• Kitlenin varlığını sürdürmek için gösterdiği bütün çabalar, açlığını giderme
anlamında etkisizdir. Tek umudu, her biri kendini diğeriyle kıyaslayan, çifte
kitlenin oluşmasında yatar.
• İnsan, dokunulma korkusundan yalnızca kitle içinde kurtulabilir. İdeal durumda,
kitle içinde herkes eşittir. Kitle her bireyi dokunulma korkusundan, mümkünse
bütünüyle kurtarmak ister.
• Kitle, oluşumuna neden olan taleplerin karşılanmasıyla, içinden de saldırıya
uğrayabilir.
• Kitleye güvensizlik duygusu, bütün tarihi dünya dinlerinin, deyim yerindeyse
kanında vardır.
• Ani olarak yasaklanan dinlerin hepsi intikamlarını bir tür dünyevileşme ile
alırlar.
• Ateş, kitlenin en güçlü ve en eski simgesidir.
• Bir tiyatrodaki panik, kitlenin dağılması anlamına gelir.
• İzleyicilerin arasındaki kitle duygusu ne kadar az olursa olsun, yangının
farkına varmak bu duyguyu zirveye taşır.
• Panik, kitlenin kitle içinde dağılmasıdır.
• 1. Kitle daima büyümek ister.
2. Kitle içinde eşitlik vardır.
3. Kitle yoğunluğu sever.
4. Kitlenin bir yöne gereksinimi vardır.
• Bütün eşitlik kuramları ve adalet talepleri sonunda enerjilerini bir kitlenin
parçası olmuş herkese aşina olan fiili eşitlik deneyiminden alır.
• Kaçış içinde aralarındaki farklılıklar yok olmasa da bütün mesafeler yok olur.
• Kitlesel kaçış, paniğin tersine enerjisini, iç tutunumundan alır.
• Düşen, tehlikeye sunulmuş kurbandır. Bütün kitle türleri içinde kaçış kitlesi
en büyük inatçılığı sergileyenidir. Kitleden arta kalanlar son ana kadar
birbirinden ayrılmazlar.
• Günümüzde olumsuz kitlenin ya da yasak kitlesinin en iyi örneği grevdir. İşin
bırakılması işçileri eşit kılar.
• Grevcilerin işyerinin sorumluluğunu devralmış olmaları, burayı ortak bir
mülkiyete dönüştürür, böylece daha büyük bir önemle korunur ve yüce bir anlamla
donatılmış olur.
• Her emir onu yerine getirmek zorunda olan insanda acı veren bir sızı bırakır.
• Komünyonu alanlar kendilerini tek vücut olarak hissetmekten, bir hazineyi ele
geçirip az önce aralarında paylaşmış insanlar kadar uzaktır.
• Parlementer etkinliklerin kutsallığı, bir karar aracı olarak ölümden
vazgeçmekten çıkar.
• Yemenin getirdiği yalıtma, o adına iktidar denen dehşete düşürücü büyümenin
köklerinden biridir.
• Üretimden duyulan kibrin kökleri artış sürüsüne kadar uzanır.
• İki elin aynı hareket dizisini (tutma-bırakma) ardışık olarak yerine
getirdiği çok yaygın bir uğraşı vardır: ticaret. İnsanlar ticaret dışında
hiçbir yerde maymunlara bu kadar yakın değildir.
• Birinden karşılığını vermeksizin bir şey alma, en kaba biçimiyle aldatma,
tırmanma bağlamına çevrildiğinde ağaçtan düş(ür)meye denk düşer.
• Elde kırılan bir dal parçası sopanın kökeni oldu... İnsan ona güvendi ve hiç
bırakmadı. Çomaktı, sivriltti, mızrak oldu; büktü ve uçlarını bağladı, yay
oldu; maharetle kesince de ok; asa olarak ve büyücünün değneği olarak iktidarın
iki önemli biçiminin özelliklerini taşımayı sürdürmüştür.
• Elin gerçek büyüklüğü sabrında yatar.
