem ile Havva gibi Tanrının kurallarına saygısızlık ederek, ona mesafeli olması gereken şeyleri  anlamaya kalkışarak günah işler.  Kabil gibi Tanrının bir yaratığını öldürerek onu kızdırır.  Yaşlı Gemici  Yahuda’nın bir arketipi olarak ta görülebilir. Yahuda gibi o da kutsal bir varlığı öldürür.  Pek çok okur albatrosu en sevilen varlık olması nedeniyle İsa olarak yorumlamaktadır. 
Albatros günahının simgesi olarak Yaşlı Gemici’nin boynuna asılır .  Sonunda dua edebilmesine, ve yağmurun onu bir anlamda vaftiz etmesine rağmen ruhu kurtulmayacaktır.  Sonuç olarak Yaşlı Gemici Tanrının yüceliğini etrafındakilere anlatmak üzere var olan tuhaf bir peygamber gibidir. Şiir pek çok Hiristiyan motifi ile yüklüdür. Bütün yaratıklar, küçük olsun büyük olsun, sümüksü yılanlardan, albatrosa kadar  Tanrının eseri olduğu için sevilmelidir, sayılmalıdır. 
Ah, o mutlu canlılar !  Hangi dil
Anlatabilirdi bu güzelliği gerçekten ?
Kalbimden fışkırdı derin bir sevgi,
Kutsadım onları fark etmeden :
Merhamet etmişti ki koruyucu azızım,
Kutsadım onları fark etmeden
Doğal dünyanın değerini anladığında Yaşlı Gemici dua edebilme yetisini yeniden kazanır.  Ve Albatros boynundan düşer.Artık çarmıhını boynunda taşımayacaktır.

Ve dua edebildim o anda,
Hafifledi boynum ansızın
Sıyrılıp düşüverdi Albatros
Ve kayboldu altında suların.

Mahpusluk :


Pek çok yönden Yaşlı Gemici bir mahpusluk ve dolayısıyla yalnızlık ve azap hikayesidir. Şiirin başında gemi bir macera ve eğlence aracıdır.  Ama Yaşlı Gemici albatrosu öldürdükten sonra gemi bir mapushaneye dönüşür.  Rüzgâr kalır, gemicilerin uygarlıkla ilişkileri kopar.  Susuzluk nedeniyle suskunlaşırlar ve birbirleriyle insani ilişkileri kalmaz.  Diğer gemiciler öldüğünde de gemi artık Yaşlı Gemici için tam bir hapishaneye dönüşür.  Daha da dramatik olan, ufukta görülen hayalet gemiyi kullananların, kudret simgesi olan güneşi bile hapsedecek kadar güçlü  olması.  Ruhlar yalnızca insanları değil, güneş sistemini de kontrol ettikleri için,  ruhanî dünyanın fiziksel dünyanın üzerindeki hakimiyeti vurgulanmaktadır.
Ve parmaklıklar ardında kaldı hemen Güneş (Sana sığındık, yardımcımız ol, Meryem Ana !) Bakıyormuş gibi bir zindan penceresinden Baktı o büyük, yanan yüzüyle dünyaya. (s73)
Aynı zamanda doğal dünya da ayrı bir hapis yeteneğine sahiptir.  Denizciler ikinci bölümde buzdağlarının arasında mahpus kalırlar,  ta ki albatros gelip onları kurtarıncaya kadar.  Bu nedenle bazı yorumcular tarafından Albatros kurtarıcı İsa olarak,  Yaşlı Gemici de bir günahkâr arketipi olarak görülmüştür.  İsa’nın kullarını selâmete çıkardığı gibi albatros ta denizcileri selâmete çıkaracaktır.  Ancak Yaşlı Gemici bu kurtarılma şansını kaybederek limboda sonsuz Canlı Ölüme mahkûm edilecektir.  Günah işleyen her kul, İsa ile ilşkisini tahrip edecek ve cennete gitme şansını elde etmek için bir kefaret ödeyecektir.  İnsanların boyunlarına haç takmaları gibi günahını hatırlatmak için denizciler de Yaşlı Gemicinin boynuna albatrosu asarlar.
Kitabın sonunda gemideki mahpusluğundan kurtulan Gemici artık kendi bedeninin içindeki sonsuz hapse mahkûmdur.  Buzda (“Rime” da ) da hapsedilmiş, kıstırılmış gibi hikâyesini durmadan anlatacaktır.  Aynı zamanda gözlerindeki “kor ateşi” ile insanları onu dinlemeye mecbur ederek onları da esir almaktadır.
Coleridge Yaşlı Gemici’nin lanetini yan sütunda şöyle anlatır: 

Yaşlı Gemici içten gelen bir şekilde Münzevi’ye yalvararak günah çıkartmak ister. Ama işlediği günaha karşılık yaşama cezasına çarptırılır.

Dedim. “Çıkart günahımı, kutsal adam!”
Haç çıkarttı geçirip elini yüzünden;
Dedi “Söyle bana. Söyle hemen şimdi,
Nesin. Ne biçim insansın sen?”
Anında kavrayıverdı gövdemi
Derin, dayanılmaz bir acı;
Anlatmaya başladım hikâyemi
Ve öyle dindi ancak o sancı.

İntikam

Yaşlı Gemici” şiiri Gemicinin içten gelen ani bir dürtüyle albatrosu öldürmesi sonucunda kitap boyunca ödediği  bedel nedeniyle bir intikam öyküsü olarak görülebilir.  Ruhanî dünya, albatrosun öcünü, Yaşlı Gemici ve arkadaşlarından fiziksel ve psikolojik işkencelerle almaktadır.  Ölüm eşiğinde hezeyan içinde olan denizciler etrafları çepeçevre su olduğu halde susuzluktan takatları kesilir, dudakları susuzluktan siyaha döner.
Denizciler kendileri masum oldukları halde neden Yaşlı Gemici gibi ruhların lanetine uğradılar?
Denizciler Yaşlı Gemici albatrosu öldürdüğünde onu suçlarlar, hatta albatrosu Gemici’nin boynuna asarlar ancak gemi düze çıkınca ona hak verip överler.  Böylece hepsi suça iştirak ettikleri için lanetlenirler.
Öfke ile harekete geçildiği için intikam kördür, ruhanî olsa bile.  Ama en ağır cezayı Yaşam-içinde-ölüm cezasına çarptırılan Yaşlı Gemici çekecektir.  Ölümsüz olan Münzevi  sevgili albatrosunun ölüm ızdırabını sonsuza de çekeceği için Yaşlı Gemici’yi de sonsuz hayata ve dolayısıyla sonsuz acıya mahkûm eder.  Yaşlı Gemici öyküsünü anlatırken bizi, insanların anlık budalalıkla, bencillikle ve doğal hayata saygısızlıkla yaptıkları hataların ağır, kalıcı sonuçları olabileceğine uyarıyor gibidir.

