Modern feminist akım ve düşüncenin önemli temsilcilerinden olan Simone de Beauvoir, 1908 yılında Paris’te doğdu. Geleneksel bir ailede doğan Simone, geleneksel ve ataerkil yapıya karşı verdiği mücadelesiyle bilinir.
“Kendi paramı kendim kazandığım ve kimse için harcama yapmak zorunda olmadığım için çok mutluyum. Vedrine’in ve Kos’un içinde bulunduğu durum oldukça trajik, ama hiçbir zaman beni etkilemiyor. Çünkü hayatımı istediğim gibi yaşamakta kendimi özgür hissediyorum ve kendimden başka kimseye karşı da sorumluluk duymuyorum. Kendimi olayların akışına bir süre bıraksam bile istediğim zaman yine bu durumdan kurtulabilirim. Karanlığın içinden kurtulmak için, içlerinde şansın ve olanakların en iyisine sahip olan yine benim. İşte bu her şeyde deneyim ve ilginçlikten tat almayı sağlıyor.”
Fransız yazar, roman, felsefe, deneme gibi alanlarda eserler üretti. Özellikle kadınlar ve cinsiyet üzerine yazdığı yazıları dünya üzerinde tanınmasına sebep oldu. En önemli eseri 1949’da yazdığı, kadınların gördüğü baskıların bilimsel incelemesini yaptığı ve modern feminizmin temellerini kurduğu İkinci Cins (Le Deuxième Sexe) adlı eseridir.
Sobone’da felsefe eğitimi alan Beauvoir,1929’da seçkin Ecole Normale Superieure’ye kayıt olan ve Sabone’da kurs almakta olan Jean-Paul Sartre ile tanıştı.
“Sartre’la karşılaştığım zaman, her şeyi kazandığıma inanmıştım. Onun yanında benim kendimi gerçekleştirmem başarısızlığa uğrayamazdı. Şimdi kendi kendime şunu söylüyorum: Kurtuluşu bir başkasında görmek, yıkılmanın en güvenli yoludur”
Sartre ile tanışmalarından bir süre sonra sonsuza dek devam edecek bir aşkın başlangıcı yaşanacaktı. Öyle ki Simone, Sartre öldükten sonra 1981’de Sartre’ın acı dolu son yıllarını anlattığı Veda Töreni’ni (Cérémonie Des Adieux) yazar. Kendisi de Paris’de Cimetière du Montparnasse Mezarlığına Sartre’ın yanına gömülür. Beavuvoir,1980 yılında Sartre komadayken yanından hiç ayrılmaz ve şu dizleri yazar.“Bir ara, beni Sartre’la yalnız bırakmalarını söyledim ve çarşafın altına uzanmak istedim. Bir hemşire beni durdurdu: ‘Hayır. Dikkat edin… Kangren’ İşte o zaman onun kara kabuklarının gerçek türünü anladım. Çarşafın üzerine yattım ve biraz uyudum. Saat beşte hemşireler geldiler. Sartre’ın cesedinin üzerine bir çarşaf ve bir çeşit kılıf örtüp onu götürdüler.
Simone de Beauvoir, Kadın: Efsane ve Gerçek adlı denemesinde, erkeklerin kadınları, erkekleri yanlış havalara, izlenimlere sokan gizemli “diğer”ler olarak gördüğünü ifade eder. Ve erkeklerin, bu “diğer”olma durumunu, kadınları ve onların problemlerini anlamadıklarına, onlara yardım etmediklerine hatta onlara uyguladıkları baskılara bir neden olarak kullandıklarını söyler.
Yazarın 1949’da yayımlanan “İkinci Cins” adlı eserinde ise, Freudcu yönleri ağır basan feminist bir varoluşçuluk göze çarpar. Varoluşçulukta olduğu gibi de Simone, temel prensip olarak var oluşun özden önce geldiğini kabul eder ve “Kadın doğulmaz kadın olunur.” Prensibine ulaşır.
Prensibine ulaşır. Jean Paul Sartre da diğer kavramı üzerine yoğunlaşmıştır. Kadınların diğer olarak tanımlanmasını ve mevcut sosyal konumunu, gördüğü baskının temeli olarak nitelendirir.
“Sartre’la karşılaştığım zaman, her şeyi kazandığıma inanmıştım Onun yanında benim kendimi gerçekleştirmem başarısızlığa uğrayamazdı. Şimdi kendi kendime şunu söylüyorum: Kurtuluşu bir başkasında görmek, yıkılmanın en güvenli yoludur. Benim ve Sartre’ın bilinçli olarak giriştiğimiz deney çok aşırı, o ölçüde de tutkulu bir deneydir; biz ikimiz arasında yürürlükte olan bağlılık bir yana, başka aşklar da yaşamak istedik, fakat galiba önemli bir meseleyi unuttuk. Acaba üçüncüsü ne diyecek, bu tür bir ilişkiyi nasıl karşılayacaktı? Öyle anlar oldu ki üçüncüsü bizim havamıza rahatlıkla ayak uydurdu, aramızdaki bağ dostluklara, aşk kokan arkadaşlıklara, geçici sevdalanmalara hak tanıyordu. Fakat üçüncüsü daha fazlasını isteyince, bulduğu ile yetinmeyince çatışma başlıyor ve üçüncü hep kaybediyordu. Hemen belirteyim, Sartre ile olan beraberliğimiz otuz yıldır hiç bozulmadan sürüp gidiyorsa, bilin ki üçüncüler arada harcanmış, kurduğumuz sisteme kurban gitmişlerdir…”
II. Dünya Savaş’ından sonra Simone Sartre’ın Maurice Merleau Ponty ve diğer arkadaşları ile kurduğu Modern Zamanlar(Les Temps Modernes ) adlı politik gazetede çalışmaya başladı. Simone ölene kadar editör olarak çalışmaya devam etti.