• Bir arkadaşı olmayınca sağlıklı bir maymun kendi postunu ayıklar.
• Ok, parmakla kuş arasındaki geçiştir; daha derine girmesi için uzatılmış,
daha iyi uçması için inceltilmiştir.
• Doğrudan öldürmeye yaramayan şey sadece yararlıdır.
• Yeme şampiyonunu kendine şef olarak seçen halklar vardır.
• Başka herkesten çok yemek yemek, yiyene ait hayvanların yok edildiği ön
kabulünü taşır.
• Aynı gruba ait olmanın her zaman beraberinde birbirini yemeyecekleri
güvencesini da taşıdığı doğrudur; ama bu güvence ancak yeme anında ikna edici
biçimde anlatılabilir.
• Anne kendi bedenini yensin diye veren insandır. Annenin tutkusu yemek vermek,
çocuğunu yemek yerken ve yediklerinin yararını görürken izlemektir; çocuğun
büyümesi, kilosunun artması değişmez amaçlarıdır.
• Çocuk üzerinde egemenlik kurmak için iştahın yoğunlaştırılması, insanlar
arasında kurulan diğer adet olmuş ilişkilerin hepsinden daha büyük bir üstünlük
duygusu yaratır.
• Çocuk annenin elinde ekin gibi büyür ve evcil bir hayvan gibi annenin izin
verdiği hareketleri yapar.
• İki kişilik bir aile, insanın en sevmediği eseridir.
• Modern insan lokantalarda, ayrı masalarda, kendi küçük grubuyla birlikte,
parasını kendisinin ödediği yemekler yemeyi sever. Karnını doyurmuş olanlar
açların üstüne basıp gitmeyi umursamazlar.
• Başkalarıyla birlikte yemeyi sevmenin bir nedeni daha vardır, bu bir
dolgunluk yarışıdır. Yalnız yiyen herkes bu işlemin başkalarının gözünde ona
sağlayacağı prestijden özveri yapmış demektir.
• İnsanın dişlerini başkalarına gösterebileceği doğal vesile, birlikte
yemektir... Çatal-bıçakla yani kolaylıkla saldırı amaçlı kullanılabilecek iki
araçla yemek yeriz. Olabildiğince zarif biçimde kesip ağzımıza attığımız
yiyecek parçasına hala “bir ısırımlık” denir.
• Özgün olarak kahkaha, garantilenmiş av ya da yiyecek karşısında duyulan hazzı
içeriyordu.
• Her ani düşüşün kahkaha nedeni olması, akla çaresizliği getirmesi, ve bize,
istersek düşene av muamelesi yapabileceğimizi anımsatmasındandır. Düşeni yemek
yerine ona güleriz. (Bir kahkaha bir pirzola. M.İ.)
• Gülme, içe almanın son aşamasının yerine simgesel bir eylemi koymaktır.
• Kafesteki bir sırtlanın önüne yiyecek koyup sonra hayvan onu kapmadan geri
çekerek, kahkaha benzeri bir ses çıkarması sağlanabilir.(Dizilerdeki kahkaha
efektleri?M.İ.)
• Hayatta kalma savaşında her insan diğer bütün insanların düşmanıdır ve asıl
yengi yaşamla karşılaştırıldığında, çekilen bütün ıstırap önemsizdir. Hayatta
kalan ister bir ister çok sayıda ölüyle karşılaşmış olsun, durumunun özü
kendini yalnız duyumsamasıdır.
• Düşmanı yere serilmiş yatarken kendinin hala ayakta olduğunu duyabilmek için
onu yere devirmek ister. Ama öteki, bütünüyle yok olmamalıdır; ceset olarak
fiziksel varlığı zafer duygusu için vazgeçilmez bir unsurdur.
• Yaşamda kalanın öldürdüğü adamla yüz yüze geldiği bu an onu özel bir güçle
doldurur.
• Komutan savaş kazanırsa, savaş alanında gerek kendisi adına, gerekse
kendisine karşı savaşmış bütün ölüler onun olur. Düşman düzgün bir savaş
olmaksızın teslim olmuşsa ve yalnızca birkaç ölü varsa, zafer gülünçleşir.