Bağışlanma


Beşinci bölümün sonuna doğru Gemici sanki bağışlanmıştır.  Uyuyabilmiş, yağmur sonunda yağmıştır.  Gemicinin çektiği müthiş susuzluk onun ahlakî yoksunluğunu sembolize etmektedir.  Bağışlanma da yağmurla birlikte gelmiştir.  Hiristiyan inancına göre yağmur, kulun İsa’nın bir hizmetkârı olduğunu anlaması ve tanrının yaratıklarına saygı göstermesi sonucunda vaftiz edilmesini sembolize etmektedir.
Ortadan yarılmıştı kara bulut,
Bir doruktan dökülen sulardan farksız,
İniyordu yıldırımlar zikzagsız,
Benziyordu dik ve geniş bir ırmağa.
Çevresinde halâ dehşet verici olaylar cereyan etmesine rağmen Gemici artık olaylardan korkmaz,  aksine huşû duyar.  Gemiciler uyanır.  Herşey şarkı söyler. 
Ama hava durgun olduğu halde gemi süratle Ekvatora gelince olaylar yeniden başlar.  İki ses aralarında Yaşlı Gemiciyi tartışırlar.  Denizin altından gemiyi takip eden, Hiristiyan inacindan çok pagan bir inancı temsil eden ruh, Albatrosu çok sevdiği için onu öldüren Gemiciyi cezalandırmaktadır.  Konuşan iki sesin yoksa Burnet’ın dediği türden birer ruh mu olduğunu yoksa Yaşlı Gemici’nin bir hezayanı mı olduğunu bilemeyiz.  Bizler beşerî varlıklar olduğumuz için günahkârız ve Yaşlı Gemici’nin suçuna aynı derecede ortağız.  Ay gemiyi engin sularda uçursa, denizciler gökyüzüne uçsa bile lanet tekrar dönecek ve Yaşlı Gemici’nin yakasını bırakmayacaktır. 
Altıncı bölümde hikâye genelde Yaşlı Gemicinin ağzından bir vaaz gibi anlatılmaktadır.  Münzevî, dümenci ve yamağı gemiye geldiğinde Yaşlı Gemici Münzevinin “albatrosun kanını yıkayarak” onu günahlarından arındırabileceğini düşünür.   

Hikâye Anlatmak :

Coleridge “Yaşlı Gemici” şiiriyle yalnızca denizcinin anlattığı öyküye değil, aynı zamanda hikâye anlatmanın kendisine de dikkatimizi çekmek istemektedir.  Şiir büyük oranda Yaşlı Gemicinin ağzından aktarıldığı için, o konuşmadığı anlarda öykü kesintiye uğruyor gibidir.   Biz yalnız Coleridge’ın değil aynı zamanda Yaşlı Gemici’nin de izleyicisiyiz.  Anlatıcının onu dinleyenlere verdiği ahlâki  mesajlar aynı zamanda bizlere de verilmiştir.  Hikâyede öykü anlatımı,  düğün konuğu ve dolaylı olarak bizleri tatlı hayatın baştan çıkarıcılığından caydırarak, doğal ve ruhanî bir  hayata doğru yönlendirilmemizi sağlamak amacını gütmektedir. 

Şiir, aynı zamanda şairin yazma uğraşının bir alegorisi olarak ta görülebilir. 
Gece gibi ülkeden ülkeye geçerim; Yüzünü gördüğüm anda anlarım, Beni dinleyecek kimseyi tanırım; Ve hikaye hemen ona öğretilir. (teach) (s161 – teach kelimesi çeviride anlatılır olarak kullanılmış.)
Bu şekilde Coleridge, okuyucuya bilgelik telkin eden Yaşlı Gemici ile kendisi arasında paralellik kurmaktadır.  Coleridge bütün yazarların Yaşlı Gemici gibi öykülerini anlatma saplantısı içinde olduklarını ima etmektedir.  Bu tanrı vergisi yetenek aynı zamanda bir lanettir de.  Yazı yazmanın hazzı çekilen cefa ile gölgelenmektedir.  Toptaş’ın “Bin Hüzünlü Haz” zı gibi.Bu açıdan bakıldığında yazar kendi, ya da başkalarının mutluluğu için değil, acı dolu bir itkiyi doyurmak için yazmaktadır.  Yazarın görevleri arasında aynı kaderi paylaşmamak için başkalarını bilgilendirmek te vardır. 
O gün bugündür, beklenmedik bir anda
Başlar gene o büyük acı bende
Ve anlatana dek bu korkunç hikayeyi
Yanıp tutuşur yüreğim içimde. (s157)
Yaşlı Gemici’nin yaşam ile ölüm arasında arafta kalması, yazarın hayal gücünün, “öyküsü anlatılıncaya kadar” boşlukta  asılı kalması arasında parallellik görülmektedir.  Yaşlı Gemici de yazar kadar düşgücünün esiridir.  Öykülerini anlatmak onlar için panzehirdir.  Öykülerini anlattıktan hemen sonra hikâyelerini yeniden anlatmak için müthiş bir dürtü duyacaklardır.  Yaşlı Gemici, Düğün konuğuna, ertesi güne yeni bir insan olarak başlama ilhamı verecektir.  
Böyle deyip kor gözlü gemici Gitmişti kır sakalıyle oradan.
Düğün Konuğu da girmeyip içeri
Geri döndü güveyin kapısından.
Uzaklaştı sessizce ağır ağır,
Kendini vurgun yemiş gibi duyarak
Ve açtı gözlerini ertesi sabah
Daha hüzünlü ve bilge biri olarak.
Yaşlı Gemici, onu mahvetmeyen ama yine de devamlı işkence eden, kendi yeteneğinin sürekli bir kurbanı olacaktır.
Son söz olarak Coleridge Yaşlı Gemici aracılığı ile  Düğün konuğuna şöyle öğüt verir.
Elveda Düğün Konuğu, elveda,
Ama isterim şuna inanmanı:
İyi dua eder o kişi ki sever
Hem insanı, hem kuşu, hem hayvanı.

En iyi dua eden sevendir en yürekten
Büyük, küçük, tümünü canlıların
Çünkü bizi de seven sevgili Tanrı
Yaratmıştır ve sever hepsini onların.
Tanrının yaratıklarına saygı gösteren kişi tanrıya yaklaşacaktır.  Coleridge Yaşlı Gemici’nin “tuhaf bir anlatım yeteneği” ve  “öğretmek” sözcüklerini  kullanmaktadır.  Böylece anlatıcı ile kendisi ve diğer yazarlar arasında bir parallellik kurmaktadır.  Öykü anlatıcıları bilgeliklerini başkalarına taşıyan insanlardır.  Tanrı vergisi yetenekleri aynı zamanda lanetleridir de.    Yaşlı Gemici’nin azap verici arafta dengesini bulmaya çalışması, yazarın gerçekle düşgücü arasındaki eşikte yolunu bulması ile koşutlandırılmaktadır.  Şair insanları bir düğün töreninden  alakoyacak kadar güçlüdür.  Dinleyenlerini değiştirme yetisine sahiptir.  Azap veren ama hiçbir zaman yazarı mahvetmeyen bir hüner. 

