Simber Atay-Eskier
Geçmişte
 olduğu gibi günümüzde de klasik hümanizma metinleri, insanlık durumunun
 değerlendirmesi için temel başvuru kaynaklarıdır ve gelecekte de 
olacaklardır.  Dolayısıyla; 
Stefan Zweig'a göre ''Erasmus ve Deliliğe Methiye'': 
''Devrinin
 en büyük ve en parlak yıldızı'' Rotterdamlı Erasmus, ''Batı'nın bütün 
yaratıcı kişileri ve yazarları arasında ilk bilinçli Avrupalı, barış 
adına mücadele eden ilk kişi, manevi bir idealin ve beşeri bilimlerin en
 muktedir şampiyonudur. O, şiiri ve felsefeyi, kitapları ve sanat 
eserlerini, dilleri ve halkları sevmiştir.  Bütün insanlığı, renk ya da 
ırk ayrımı gözetmeksizin, daha yüksek bir uygarlığın hatırı için 
sevmiştir. Bütün kalbiyle nefret ettiği tek şey, aklın karşıtı olarak 
gördüğü fanatikliktir. Karşılıklı anlayışın baş düşmanı sayarak, dini, 
milli ya da felsefi fanatikliğin her biçimine karşı tavır almıştır. 
Bağnazlığın bütün dışavurumlarından nefret eder. Zihnin mutlak 
bağımsızlığı esastır. Hayatı boyunca parlak ve keskin zekasının bütün 
gücüyle sürekli fanatiklerin çılgın dogmatizmine karşı savaşmıştır ve 
arada bir de olsa düşmanlarının saçma sapanlıklarına gülümseyebilmiştir.
 Bu nadir ve şanslı anlarda, dar kafalı fanatiklik, salt, entellektüel 
sınırlılığın müessif bir göstergesi ve son derecede eğlenceli bir 
sınıflandırmasını gerçekleştirdiği Deliliğe Methiyesi'nde ince ince alay
 ettiği Stultitia, deliliğin birçok çeşit ve şekillerinden biri olarak 
ortaya çıkar. Erasmus'un misyonu için varoluşun anlamı, bütün 
çelişkileri, armoniyle sentezlemektir.  Bu çok taraflı uzlaşma arzusu, 
çağdaşları tarafından takdirle karşılanmış ve Erasmizm neolojizmi 
türetilmiştir. 
Şair, edebiyatçı, ilahiyatçı ve 
pedagog olarak yaratıcı faaliyetin bütün formlarını şahsında 
birleştirmiş olan Erasmus, tamamen farklı şeylerin bile füzyon 
yeteneğine sahip olduğunu düşünmüştür. Her toprakta, her ırk ve sınıfın 
iyi niyetli insanlarını, aydın insanın tek büyük liginde birleştirmek 
hayattaki amacıdır. Kasırgalarla dolu, stresli bir zamanda yaşamak, 
Erasmus'un trajik kaderi olmuştur. O, ilk Alman reformcudur. Devrinin 
taraf tutmayı reddeden tek lideridir.  Amacı her koşulda evrensel kültür
 ve uygarlık mirasını muhafaza etmek, uzlaşmalar olanaksız olduğunda 
bile aracılığı denemek, bağımsız kalmak ve fanatikliğe karşı durmakdır. 
Hiçbir tarafa ait olmayışı (nulli concedo!), çağdaşları tarafından 
kayıtsız ve korkak (laodicean) bir tavır olarak değerlendirilerek 
eleştirilmiş, yalnız kalmıştır. Ancak, manevi hazinesini,  insanlığa 
olan inancını, etrafındaki nefret kasırgasından sağ salim korumayı ve 
dokunulmamış kılmayı başarmıştır. 
Çağdaşı 
reformcuların kaderleri, dramatik akıbetle son bulmuştur: John Huss, 
Savonarola, Servetus yakılmış, Thomas Munzer işkencede ölmüş, John Knox 
çektiği ceza ve cefadan genç yaşta hayatını kaybetmiş, Thomas More ve 
John Fisher'in kafası kesilmiş, Zwingli savaş alanında kendi 
vatandaşları tarafından kılıçtan geçirilmiştir. O, bu şehadetin de 
dışındadır. 
Holbein'ın bizim için 
ölümsüzleştirdiği ışıl ışıl yumuşak bakışlı mavi gözleri, zamanının 
kargaşalı çilesinden ilerisine ve hiç de daha az hareketli olmayan 
içinde yaşadığımız devre bakmaktadır. Bir bibiofildir. Nerede olursa 
olsun, kitaplarla ve çalışma ile inşa edilmiş fildişi kulesinde 
yaşamıştır. Karışık olan herşey onu kızdırır. Mistik ve metafizik 
olandan hoşlanmaz. Geniş ufuklar onu cezbeder ama derinlik onu çekmez. 
Mübalağa ve aşırılık onun mükemmel akılcı zihnine yabancıdır. Devrindeki
 hiç kimse Erasmus kadar batıl inançlardan kurtulmuş değildir. 