• Paranoyak yönetici, tehlikeyi kendinden uzak tutmak için her aracı kullanan
biridir. Tehlike yalnızca önünde değil her yerdedir; özellikle de yeterince
çabuk fark edemeyeceği arkasındadır.
• Yöneticinin tek gerçek tebaası onun kendilerini öldürmesine izin verecek olan
insanlardır.
• Hiçbir yönetici kendine tabi olanların itaatinden kalıcı olarak emin olamaz.
• (Kendini korumak isteyen insan) başkaları ölürken hayatta kalmak için
öldürmek ister; o ölürekn başkaları sağ kalmasın diye hayatta kalmak ister.
• En yoğun iktidar duygusu oğul istemeyen hükümdarda bulunur.
• Yerlinin zihninde yiğitlik MANAnın nedeni değil sonucuydu.
• Galip olanın kesip çıkarttığı ya da kendine kattığı ya da savaş nişanı olarak
taşıdığı uygun ceset parçaları iktidarın artışını sürekli anımsatmaya hizmet
eder.
• Öldürülenin ruhu öldürenin bacağı içinden yukarı doğru ilerler, vücuduna
girer. Bir karınca gibi yürür. En sonunda mideye girer ve mideyi kapatır.
Adamın midesi bulanır; karın bölgesi ateşlenir. Ruh kalbe girince sanki ölenin
kanı öldürene verilmiş gibi etkiler.
• Dine Stendhal’den daha karşı olan ve dinin vaatleri ve yükümlülüklerinden
onun kadar arınmış biri zor bulunur.
• Bir despot her zaman ikiyüzlülüğünün bilincindedir ve bu yüzden de her zaman
başkalarından aynısını bekler.
• Soru sormak, zora dayalı girişimdir.
• Sessizlikle karşılaşan bir soru, bir kalkan ya da zırhtan geri tepen bir
silah gibidir. Israrlı sessizlik sorgu ve işkenceye yol açar.
• Yanıt, yanıt vereni bağlar; yanıt veren ona itaat etmek zorundadır; yanıt onu
sabit bir tavır almaya ve orada kalmaya zorlar, oysa sorgucu kendi işine
geldiği gibi yer değiştirerek, ona her yandan saldırabilir.
• Kimsin? Yenebilecek bir şey misin?
• Çoğunlukla ne düşündüğümüzü bize bir soru sorulana kadar bilmeyiz.
• Sokrates dinleyicilerine yalnızca soruları aracılığıyla egemendi.
• Sorular ancak sorguda kuşku yüklüdür.
• Yargıç yetkesinin temelinde kesin olarak her şeyi bilmek yatar.
• Suskunluk kendini dönüştürmeye engel olur.
• Hiçbir çocuk, en sıradan çocuk bile kendine verilen emirlerin bir tekini bile
ne unutur, ne de affeder.
• İnsanı başarı yönünde mahmuzlayan şey, bir zamanlar ona verilmiş emirlerden
kurtulmak için duyulan derin istektir.
• Büyük histeri krizleri bir dizi şiddetli kaçış dönüşümlerinden başka şey
değildir. Histerik, kendini üstün bir iktidar tarafından ele geçirilmiş
hisseder.
• Dairesellik histerinin en çarpıcı özelliklerinden birini, erotik doğaya sahip
süreçlerden dini süreçlere geçişin sıklığını da açıklar. Her türden ele
geçirme, her türden kaçış dönüşümünü başlatabilir.
• Kaçış dönüşümünün tersi şamanların geçirdiği nöbetlerde bulunur. Şaman
kendine itaat eden yardımcı ruhları arayıp bulabilmek için kendisini dönüştürür.
• Manik insanın dönüşümlerinin büyük bir kolaylığı vardır; bu dönüşümler
avcının doğrusal ve başıboş karakterini, ayrıca istediği şeyi elde etmeyi
başaramadığı, ama buna karşın ava devam ettiği her zaman değişen araçlarının
bağlantısızlığını paylaşır.