Thursday, October 25, 2012

ATTİLA JOZSEF



Çağdaş Macar şiirinin öncülüğünü yapan Attila Jòzsef , 11 Nisan 1905'te Budapeşte'de doğdu, 3 Aralık 1937'de Balatonszárszó'da öldü. Babası çok küçükken ABD'ye göç edince, annesi evin geçimini sağlamak için çamaşırcılık, bulaşıkçılık yapmak zorunda kaldı. 1918'den başlayarak evin geçimi için Jòzsef bir yandan Okudu, bir yandan çalıştı. 1922'de ilk şiir kitabı Szépség koldusa (Güzellik Dilencisi) çıktı. 1924'te Szeged Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'ne girdi; şiirleri siyasal açıdan sakıncalı görülerek okuldan uzaklaştırınca Viyana Üniversitesi'nde ve Paris'te Sorbonne Üniversitesi'nde öğrenimini sürdürdü. 1930'da Macar Komünist Partisi'ne katıldı. Ancak gerek geçirdiği ruhsal bunalımlar gerekse görüş ayrılıkları nedeniyle partiden çıkartıldı. 1937'de Thomas Mann'la dostluk kurdu, aynı yıl geçirdiği ruhsal bunalım sonucu kendini trenin altına atarak canına kıydı. Attila Jòzsef dışavurumcu ve gerçeküstücü öğelerle birlikte melankolik gerçekçi bir tarzda yazmıştır.(kaynak:www.siir.gen.tr)


TERTEMİZ YÜREK

Ne anam var, ne babam.
Ne yurdum var, ne tanrım.
Ne beşiğim var, ne kefenim.
Ne sevgilim, ne aşkım, ne evim barkım.

Tam üç gün var açım,
komadım ağzıma bir lokma.
Veririm ömrümün yirmi yılını,
gücümü kuvvetimi, varımı yoğumu.

Kim alacak onları? Hiç kimse.
Şeytan isteyecek onları benden.
Bu tertemiz yüreği, bu iyi kalbi
Ne diye çalıp öldürmemeli?

Alacaklar gelip bir gün beni,
koyacaklar kutsal, karanlık toprağa.
Gelecek bir ot uzanacak alacak
şu güzelim yüreğimden gücümü.


FLORA

Şimdi iki milyarlar zincirlemek için beni
Benden bir çoban köpeği yapmak niçin kendilerine
Fakat  iyilik, şefkat ve nicelik duyguları
Göç ettiler onların dünyasından Güney'e.
Artık ışık içinde göremiyorum bu dünyayı
Göremiyorum , deney tüpüne bakan bir doktor rahatlığıyla
Diz çöküyorum, haykırıyorum yenilgimi
Sevgilim, bir an önce gelmezsen yardımıma

Köylü nasıl toprağa muhtaçsa
Yağmura, güneşe nasıl muhtaçsa, muhtacım sana
Bitki nasıl ışığa muhtaçsa
Ve klorofile, fışkırmak için topraktan,
Muhtacım sana, çalışan kalabalık
Nasıl işe, ekmeğe, özgürlüğe muhtaçsa
Ve nasıl avuntuya muhtaçlarsa kuşatıldıklarında
Çünkü gelecek doğmadı daha acılarından.

Bir köye nasıl okul, elektrik
Su, taştan evler gerekliyse
Çocuk nasıl gereksenirse oyuncaklara
Isıtan bir sevgiye;
İşçi için bilincin
Ve gözüpekliğin anlamı neyse
Yoksul için onurun;
Ve bulanık çocuklarına bu toplumun
Bir hayat çizgisi nasıl gerekliyse
Ve nasıl gerekliyse hepimize
Akıl, uyanıklık, yol gösteren bir ışık
Flora! Yüreğimde yerin işte öyle.


Wednesday, October 24, 2012

Öfkeli bir şair: Sylvia Plath

    ‘Başarısızlık şairin en büyük korkusu ve
karşısında hayal gibi duran sürekli arkadaşıdır..
               Dave Smith
Raşel Rakella Asal