Erkeğin yaşantısı akılsaldır, ama bir takım boşlukları vardır; kadınınkiyse, kendi sınırları içinde, karanlık ama doludur, tamdır. Bu doluluk ona belli bir ağırlık verir; ilişkilerinde, kadın erkeği hafif bulur: diktatörlerin, generallerin, yargıçların, memurların, yasaların, soyut ilkelerin hafifliği vardır erkekte.
“Simone De Beauvoir’dan Sartre’a Mektuplar “ kitabında, Simone’nin Sartre’a yazdığı dizeler eminim herkesi etkilemiştir. Sartre’la birlikteliklerinin mektuplara dökülmesi yaşanan bu aşkın derinliğini gözler önüne sayar.
“Bir gün bana beyaz bir sayfa üstüne sözcükler atmanın onun için ne denli kolay, ne denli güç olduğunu anlatmaya çalıştı. Gerekli olan dedi bana, boşluğa güven duymak.” “Yazdıklarınızın her satırında ‘yaşamınızda öyle biri’ olmadığımı açıkça gördüm ve hissettim. Gerçekten siz ve ben bir bütün oluşturuyoruz; bu olağanüstü bir güç. Bunu hissettiğim zamanlarda her şey bana vız geliyor.” Hayatta bizi hiçbir şeyin ayırmayacağını belirttiğinizi okuyunca çifte mutluluk yaşadım” İkimizin de ne kadar kuvvetli insanlar olduğumuzu düşünmek hoşuma gidiyor. Burada bizim değer yargılarımızın ve yaşam biçimimizin zaferini görüyorum. Sizi başarıya ulaştıran yalnızca ilişkimiz değildi. Yüzde yüz yaşam tarzınız, ahlak anlayışınız ve benim de kendime ait bir yaşamımın olması sonucuydu”
Birine güvenerek onu sevdiğiniz zaman, benim sizi sevdiğim gibi, o zaman karşınızdakinin her davranışını yumuşak, her sözcüğünü aşağı yukarı doğru ve belirleyici bir unsur gibi alıyorsunuz. Oysa karşısındakine tam olarak güvenmeden, onu yarım yamalak bir sevgi ve yapay tatlı sözler ve davranışlarla seven kişiler ancak belirlenmiş nesneler olabilirler. Yani onlar bir parantezin içindedir. Ve tek olamamak kendini parantezin içine koymak demek. Ben de bazen parantezlerin arasına giriyorum. Ve işte o zaman bende tuzağa düşmüş oluyorum. Hayatınızda bir şey oluyorum. Şüphesiz her zaman beni gerçekten sevdiğinizi düşündüm. Oysa şimdi biz tek kişiyiz diyorum ki, bu da az önce söylediğimin tam zıddı.”
“Size daha güzel mektuplar yazacağım. Bugün çok sıkıcı bir gündü, ama yavan değildi. Hiçbir zaman kendimi yavan hissetmem. Sizi hafif trajik ve biraz da kendini bırakmış bir biçimde seviyorum. Kendine mukayyet olmak çok hoş. Mutluluk için eskisine oranla daha az kaygılanıyorum veya en azından mutluluk benim açımdan dünyayı kavrayabilmek için ayrıcalıklı bir durum. Tıpkı çok iyi bir orkestra tarafından çalınan bir senfoni gibi.”
“Sizi göremedikten sonra yalnız olmayı tercih ederim. Kendimi bana hiçbir şey kazandırmayan insanlar için harcamaktan tiksiniyorum. Beni merak etmeyin sevgilim, yalnızca görünürde neşesizim. Sonuç olarak hep yaşadığımızdan fazlasını yazıyoruz. Çünkü yazdığımız an da çevremizde gördüklerimizi betimliyoruz. Dünyanın berbatlığı veya yaşamın tatsızlığı vs. “
“Kendimi o kadar özgür hissediyorum ki, bu neredeyse beni mutluluktan ağlatacak. Mutluysam bu sizin sayenizde. Benim mutluluğum da sizi mutlu ediyorsa, bu çok adil bir çark olacak. Bugün kendimi mutsuz hissediyorum, uzun zamandır hiç böyle olmamıştım. Bu ne karamsarlık, ne de boşluk duygusu, çırılçıplak bir mutsuzluk. Bu aralar çok okumalıyım, yoksa hüzünleneceğim.”
“Sevgilim o zamanlar hala gençtik ve dünyanın nereye gideceği belli değildi. Şimdiyse dünyanın nereye gittiği belli: karanlığa gidiyor.”
sanatkaravani.com sitesinden Sevil Ateş’e teşekkürler.