• Mani, ava duyulan şiddetli arzu nöbetidir. Onun için önemli olan kovaladığı
şeyi görmek, birden karşısına çıkmak ve ele geçirmektir. İçe alma, kurbanı
yemesi o kadar önemli değildir.
• Mani, tamamlayıcısı olduğu durumun başlangıcını, yani melankoliyi de yaşatır.
Kaçış dönüşümleri yararsız oldukları hissedildiği için bırakılınca melankoli
başlar. Melankolideki kişi kovalamacanın bittiğini ve çoktan ele geçirildiğini
hisseder. Kendini önce bir av olarak, sonra bir yemek ve son olarak da leş ya
da dışkı olarak görür. Kıymetten düşme süreci mecazi olarak suçluluk duygusu
diye anlatılır. Suçluluk özgün olarak borçla aynı şeydi. (Almanca’da hala ikisi
için tek sözcük vardır.) Melankolik yemek istemez, hak etmediğini söyleyebilir,
asıl nedeni kendini yen(il)miş hissetmesidir. Kendi ağzı kendine döner. Her
zaman yemiş olmanın berbat cezası birdenbire ve kaçınılmaz biçimde önüne çıkar.
Yenen bir şeye dönüşüm, bütün kaçışı sona erdiren son dönüşümdür.
• Maske net ve kesindir, ama belirsizliğin dehşetiyle yüklüdür.
• Maske çok şey anlatır, ama daha da fazlasını saklar. Her şeyden önce maske,
ayırır.
• Hiç bilinmeyen her dil bir tür akustik maskedir.
• Cadıların asıl günahı şeytanla cinsel ilişkiye girmektir.
• Bugün bildiğimiz şekilde sandalye tahttan türemiştir ve taht, işlevi
yöneticiyi taşımak olan yöneticiye tabi hayvan ya da insanların varlığını gerektirir.
Sandalyenin dört bacağı bir hayvanın bacaklarını temsil eder.
• Oturmanın saygınlığı, sürekliliğin saygınlığıdır.
• Döşenmiş bir sandalye yalnızca yumuşak değildir, aynı zamanda oturana
oturduğu şeyin belli belirsiz canlı olduğu hissini verir.
• Uykuda da uyanıkken vazgeçilmez görünenlerin çoğunu –zihnin giysileri olan
düşüncenin sabit, zorlayıcı biçimlerini- üzerimizden atarız.
• Uykunun savunmasızlığı, yineleyişi, sürekliliği, açıklanamayan pek çok şeyin
açıklaması olarak öne sürülen, çevreye uyum kuramlarının hepsinin
uygunsuzluğunu gösterir.
• Boylu boyunca uzanmış bir insan kesinlikle bağımsız değildir, çünkü kendini
destekleyecek her şeyi kullanır.
• Yere oturmak ya da çömelmek, gereksinim yokluğunu, insanın kendi içine
dönmesini belirtir. İnsanlar sanki mülklerini içinde taşıyorlarmış ve bundan
bütünüyle eminmiş gibi davranırlar.
• Ne var ki çömelmek ya da yere oturmak olabilecek her şeyi kabullenmeyi de ima
eder.
• Orkestra yöneticisi ayakta durur... Bir kürsünün üzerinde durur ve hem önden hem
arkadan görülür... Enstrümanların sesleri üzerinde bir ölüm kalım iktidarına
sahiptir; uzun bir sessizlik onun emriyle yeniden bozulur. Enstrümanların
çeşitliliği, insanların çeşitliliğinin yerini tutar... Soğukkanlılık onun temel
niteliklerindendir; yasayı ihlal edenler anında engellenmelidir. Yasanın
notalar şeklindeki şifresi onun elindedir... Görülmeye giderek alışır ve onsuz
edemez olur... O orkestrayı yönetirken hiç kimse kıpırdayamaz ve bitirir
bitirmez alkışlamak zorundadırlar... (İzleyicilere) sırtını dönmüş olarak
başlarında durur. Onun peşinde giderler, çünkü o önde gidendir... Gözleri bütün
orkestrayı (göz hapsinde) tutar... Dikkati aynı anda her yerdedir ve
otoritesinin büyük kısmını buna borçludur.