            1932 de Boston’da doğdu.  Doğuştan yetenekli, çok disiplinli ve çalışkan bir öğrenciydi.  Smith College’indeyken başarı üstüne başarı elde ediyordu.  Katılıp da kazanmadığı şiir yarışması neredeyse yoktu. Edebiyat dalında çok üretken bir yazar olmaya çalıştı.  Olaylar herkesi etkilediğinden daha fazla etkiledi onu. Cambridge Üniversitesine  romancı Olive Higgins Prouty tarafından sağlanan burs sayesinde girdi. Burada İngiliz edebiyatı üzerinde yüksek lisansını aldı. Prouty onun sürekli dostu ve gözetmeni oldu.  1953’de ‘Mademoiselle’ dergisinin açtığı şiir yarışmasında birincilik ödülü aldı.  Ödül olarak bu dergide bir ay konuk yazı işleri müdürlüğünde çalıştı.  Akademik kusursuzluğu rahatsız edici boyutlara vardı.  Daha iyi yazma hırsı onu yetenekleri konusunda kuşkularının artmasına neden oldu.  Çalıştığı bu ortam onu zamanının ünlü yazarları ile tanıştırdı, onlarla yakınlaştı.  Kendine güveni sarsıldı.  İyi bir yazar olma hırsını taşıyordu.  Dev isimler arasında bulunmak onlarla yarışmak gereğini duymak dehşete kapılmasına ve tüm yaşamını etkileyen çelişkilerini geliştirmesine neden oldu. Harvard üniversitesi yaz okuluna yazarlık kursuna kabul edilmemesi onu ruhsal bunalıma itti.  Çeşitli elektro şok tedavilerinden sonra intihara kalkıştı.   14 Temmuz l953 yazında geçirdiği ruhsal çöküntüden önceki  son günce girişi şöyle:  
           ‘Bir öykü oku:  Düşün.  Yapabilirsin.  Dahası, yapmalısın, uyku sırasında sürekli kaçmamalısın – ayrıntıları unutmamalısın – sorunları umursamazlık etmemelisin – kendinle dünya arasında ve bütün parlak zekalı neşeli kızlar arasında duvar çekmemelisin - : lütfen düşün – kurtul bundan.  İnan, sınırlı benliğinden daha yüce yararlı bir güce:  Tanrım, tanrım, tanrım:  Neredesin?  Seni istiyorum, ihtiyacım var:  Sana ve sevgiye ve insanlığa inanmaya.  Böyle kaçmamalısın.  Düşünmelisin.’ 
            Ruhsal çöküntüsüne ilişkin elektrik şokları içeren tedavisi bittikten sonra 1954’te Smith College’e geri dönüp, daha önce kendisinden başka kimseye verilmemiş özel bir başarı belgesiyle mezun oldu. Daha yürekli ve daha sevecendi. Birkaç şiir ödülü aldı.  1955’te mezuniyetinden sonra Fullbright bursu kazanarak Cambridge’deki Newriham College’e geçti.  Orada genç İngiliz şair Ted Hughes ile tanıştı. 1956’da Dostoyevski’nin yapıtlarındaki ‘çift kişilik’ üzerine hazırladığı tezle mezun oldu.   Bu tezdeki başarısı ile okulun bütün ilgisini üzerine toplamıştı.  Edebiyat eleştirmenlerince tezinin konusu olan ‘gerçek’ ve ‘sahte’ sorunuyla ne denli boğuştuğunun göstergesi olarak yorumlandı.   
            Sylvia ailesinin ilk çocuğudur.  Babası Otto Plath, Boston üniversitesinde hayvan bilimcisi (zoology) ve Almanca öğretmenidir.  Sylvia’nın doğumundan iki yıl sonra oğlan kardeşi Warren doğar.  Alman göçmen Otto Plath aynı zamanda örümcek ve akrep gibi hayvanlar üzerinde makaleler ele almış, arılar hakkında da bir kitap yazmıştır.  Avusturya göçmeni anne Aurelia Plath’in  geniş entelektüel çevre içinde bulunması onu  çocuklarının eğitimi üzerinde iddialı ve hırslı olmaya iter.  Sylvia Plath’ın (Sylvia Plath: Bir biografi) hayatını kaleme alan Linda Wagner-Martın’e göre baba Otto Plath çocuklarına karşı son derece katıdır.  Onlara pek zaman ayırmaz ve onlara mesafelidir.  Çocuklarının tek sevgi kaynağı anneleridir.  Sylvia Plath’ın kısa yaşamında annesine yazmış olduğu üç yüze yakın mektup bunun en belirgin örneğidir.
            1940 yılında, Sylvia sekiz yaşındayken babasını kaybeder. Babası ihmal ettiği ve tedavi olmadığı şeker hastalığının kangrene çevirmesinden dolayı vefat etmiştir.  Baba kötüye giden sağlık  durumunu ailesinden saklamıştır.  Bu ani ölüm karşısında anne Aurelia Plath eşinin çalıştığı Boston üniversitesinde steno ve sekreterlik dersleri vermeye başlar.  Bu tarihten itibaren ailenin maddi sıkıntıları hiç bitmez. Fedakar, mükemmeliyetçi bir kadın olan  annesi  kızından da ‘en iyisi’ni ister.  Kızından esirgediği anlayış ve empati Sylvia Plath’in  ruh sağlığını  gittikçe kötüleştirir. Annesinin desteğiyle okulun önde gelen öğrencilerinden olsa da, okuldaki başarısı bile  altüst olan ruhsal dengesini onarmaya yetmez. 1953’te yirmi bir yaşındayken fazla dozda uyku hapı alarak ilk intihar girişiminde bulunur.  
              Baba imgesi en belirgin imgelerindendir.  Babası ile hep sorunlar yaşamıştır.  Plath, baba ile yaşadığı  iletişimsizliğin izlerini  l963 yılındaki intiharına dek hep içinde taşır.  Bu çekişme Plath’ı manik depresif, şizofren, içine kapanık, öfkeli, bezgin ve intihara yatkın bir duruma getirir.  Sylvia Plath babası ile olan bu olumsuz ilişkisini henüz o yıllarda sıcak olan Nasyonal Sosyalizm ve lll. Reich rejimi ile özdeşleştirir.  ‘Babacığım’ şiirinde babasını acımasız, kan dökücü, insanlıktan uzak SS subaylarıyla özdeşleştiren şair, kendisini de masumiyeti sembolize eden toplama kampına kapatılmış Yahudi bir kıza benzetir.  Bu konuda diğer bir yorum, Sylvia’nın babasına beslediği öfkenin kaynağının, babasının erken yaşta ölerek onu yalnız bırakmasına karşı babasına duyduğu sitemoldoğudur. Baba kendisi öldüğü için  o da şiirinde  babayı öldürecek, böylece ondan bağımsızlaşacaktır.  
          ‘Dikenli tellere takıldı kaldı/ich, ich, ich, ich/Güçlükle konuşurdum/Her Alman’ı sen sanırdım/Hele o yüz kızartıcı dilin’ 
          Plath’ın babasına duyduğu öfkenin boyutları oldukça korkutucudur.  Bu öfke yer yer karşılanılması zor bir intikam duygusuna dönüşür.  Bu duygunun baskınlığı Plath’in şiirlerinde cinayet işleme isteği formunda açığa çıkar: 
          ‘Babacığım öldürmek zorundayım seni.../Ben zaman bulamadan ölüverdin...’ 
            Yaşamı boyunca babasına karşı beslediği öfke, Sylvia’nin intiharından önce yazdığı ve geniş yankılar uyandıran ‘Babacığım’ şiirinin son dizelerinde artık önü alınamaz bir hale gelir: 
            ‘Baba, baba, seni piç/Artık seninle işim tamamen bitti’ 
             Hayatına girmiş ya da hayatını belirlemiş erkekleri tehdit eder bir bakıma bu şiirinde.  Öldürmek istediği eril ideoloji ve faşist patriyarkadır.  Yaşamındaki tüm haksızlıkların sorumlusu olarak gördüğü babasına Yahudi tutsaklar üzerinde biyolojik deneyler yapan Alman doktorların kimliğini yakıştırır bu şiirinde.   Babayla buluşma onu ölüme çağırır, ancak yeniden doğuşa da bir davetiyedir.  Bu yeniden doğuş sayesinde, erkekleri yiyen yamyam bir cadıya dönüşecektir. 