• Zengin bir insan insanları sorun etmez; biriktirdikleri onları satın almaya
yeter. Yönetici, insan biriktirir. Şöhret, sesler korosunu biriktirir.
• Her tür yönetimin birincil niteliğinin zaman düzenlenmesi olduğu söylenebilir.
• Zamanın hesaplanmasında en etkileyici işaret İsa ile konmuştur. İsa bu
konuda, Yahudi düşüncesine göre, dünyanın yaratılmasına denk düşen zamanı
başlatmak açısından Tanrı2yı bile geri bırakmıştır.
• Çinliler ancak ortak bir takvim oluşturmayı başardıktan sonra ulus haline
gelmişlerdir.
• Yedinci günün sabahı sahilde yürürken, birdenbire taç giyme töreni için
zorunlu olan bir törene, tahta göz dikmeye yeltenen herkesi, ama özellikle en
hırslı olanları vazgeçirmesi gereken bir törene gitmekte olan halkın tamamı
Njogoni’nin üzerine çullandı. Çevresini yoğun bir kitle olarak sardılar ve
sonra ancak en kötü çapulcu sürüsünün düşünebileceği her hakareti etmeye
başladılar. Kimileri yüzüne tükürdü; kimileri ona yumruklarıyla vurdu; kimileri
onu tekmeledi; diğerleri ona iğrenç nesneler attılar; dışarıda duran ve zavallı
adama ancak sesleriyle ulaşabilen talihsizler, ona, babasına, anasına, kız ve
erkek kardeşlerine ve en uzak kuşaklardan atalarına sürekli küfrettiler. Bir
yabancı o anda taç giydirilecek olan bu adamın yaşamı için bir kuruş bile
vermezdi.
• Emir, ertelenmiş bir idam hükmünden daha hafif bir şey değildir.
• Kutlama ve alkışlama da artış isteğinin anlatımları olarak kabul edilebilir.
• Saçlarına ak düşen, görüşü bozulan, dişlerini yitiren ya da iktidarsız olan
bir kral öldürülür, aksi halde kendisi intihar etmelidir; zehir içer ya da
boğulur.
• Muhammed Tuğluk, zamanının en kültürlü prensiydi... Stilinde olduğu gibi hat
sanatında da en başarılı profesörlerini geride bıraktı. Kayda değer bir düş
gücü vardı ve mecaz kullanımında mahirdi... Matematik, fizik, mantık ve Yunan
felsefesi onu eşit derecede büyülüyordu... Sultan dindardı, dininin kuralarına
sıkı sıkıya bağlıydı ve şaraptan kaçınırdı... Savaşta inisiyatifi ve
cesaretiyle dikkat çekerdi... Sultanın doğasının karmaşıklığına dikkat çekmek
gerekir...
• Sultanın tebaasına hiddet duymasının nedeni uzun süre hüküm sürmüş olması
değildi. (Delhi’yi boşaltma emri hükümdarlığının ikinci yılında verildi.)
Aralarında en başından beri var olan gerilim zamanla büyüdü... Muhammed’in
babası Tuğluk şah, yalnızca dört yıl hüküm sürmüşken bir kazada yaşamını
yitirdi; gerçekte nasıl öldüğünü sırrı paylaşan birkaç kişiden başka hiç kimse
bilmese de kuşku duymamak olanaksızdır. Eski sultan bir seferden döndükten
sonra oğluna bir köşk yaptırmasını emretti. Köşk üç gün içinde her zamanki gibi
ahşaptan yapıldı, ama öyle yapıldı ki belirli bir noktadan itilince hemen
çökebilirdi. Sultan, yanında genç ve gözde oğluyla köşke yerleşince Muhammed
bir fil geçit töreni yapılması için izin istedi. Bu izin verildi ve filler öyle
biçimde yürütüldü ki ahşap yapının altından geçerken o duyarlı noktadan yapıyı
ittiler. Köşk çöktü ve sultanla en sevdiği oğluna mezar oldu... Hükümdarlığının
en başından itibaren babasının katili olmasından kuşkulanıldı.