              ‘Ben diriliyorum, kalkıyorum işte/Küllerin arasından, kızıl saçlarımla/Ve insan yiyorum hava solurcasına’     
            1956’da Ted Hughes’la evlendi.  Karı koca şairler dünya görüşlerini,  yazımsal kaynaklarını paylaşırlar,  birbirlerini eleştirdiler.  O güne değin Plath teknik üstünlüğe ermiş, şiirlerini zekice yapılandırmıştı.  Kullandığı sözcükleri özenle seçmeliydi, hatta sürekli  yeni sözcük türetiyor, şiir içinde ölçüye dikkat ediyordu.  Tek sıkıntısı yavaş üretmesiydi.  Daha üretken olmak için üzerinden baskıları atmalıydı.  Şair kocası ona çeşitli yazma alıştırmaları gösterdi,  yeni konular bulabilmek için bilinç dışına ulaşmanın yöntemlerini denemesini önerdi.  Plath kocası Ted Hughes’e tıpkı  babası gibi putlaştırıp onun beğenisini, onayını bekliyor ve şiirlerini on sunarken çok heyecanlanıyordu.  Kocası YMHA Şiir Merkezi İlk Basım ödülü aldığı zaman annesine yazdığı bir mektupta şöyle diyordu.
            ‘yayımlanan kendi kitabım olsa daha mutlu olmazdım... aramızda rekabet diye bir şey yok, yalnızca karşılıklı sevinç ve ödül kazanan yapıtlarımızı ikiye katlama duygumuz’
            ‘...hiçbir zaman olmadığım gibi şiir yazıyorum;  en iyilerini,  kendi içimde güçlüyüm ve dünyada benim dengim olabilecek bir adama aşığım...’
           Oysa aralarında büyük bir rekabet olduğu kesindi.  Plath ve Hughes’ın şiir anlayışları tamamen birbirlerinden farklıydı.  Hughes akıllcı şiirler yazmak peşindeydi, Plath daha tutkulu ve duygusal şiirler yazmaktan yanaydı.  Hughes edebiyat alanında alkışlanırken, Plath’in öfkesi kınanıyordu.  Plath iki çocuk annesi biri gibi hanım hanımcık yazmıyordu, oysa Hughes tam cinsel kimliğine uygun, yani ‘adam gibi’ yazıyordu. Ayrıca, Hughes Sylvia Plath’in eşi olarak karısının tüm yayın haklarını elinde tutuyordu.  Hatta onun toplu şiirlerinin kapağına ‘Ted Hughes tarafından yayına hazırlanmış ve sunulmuştur’ diye yazılmasına Sylvia Plath’in engel olmaması, Plath’ın Hughes’ı gözünde  ne derece  büyüttüğünün  göstergesidir.
            1957 yılında Cambridge’deki çalışmalarını tamamladıktan sonra kocası ile Amerika’ya döndü. Boston’da Robert Lowell’in verdiği şiir yazımı seminerine katıldı.  Lowell’dan etkilendi.  Daha az kontrollü, biçimde daha bireysel ve son derece kişisel yaşantılarının özgürce yansıtıldığı şiiri tanıdı, benimsedi.
            1957 – 1959 yılları arası ‘The Red Book’ (çocuk şiiri) ve ‘Johnny Panic’ ve  ‘In the Bible of Dreams’ adı altında öyküler yazdı.
            1960’da ilk şiir kitabı ‘The Colossus’ yayımlandı, çok olumlu eleştiriler aldı. Uygarlık sembollerinden biridir Colossus.  Bu heykel Rodos limanının girişinde bulunan  Yunan mitolojisinden Güneş Tanrısının heykelidir.  Antik dünyanın yedi harikasından biri olarak kabul edilir.  Bu heykel  M:Ö 224 yılında bir deprem sırasında yıkılmıştır.  Gösterişli biçimde büyük, ezici, ve insanları küçümseyen bakışlar fırlatan  bu heykeli,  Sylvia Plath ‘The Colossus’ şiirinde babasıyla özdeşleştirirken, bir yandan da varlığını ‘anıtlar’ dikerek süsleyen uygarlığı eleştirir. Bazıları da şiirde verilen ‘parçalanmışlık’ duygusunu dünya savaşlarının ardından insanlığın uğradığı kişilik bölünmesi olarak da yorumlamışlardır.  Babasını bu heykel gibi paramparça görür; tıpkı onun gibi  ‘taş gibi soğuk’ ve ‘yıkık’.   Şöyle ifade eder:
          ‘Seni hiçbir zaman bütünüyle birleştiremem artık,/Kırık parçalarını ucuca getirip, yapıştırıp'.
           Yarı otobiyografik olan tek romanı Sırça Fanus’ta, 1950’lerin  Amerika’sında kadın olmanın ne anlama geldiğini de sorguladı.  Sırça Fanus imgesi kadını çevreleyen toplumu ifade ettiği kadar, kadının toplumun onu koyduğu yerden çıkışsızlığını da dile getirir.  Fanusta yaşamaktan kurtulmak için ölmek, bu rüyadan uyanmak gerekir.  Ama orada ölmek de yaşamak kadar zordur, çünkü ölmek ‘bir sanattır, her şey gibi.’ Bu romanında 1953’deki ruhsal bunalımından yola çıkarak ‘ben’ini bütünlemeye çalışan ve kendine özgü yeni bir benlik arayışı içinde olan yazarlık yeteneğine sahip genç bir kadının öyküsünü anlatır.  Bu kitapta bir çıkış yapacağını ve adının tanınmış yazarlar arasında anılacağını ummuştu.  Bu başarısızlık onu roman yazmaktan ürkütür.  Tekrar dergilere kısa öyküler yazmayı sürdürür.
            ‘Bir gün bir yerde, okulda, Avrupa’da, herhangi bir yerde, o boğucu çarpıtmalarıyla sırça fanusun yeniden üzerime inmeyeceğini nasıl bilebilirdim?  O sırça fanus ki, içinde ölü bir kelebek gibi tıkanıp kalmış biri için dünyanın kendisi kötü bir düştür’.    
            Evliliğinden iki çocuğu olur.  Ancak aradığı dinginliği bir türlü kocasından bulamaz.  Evlilikten beklediği koruyucu erkek imgesi yerini ev işleri ve  mutfak alır. Hatta intiharını da mutfakta gerçekleştirir.  Evlilikten aradığını bulamaz.  Bu beraberliği yapay, dayanılması zor, karşılıksız ve sadakatsiz bir süreç olarak niteler ‘Aday’ şiirinde.  Evlenmeyi düşünenlere ya da evlenmiş olanlara bir öğüt niteliği taşır şiir:
           ‘Çay getirecek/Baş ağrılarını geçirecek ve ne dersen yapacak/Bir el/Evlenir misin/Garantisi var’
           Yaşamına eklenen bu yeni ve boyutları oldukça büyük düş kırıklığı Plath’ın ruhsal durumunu içinden çıkılmaz bir hale getirir.  Plath’in dikkat çekecek kadar güzel bir kadın olmaması, güzellik konusundaki komplekslerinin kocası Ted Hughes üzerinde bir baskı oluşturmasına neden olmuş ve Plath, kocasının yanındaki bütün kadınları potansiyel birer rakip olarak algılamıştır.  Bu korkunun izinden giden Sylvıa, ev sahibi ile kocasının ilişkisini öğrenir ve bu bilgi Plath’ın ruhsal bunalımlarının artmasına yol açar.  Kendisini  hapis hayatında yaşıyor olarak betimlediği ‘Sırça Fanus’ta kocasının bu sadakatsizliğine değindiği bölümler kocası tarafından sansüre uğrar ve kitaptan çıkarılır.  Bu noktadan sonra Plath yalnız bir kadındır ve ölüm arzusunu şiirlerinde yoğun olarak işler.  Böylece şiddet Plath şiirinin ana imgesi olmuştur.  Plath kocasının da bulunduğu evini canlı canlı gömüldüğü bir mezara benzetir:
            ‘Pek yakında, evet pek yakında/Mezar inimin yediği etim/Gene üstümde olacak eve gittiğimde’