• Dünyanın fethi, muazzam ordular, böyle ordular da daha çok, daha çok para
gerektiriyordu. Muhammed’in varidatının çok büyük olduğu doğruydu. Uyruğu olan
Hindu krallarının vergileri her taraftan akıyordu ve babasından, başka şeylerin
yanı sıra, dökme altın kütlesiyle dolu bir depo miras kalmıştı. Ama bütün bunlara
karşın, kısa sürede parasız kaldı ve tipik biçimde bu eksikliği bir hamlede
giderecek bir yöntem aradı. Çinlilerin kağıt parası olduğunu duymuştu ve benzer
bir şeyi bakırla yapma fikrini edindi. Değerleri keyfi biçimde gümüş paralara
göre belirlenmiş çok miktarda bakır paraları vardı ve altın ve gümüş yerine
bunların kullanılmasını emretti. Kısa süre sonra her şey bakır karşılığı alınıp
satılmaya başlandı. Bu kararı yüzünden her Hindu’nun evi özel bir darphane
haline geldi; her eyalette milyonlarca bakır para yapıldı ve insanlar bunlarla
vergilerini ödeyip at ve benzeri şeyler aldılar. Prensler, köy şefleri ve
toprak sahipleri bu bakır para sayesinde zenginleştiler ve devlet yoksullaştı.
Kısa süre sonra paranın değeri hızla düştü, bu arada çok nadir oldukları için
eski paraların değeri dört, beş kat arttı. Sonunda bakır paralar çakıl
taşlarından daha değersiz hale geldi. İnsanlar mallarını ellerinde
tuttuklarından ticaret durakladı. Sultan emrinin sonuçlarını fark edince büyük
bir öfkeyle uygulamayı durdurdu ve bütün bakırın hazineye getirilmesini, orada
eski türden parayla değiştirilmesini emretti. Böylece her yerden, binlerce
insanın hor görerek attığı bakır her köşeden çıkarıldı ve karşılığında altın ve
gümüş verilerek hazineye toplandı. Tuğlukabad’da bakır dağları oluştu; hazine
büyük ölçüde para kaybetti ve para kıtlığı vahim hale geldi. Sultan bakırın
hazineye neye mal olduğunu kavrar kavramaz, tebaasına daha da hiddetlendi.
Para bulmanın bir başka yolu vergilendirmeydi. Kendisinden önceki yöneticilerin
döneminde vergiler zaten yüksekti; şimdi daha da yükseltilip amansız bir
zulümle toplandı. Köylüler meteliksiz kaldılar. Toprak sahibi olan her Hindu
toprağını bıraktı ve küçük büyük gruplar halinde her yerde bulunan asilere
katılmak için vahşi ormana kaçtı. Topraklar işlenmeden kaldı; giderek daha az
tahıl yetişti; merkezi eyaletlerdeki açlık özellikle uzun bir kuraklıktan sonra
imparatorluğun her yerine yayıldı. Bu kuraklık yıllarca sürdü, aileler
parçalandı, kentlilerin tamamı açlıktan öldü ve binlerce insan yok oldu.
İmparatorluğun kaderindeki gerçek değişimi ortaya çıkaran belki de bu açlıktı.
İsyanlar sıklaştı ve eyaletler peş peşe Delhi’den koptular. Muhammed sürekli
taşradaki isyanları bastırıyordu. Zulmü arttı...
Muhammed yaptığı zulüm yüzünden hiçbir vicdan azabı duymuyordu; aldığı bütün
önlemlerin meşru olduğuna kesinlikle inanmıştı...
...Tarihçi Ziyaeddin Barani’yle yaptığı aydınlatıcı bir konuşma vardır:
“...Kralların hangi koşullarda idam cezası uyguladıklarına dair bir şeye
rastladın mı?”
Barani yanıt verirken, idam cezasına yedi koşulda izin verilebileceği kanısında
olan yüksek bir İslam otoritesinden alıntı yaptı. Yoksa idam cezası
rahatsızlık, sıkıntı ve ayaklanma doğuruyor ve ülkeye zarar veriyordu. Bu yedi
koşul şunlardı:
Gerçek din değiştirme; kasıtlı cinayet; evli bir erkeğin başka bir erkeğin
karısıyla zinası; krala suikast; isyana önderlik; kralın düşmanlarla işbirliği
ve onlara bilgi aktarma; devlete zarar verebilecek itaatsizlik, ama başka
hiçbir itaatsizlik değil. Peygamberin kendisi bu yedi suçlamadan ilk üçünü
mahkum etmişti. Diğer dört suçun cezalandırılması, daha çok bir siyasa ve iyi
yönetim sorunuydu...
• ...Mısır’daki halifeyle görüşmeler yaptı, özel görevliler gitti geldi;
halifeye yazdığı mektuplar öylesine yontulmamış iltifatlar içeriyordu ki
yazışmaları yaparken bunlara epey alışmış olan Barani bile bunları
tekrarlayamıyordu... Paralarının üstünden kendi adını çıkarıp yerine, İslam’ın
en yüce yöneticisi olarak gördüğü halifeninkini koydurmuştu... Halife
tarafından kutsanmamış bütün öncüllerinin adı hutbe duasından çıkarıldı ve
otoriteleri geriye dönük olarak geçersiz ilan edildi. Halifenin adı azametli
binalara kazındı ve yanında başka hiçbir ismin bulunmasına izin verilmedi.
Yıllarca süren karşılıklı yazışmalardan sonra, Mısır’dan içinde Muhammed’in
resmen halifenin Hindistan vekili olduğunu belirten ciddi bir belge geldi. Bu
belge Muhammed’e o kadar haz verdi ki saray şairlerine bu belgeyi mahirane
biçimde şiire dönüştürttü.
• Muhammed’in sertliği başarısızlıklarıyla arttı, diğer bütün açılardan sonuna
kadar aynı kaldı. Bir katilin elinden ölmedi. Yirmialtı yıl hüküm sürdükten
sonra, bir cezalandırma seferinde yakalandığı hummadan öldü.
• Dürüst bir iktidar araştırması başarıyı ölçüt almamalıdır.
• Bu rastlantıları, yasalarla yönetildiği yanılsaması altında yeniden
yapılandırma girişimine tarih adı verilir.
• Tanrıyla birleşmek bir onurdu; onun uğruna giderek daha çok kadınlaşmak, onu
çekebilecek şekilde giyinmek ve onu kadınca oyunlarla baştan çıkarmak, bu bir
zamanların yargıtayın başyargıcı olan sakallı adama artık bir yüz karası gibi
gelmiyordu.
• Bir paranoyak için sözcüklerin önemi ne denli abartılsa azdır. Sözcükler her
zaman uyanık olan haşarat gibi her yerdedir.
• Bu dünyanın “büyükler”ine duyulan saygı kolay bırakılmaz ve insanın tapınma
gereksinimi sınırsızdır.
• Büyük ağıt dinlerinin iktidarı azalıyor. Çok fazla büyüdüler ve artışla
boğuldular... Artık bir inanç varsa, o da üretime, modern artış çılgınlığına
olan inançtır; ve dünyanın bütün halkları ona birer birer yenilmektedir...
Üretim özü gereği barışçıldır... Bu noktada kapitalizm ve sosyalizm, aynı
inancın ikiz rakipleri olarak birdir.
• İsa ölmekte olan ve ölmemesi gereken bir adamdır... Bir hiç için ölebilir,
ama ölmek onu önemli kılar.
• Hayatta kalan, insanoğlunun en büyük belası, laneti ve belki de
kıyametidir... Kurbanların itaatleri değilse bile çaresizlikleri hep aynı
kalmıştır. İnsan, tanrısını çalmıştır... Hayatta kalanın kendisi de
korkmaktadır.