             Başka bir şiirinde ise Ted Hughes’ı korumasız bir gemiye ya da koruması gereken bir gemiye saldırıda bulunan  II. Dünya Savaşı Japon intihar uçaklarına benzetir:
            ‘O ince/Kağıtsı duygu/Sabotajcı/Kamikaze adam’ 
           Sylvia aldatılan her kadın gibi Ted Hughes’e boşanma davası açar.  Mahkeme sürecinde edebiyat çevresindeki arkadaşları iki tarafı da bu kararlarından vazgeçirmek için arabuluculuk yaparlar.  Ted Hughes çocuklarının annesinden defalarca özür diler, ancak her bağışlama yeni bir aldatma ile sonuçlanır.  Hughes Sylvia’dan vazgeçemediği kadar, Londra edebiyat çevrelerinde kendine hayranlık besleyen kadınlardan da vazgeçemez.  Bir süre sonra karı-koca ayrı evlerde yaşamaya başlarlar.  Bu arada Slyvia Plath’in şiirlerini okuyan bir basım evi sahibi bu şiirleri basar.  Bu şiirleri İngiltere’de olumlu karşılanır.  Ancak bu başarı bile Sylvia’yı intihardan kurtaramaz. 1963 yılında iki çocuğunu yataklarına yatırır, gazdan etkilenmesinler diye pencerelerini açar, üzerlerini açık bir nokta kalmayacak şekilde örter, kızı Freida’nin başucuna bir bardak süt bırakır ve kafasını mutfaktaki gaz fırınına sokarak intihar eder. Yanı başında üstünde doktor çağrılmasını isteyen bir not duruyordu’.  Takip eden yıllar boyunca mezar taşındaki Hughes soyadı Plath hayranlarınca defalarca tahrip edilir.
            1962’de bir kadınlar koğuşunda geçen manzum kısa oyunu ‘Three Women’ (Üç Kadın)’ı  küçük oğlu Nicholas’ın doğumundan hemen sonra radyo tiyatrosu için yazdı. Ted Hughes evi terk etmişti. Eleştirmenler bu şiirsel tiyatro metnini şiir açısından onun en kusursuz ve en dokunaklı şiiri olarak değerlendirmişlerdir.  Metin üç ayrı kadının  konuşmalarından kurgulanmıştır.  İlk kadın normal bir doğum yapmıştır.  İkinci kadın ise düşük yapmıştır.  Üçüncü kadın çocuğunu evlatlık vermeye karar vermiştir.  Bu üç kadın aracılığıyla kadın duyarlılığının yansıtıldığı bu kadın deneyimleri bize bir söylev gibi ulaşır.  Evlilik erkekle kadın ruhları tarafından lanetlenmiş bir evde birlikte yaşamak olarak resmedilir:
           (...)ellerim/Bu malzemenin üstüne güzel işlemeler yapar. Kocam/Bir kitabın sayfalarını çevirir de çevirir./İşte şimdi evde birlikteyiz, akşam saatleri.
            Bu aile tablosu mutsuzluğun resmidir adeta.  Aile kurumuna olan tepkisi çok sert ve katıdır.  Gene aynı şiirde kadının içine kapatıldığı erkek dünyasına tepkiyle yaklaşır:
            ‘Ben birinin karısıyım’
    Kocasının kendisini terk etmesinden sonraki sekiz ay boyunca ‘öfke ve yoğun kararlılıkla’ yazdı. Son aylarında ‘Hayatımın en güzel şiirlerini yazıyorum’ demişti ve gerçekten de yazmıştı.  Öfkesiyle yapacak bir şey bulmuştu:  şiire sarıldı ve şiir yazdı.  Kendi dünyasına başı dik olarak gitmenin bir aracıydı öfke.  Son şiirleri tamamen onu travmaya iten olayların bir dökümü, bir itirafıdır. Öfkesinden kendini doğuran bir şair oldu. Travmasıyla yüzleşme alanı olarak sanatını kullandı. Gücünü çok iyi şiir yazdığının bilincinde olmasından aldı.  Şiirleri ile adını yaratacağından (‘yeniden doğuş’ ) emindi.  Özgeçmişini ele alan yeni bir romana başlamıştı.  Bu romanda yeniden doğuşun coşkusu ile bitecekti. 
           1963 de en güçlü on şiiri Encounter dergisinde yayımlandı ve çok büyük ilgi gördü.
            1965 de son şiirlerinden oluşan ‘Ariel’  İngiltere’de yayımlandı.  1966 da Robert Lowell’in desteği ile ‘Ariel’ ve 1971 de ‘Sırça Fanus’un Amerika’da yayınlanması ile kadın özgürlük hareketlerinin sembolü oldu.
            M. L. Rosenthal, onun şiirini ‘giz dökümcü’ (confessional) olarak niteleyince ‘tanımlara, etiketlere sığmak istemeyen Plath da sonunda bir gruba ait oldu.  Ona yakıştırılan ‘giz dökümcü’ etiketi birçok eleştirmen tarafından benimsenmiştir.
           1981 de Toplu Şiirler (The Collected Poems) yayımlandı.
           Bu kısa yazın hayatına sığdırmayı başardı onca şiir, mektup, günce, öykü, oyun ve romanlardan Crossing the Water 1971 Winter Trees l972, Letters Home 1975 Toplu Şiirler 1975 te yayımlanmıştır.
            1982 de ‘Journals’ (Günceler) yayımlandı ve kısa bir süre sonra Pulitzer ödülüne layik görüldü.           
            Henüz ortaya çıkmamış yapıtları da olduğu söylenir.
            1962 ile ölümü arasındaki döneme (kocasından ayrıldıktan sonra) ait günceleri kayıptır.  Bu günce defteri kocası tarafından ‘çocuklarım okumamalı’ gerekçesi ile imha edilmiştir.
            Şiirlerinde şiddet içerikli imgeler kullanan şair Sylvia Plath, son yüzyılın gerek eserleri ve gerekse de yaşamı ele alındığında en çarpıcı isimlerinden birisidir.  Kısacık hayatında bize kadın yaşamından sahneleri dizelerinde aktardı.  Bunu hem şiirlerinde, hem de yazdığı iki romanında ve günlüğünde yansıtarak kendi feminist uyanışının da habercisi oldu.  Plath’in belleğimizden silinemeyen şiirleri kadının köleleştirilmesi, kadının öfkesi, kadının isyanına dairdir.  Kendi bastırılmış kadın sesinden bir söyleşidir bu. O bir kadın, bir anne ve bir şairdi.  Kendini ‘hiç’in içine atarak var olmaya çalıştı.  Varlığının anlamını sorgularken kendini ‘hiç’likte buldu.  Psişik sesini bu hiçlikten fırlattı ortaya.  Şiiri giderek şiddetlendi; kan, jilet, parmak kesilmesi, yaralar, ateş ve hastalık gibi imgelerle sarmalandı.   Hiç kuşkusuz Sıgmund Freud’u ve James Frazer’i okumuş olması, ona psiko-analitik ve mitolojik boyutlu şiirler yazmasına katkı sağlamıştır.  Feminist bakış açısıyla yazarak, o güne değin şiirde bir ilke de imza atmıştı.  Onun  şiir dünyası  öyle tahrip edici bir hüzünle yüklüdür ki, yalnız bu şiirleri yazanı değil, okuyucuyu da  sarsar. Öyle ki, bu şiirlere katlanmak çok acıtıcı olur.          
            Bu şiirlerin can yakıcı yanı, onları kendi yaşamında yaşayıp yaşamadığına dair belirgin bir yanı olmamasıdır.  Sylvia Plath şiirleri yaşamla sanat arasındaki o çok ince sınırda gezinir.  Bir taraftan deneyimlerini sergilemekten çekinmez gibi bir  görüntü verirken, bir yandan da bu sergiledikleri okuyucunun gözünde  hiçbir zaman saydamlık kazanmaz.  Tecrübelerine sadece ima yoluyla değinmesi ve imgelerle kendini ifade etmesi , bu tecrübelerini çok zengin bir boyuta taşır.
                                                                                      
  
Kaynakça:
1)      Tanrı’yla Bir Daha hiç Konuşmayacağım, Enis Akın, Dünya yy,2004
2)      Steven Axelrod, University of California Riverside pres, sept 2003
3)      Tasha Whitton, Sylvia Plath: A search for Self (Internet)
4)      Aurelia Schober, Plath,  Letters Home. New York:Harper & Row, 1975 (Internet)
5)      Hüseyin Cahid Doğan, Plath şiirinde eril etki, dergibi.com (Internet)    

BAYAN LAZARUS

İşte yine yaptım Her on yılda bir Böyle bir tane beceririm Bir tür ayaklı mucize, tenim Bir Nazi lamba siperliği kadar parlak, Sağ ayağım Tüy kadar hafif Yüzüm ifadesiz, incecik Yahudi kumaşından. Çözün kundağı Ah, sevgili düşmanım. Korkutuyor muyum? - Burnu, göz bebekleri, 32 dişi yerli yerinde mi? Acı nefesi Ertesi gün yok olacak. Yakında, çok yakında Vahim bir öldür gücü Evimde, etimde olacak Ve ben işte gülümseyen bir kadın. Daha sadece otuzunda. Ve kedi gibi dokuz canlıyım. Bu Üçüncü Sefer. Ne lüzumsuzluk On yılda bir imha. Bu ne çok iplik. Çekirdek yiyen kalabalık İtişir içeri görmek için Ellerimi ayaklarımı çözmelerini - Muhteşem soyunmalar. Baylar, bayanlar Bunlar ellerim benim, Bunlar dizlerim. Bir deri bir kemik olabilirim, farketmez, Ben de onlardandım, tek tip kadın işte İlk seferinde on yaşındaydım. Kazaydı. İkinci seferinde istedim Bitirip gitmeyi ve hiç daha dönmemeyi. Üstüstüme kapaklandım. Tıpkı bir midye gibi. Tekrar tekrar bağırmaları gerekti çağırmaları Ve üstümden ayıklamaları inci gibi parlak yapışkan Solucanları Ölmek Bir sanattır, herşey gibi. Özellikle iyi yaparım. Bir ölürüm ki, cehennemden gelir gibi olurum. Bir ölürüm ki, adeta hakikaten olurum. Sanki gider gibi bir davete. Bunu yapmak çok kolay bir hücrede Ölmek ve kımıldamamak Ölüyü oynadığım tiyatroda sıranın gelmesi gibi Güneşli bir günde geri gel Aynı yere, aynı yüze, zalim Eğlenen çığrışlara: 'Mucize!' İşte bu yere yıkar beni. Ama bir bedeli var. Yara izlerime bakmanın, bir bedeli var. Kalbimi dinlemenin ---- Hakikaten çalışıyor. Bir bedeli var, çok büyük bir bedeli var. Bir sözün, veya bir dokunuşun. Ya da biraz kanımı akıtmanın. Bir tutam saçımın veya elbisemden bir parçanın. Eee, Herr Doktor. Eee, Herr Düşman. Sizin eserinizim ben, Paha biçilmez, Altın topu bebeğinizim Bir çığlığa eriyen Dönüyorum ve yanıyorum. Gösterdiğiniz alakaya aldırmadığımı sanmayın. Kül, kül - Külü eşele bak. Etten kemikten eser yok---- Bir kalıp sabun Bir nişan yüzüğü Altın bir diş. Herr Tanrı, Herr Şeytan Savulun Savulun. Küllerin arasından Doğrulurum kızıl saçlarımla Ve çıtır çıtır adam yerim.
Sylvia PLATH Çeviren : Enis AKIN
 

 

Tuesday, October 23, 2012

Sergei YESENİN




KARA ADAM

Dostum benim, dostum benim,
Hastayım, ama çok hastayım.
Bilmiyorum nerden kaptım bu ağrıyı.
Rüzgâr mı bu ıslık çalan
Göğünde çıplak, ıssız tarlanın,
Yoksa çiseler gibi eylülde bir ormana
Serpilen beynime alkol mü?

Başım çırpıyor kulaklarımı
Kanatçıkları gibi bir kuşun.
Boynumun üzerinde ayaklarını
Gücü yok göstermeye uzaklardan.
Kara adam
Kara, kara
Kara adam
Yerleşiyor yatağımın kenarına
Kara adam
Uyku vermiyor gece boyunca.

Kara adam
Murdar bir kitapta gezdiriyor parmağını
Ve yüzüme mırıldanıyor burnundan
Ölünün başucunda bir rahip gibi
Bildiriyor bana yaşamını
Bir düzenbazın, sefihin,
Acıyı ve dehşeti yığıyor ruhuma
Kara adam,
Kara, kara!

"Kulak ver, dinle - diyor,
Solumayla mırıldanıyor yüzüme -
Olağanüstü düşünceler ve
Planlarla dolu kitap.
En ağulu türden
Yağmacıların ve şarlatanların
Ülkesinde yaşadı
Bu adam.

Bu ülke aralık ayında
Kar şeytanca arı düşer
Ve neşeli çıkrıkları
İşletir fırtınası.
Bu adam bir macerasever,
Ama pek yüksek
Ve seçkin markası.
İnce o, sevecen,
Ve üstelik şair,
Çok az da olsa
Çevik, atılgan gücü,
Kırkını geçkin bir kadını
Alımsız bir kız sayar
Ve sevgilisi.

Mutluluk - der -
Usun ve ellerin uzluğudur.
Çirkin ruhlar bütün
Biçilmiştir bahtıkaralara.
Zararı yok
Varsın sayısız acı
Doğursun kırık
Ve yalan davranışları.

Fırtınalarda, tipilerde,
Buzlu ayazında günlük yaşamın,
En ağır kayıplarda
Ve sana hüzün çöktüğü zaman
Görünmek arı ve gülümser,
En yüksek sanattır dünyada."

Kara adam
Yüzümde bakışlarını donduruyor.
Ve uçuk bir mavilikte
Kısıyor gözlerini
Hatırlamak istiyor sanki
Bir hırsız ve düzenbaz olduğumu,
Acımasız ve yüzsüz
Soyup soğana çevirmişim birilerini.

Dostum benim, dostum benim,
Hastayım, ama çok hastayım.
Bilmiyorum nerden kaptım bu ağrıyı,
Rüzgâr mı bu ıslık çalan
Göğsümde çıplak, ıssız tarlanın,
Yoksa çiseler gibi eylülde bir ormana
Serpilen beynime alkol mü.

Gece ayaz
Rahat durgunluğunda kavşak.
Önünde yalnızım pencereciğin,
Ne bir konuk, ne bir dost bekliyorum.
İşliyor ovanın yüzeyine
Serpiştiren yumuşacık kireç,
Ve ağaçlar, gelmişler dört taraftan
Bekleşen atlılar gibi bahçemize.

Bir yerlerde ağlıyor
Uğursuz gece kuşu
Avluda ağaç atlılar
Ekiyorlar toynak seslerini.

Ve işte bu kara adam
Yerleşiyor benim koltuğuma,
Hafiften kaldırıyor silindir şapkasını
Ve özensizce ayırıyor redingotunu.

"Kulak ver, dinle! -
Homurdanıyor, dikiyor bakışlarını,
Eğiliyor gövdesiyle
Hırıldıyor daha yakından.
Ben görmedim hiçbir zaman
Hergeleler arasında
Böyle aşırı ve sersemce
Acı çeken birini uykusuzluktan.

Diyelim, ah ben yanıldım!
Bugün ayışığı var ne olsa.
Daha ne gerekiyor bu dünyaya
Sarhoş bir titreme sarmış iliklerini?
Gizlice apansız anaç ve semiz
Kalçalarıyla salınıp gelse o kadın,
Okur muydun sen
Süzgün ve mahmur liriklerini?

Ah, şair milletini seviyorum,
Seviyorum bu tuhaf topluluğu.
Onlarda gönlüme yakın
Bir öyküyü buluyorum daima,
Uzun saçlı, umacı yüzüyle
Sivilceli bir kursiyer kızın
Evrenden söz etmesi gibi dökerek
Kan döker gibi cinsel bir bitkinliği.

Bilmiyorum, hatırlamıyorum,
Kasabalardan birinde,
Belki Kaluga'da,
Ve belki, Ryazan'da belki,
Yaşıyordu yoksul
Bir köy evinde
Sarı saçlı
Mavi gözlü bir çocuk...

İşte büyüdü o çocuk,
Ve üstelik şair,
Çok az da olsa
Çevik, atılgan gücü,
Kırkını geçkin bir kadını
Alımsız bir kız sayar
Ve sevgilisi."

Kara adam!
Sen iğrenç bir konuksun.
Uzun süredir yaygın
Bu ünün senin.
Çıktım çileden, cinlerim başımda,
Yüzünün ortasında uçtu bastonum
Burnunun tam köküne...


...Ay öldü,
Mavileniyor pencerede tan.
Ah, sen, gece!
Ne diye, gece, her şeyi yıktın!
Ayaktayım, başımda silindir şapkam.
Yanımda yok kimse.
Yalnızım.
Ve kırık ayna.


    Sergey  YESENİN

Monday, October 22, 2012

Todesfuge - Paul Celan



Black milk of daybreak we drink it at evening
we drink it at midday and morning we drink it at night
we drink and we drink
we shovel a grave in the air where you won't lie too cramped
A man lives in the house he plays with his vipers he writes
he writes when it grows dark to Deutschland your golden hair
    Margareta
he writes it and steps out of doors and the stars are all sparkling he
    whistles his hounds to stay close
he whistles his Jews into rows has them shovel a grave in the ground
he commands us play up for the dance
Black milk of daybreak we drink you at night
we drink you at morning and midday we drink you at evening
we drink and we drink
A man lives in the house he plays with his vipers he writes
he writes when it grows dark to Deutschland your golden hair
    Margareta
Your ashen hair Shulamith we shovel a grave in the air
    where you won't lie too cramped
He shouts dig this earth deeper you lot there you others sing up and play
he grabs for the rod in his belt he swings it his eyes are so blue
stick your spades deeper you lot there you others play on for the dancing
Black milk of daybreak we drink you at night
we drink you at midday and morning we drink you at evening
we drink and we drink
a man lives in the house your goldenes Haar Margareta
your aschenes Haar Shulamith he plays with his vipers

* * *
He shouts play death more sweetly this Death is a master from
    Deutschland
he shouts scrape your strings darker you'll rise up as smoke to the sky
you'll then have a grave in the clouds where you won't lie too cramped
Black milk of daybreak we drink you at night
we drink you at midday Death is a master aus Deutschland
we drink you at evening and morning we drink and we drink
this Death is ein Meister aus Deutschland his eye it is blue
he shoots you with shot made of lead shoots you level and true
a man lives in the house your goldenes Haar Margarete
he looses his hounds on us grants us a grave in the air
he plays with his vipers and daydreams der Tod ist ein Meister aus
    Deutschland
dein goldenes Haar Margarete
dein aschenes Haar Sulamith

Paul Celan – Bademlerden Say Beni


Say bademleri,
say acı olanı, uyanık tutanı say,
beni de onlara kat:

Gözünü arardım hep, gözünü açtığında,
sana kimselerin bakmadığı bir anda,
örerdim ya o saklı, o gizli ipliği ben,
ki onun üzerinde tasarladığın çiy’in
testilere doğru kaydığı bir zamanda,
yüreğe varamamış öz bir sözle korunan.

Ancak böyle varırdın adına, senin olan,
o şaşmaz adımlarla kendine yürüyerek,
savrulurdu çekiçler sanki bir çan kulesi
boşluğundaymış gibi senin suskunluğunun.

Ölmüş olan o şey senin koluna girer
ve işittiklerin de seninle birleşirdi,
üç olup giderdiniz geceyi katederek.

Beni de acı yap, acı yap beni.
Bademlerden say beni.

    Paul Celan

Friday, October 19, 2012

BİR NEHİR Kİ ÖMRÜM

"Sonra farkettim ki
Su akıyor rüzgar esiyor
Yağmur yağıyor.
Herşey yine ve aynı şekilde oluyor.

Öyle bir yere geldim ki sıcak ve soğuk aşk ve nefret,
savaş ve barış, üşümek ve sonrası mahkeme.
Gitsem ayrılık oluyor.
Kalsam çöl

gidersen bende hasret olur ve belki beni sevenler de özler
ama anladım ki özlemden de hiç kimse ölmüyor
ama ben ölüyorum.
Nefes alıyorum önemsiyorum ve gitmek istiyorum .
Anladım ki hasret yeni bir aşka kadar sürüyor

sevdiklerim ve beni sevenler bağışlayın
su akıyor ve ben gidiyorum."

bir nehir ki ömrüm
taşır bin yıllık kavgasını
yurtsuz aşklarım ile
bir nehir ki ömrüm
yüreğim başeğmez bir haylaz
bir nehir ki ömrüm

buzun ateşe değdiği zaman
terin toprağa, gülün yaprağa
ışığın suya değdigi zaman
dudaklarim gözlerinde
aşkı içeceğiz

bir mavzer buğusunda
gözlerim kıyısında
hazar'ın büyüsünde
soğan kırıp zafere
aşkı içeceğiz

tuncay akdoğan
 ***

1959 yılında Adana'da dogan Tuncay Akdoğan, Marmara Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu'ndan mezun oldu. Üniversite yıllarında müziğe başlayan Tuncay Akdoğan, 1984 yılında Grup Yorum'un kurucuları arasında yer aldı. Grup yorum'un yayınladığı "Sıyrılıp Gelen, Haziranda Ölmek Zor ve Türkülerle" adlı ilk üç albümde beste ve söz yazarlığı yapmasının yanı sıra cura ve davul çaldı.

1989 yılında Grup Yorum'dan İlkay Akkaya ile birlikte ayrılan Tuncay Akdoğan, 1990 yılında, İlkay Akkaya ve İsmail İlknur ile birlikte Grup Kızılırmak'ı kurdu. 1990-1997 yılları arasında Kızılırmak'ın "Ölüme de Tilli, Geçmişten Geleceğe Pir Sultan Abdal, Gidenlerin Ardından, Aynı Göğün Ezgisi, Güneşin Olsun, Pir Sultandan Nesimi'ye Anadolu Türküleri, Çığlık, Rüzgarla Gelen ve Günde Dün" adlı dokuz albümde besteleri, şarkı sözleri ve yorumlarıyla yer aldı.

1990 yılında Erol Toy'un yazdıgı, Ankara Birlik Tiyatrosu'nun sahneye koydugu Pir Sultan Abdal adlı oyunda anlatıcı olarak rol aldı.

Tuncay Akdoğan, 2000 yılında Serüvenciler'i kurdu ve Veda adlı bir albüm yayınladı.

Çok sayıda sanatçı tarafından şarkıları yorumlanan Tuncay Akdogan, birçok albüme de aranjörlük yaptı.

Kızılırmak ile ortak üretim sürecine devam eden Tuncay Akdoğan, grubun son albümü Yılkı'da üç şarkısı ve kendi seslendirdiği bir şiir ile yer aldı.

Uzun bir süredir kendi stüdyosunda çalıştıgı solo albümü Bir Nehir ki Ömrüm tamamlanamadan 21 Kasım 2004 tarihinde, maddi sorunları nedeniyle evinin elektrik parasını ödeyemediğinden mum kullanmak zorunda kaldığı için, evinde çıkan yangın sonucu hayatını kaybetti