Deliliğe
 Methiye'yi bir satir olarak kaleme almış ancak kitap, bütün otoritelere
 karşı bir devrim olarak lanse edilmiştir. 1509'de yaptığı Roma-Londra 
yolculuğunun ardından, şanslı bir saatin çocuğu olarak ortaya çıkmıştır.
 Eser Thomas More'a ithaf edilmiştir ve ismi Moriae Encomium/ Laus 
Stultitiae /In Praise of Folly/ Deliliğe Methiye konmuştur. Erasmus'un, 
burada son derece usta bir şekilde resmettiği kılık değiştirme 
benzersizdir. Burada, acı hakikati ifade eden kelimeleri sarfeden bizzat
 kendisi değildir, kürsüye Stultitia/Folly/Delilik'i yerleştirmiştir. O 
da oradan kendini methetmektedir. Bu eğlenceli quid pro quo dolayısıyla 
okur asla kesin olarak kimin konuştuğundan emin değildir: Ben birşey 
demedim... Diyen Delilik Hanım'dı...  
Dame 
Stultitia / Delilik Hanım, herkesi ele alır: Gösterişli retorikçiler, 
kılı kırk yaran hukukçular, herbiri evreni kendi çuvalına koyabileceğini
 hayal eden, anadan doğma kibirli filozoflar, paragözler,  
akademisyenler ve yazarlar, kumarbazlar ve savaş tacirleri ve nihayet 
ebediyen duygularının esiri,  aşklarının nesnesini bütün güzelliklerin 
ve tatlılıkların zirvesinde hayal eden aşıklar. Şahane bir insan 
deliliği galerisi, Erasmus'un insan tabiatına dair benzersiz bilgisiyle 
bize sunulmuştur (1). 
Michel Foucault'ya göre '' Erasmus ve Deliliğe Methiye'':
Ortaçağ'ın
 sonuna doğru delilik ve deli ikirciklikleri; tehdit ve acı alay, 
dünyanın başdöndürücü akılsızlığı ve insanların önemsiz gülünçlükleri 
içinde esas kişiler haline gelmekteydi ve örneğin, deli, tiyatronun 
merkezinde gerçeğin ortaya çıkmasına neden olan kişi olarak yer 
almaktadır. Delilik bilgin edebiyatı içinde de aynı şekilde tam da aklın
 ve gerçeğin kalbinde iş başındadır. Delilik bir söylev konusudur. 
Erasmus'un metni de bu ciddi metinlerin merkezinde yer alır. Yanısıra: 
Hieronimos Bosch'dan Brueghel'e kadar uzun bir imgeler hanedanı vardır. 
Ölüm
 teması XV. yüzyılın ikinci yarısına kadar veya biraz daha ötelerine 
kadar tek başına hüküm sürmüştür. İnsanın sonu, zamanların sona ermesi, 
salgın hastalıklar ve savaşlar aynı çehreye sahip olmuşlardır. İnsan 
varoluşunu şirazesinden çıkartan şey, bu sona eriş ve kimsenin 
kaçamadığı bu düzendir.  Ölüm dehşeti, sürekli bir alaycılık biçiminde 
içselleşmektedir. Ölüm zaten herşeydir. Delilik ölümün daha şimdiden 
gelmiş halidir. Giderek, delilik teması, ölüm temasının yerine ikame 
edilir. 
Bilgelik, deliliğin heryerde ihbar 
edilmesine, insanlara daha şimdiden ölülerden daha fazla birşey 
olmadıklarının öğretilmesine ve iki terimin birbirlerine yaklaşmasının 
nedeninin deliliğin evrenselleştikçe bizzat ölümle bir ve aynı şey 
haline geleceğinin anlatılmasına dayanmaktadır. 
Deliliğin
 Methiyesi'nin sonuncu bölümünün tümü, her meslek ve her tabunun büyük 
meczupluk rondosunu oluşturmak üzere geçit yaptığı uzun bir delilik 
dansı modeline göre düzenlenmiştir. Buna benzer başka örnekler de 
vardır, ancak  giderek söz ve görüntü arasındaki güzel birlik çözülmeye 
başlamıştır. 
Deliliğin Rönesans'ın ufku 
üzerindeki yükselişi, önce gotik simgeciliğin yıpranmışlığı boyunca  
farkedilmektedir. Gotik biçimler... Söylemeyi, hatırlatmayı ve öğretmeyi
 bırakmışlardır ve fantastik mevcudiyetlerini artık bütün mevcut 
dillerin dışında yalnızca alışık bakışlara ifşa eder hale gelmişlerdir. 
Kendini düzene sokan bilgelik ve dersten kurtulan görüntü, kendi 
deliliğinin çevresinde yörüngeye girmeye başlamıştır. Anlam artık 
dolaysız bir algılama içinde okunamamakta, biçim kendiliğinden 
konuşmaktan çıkmaktadır; onu hareket ettiren bilgi ile kendini dışa 
vurduğu biçim arasında bir boşluk açılmaktadır.  Düş kurmak artık 
serbesttir. İmgeler dünyasının temelden dönüşmesi, çoğalmış bir anlamın 
zorlaması onu biçimlerin sıralanışından kurtarmaktadır. İmgenin altına 
bu kadar çok anlamın yerleşmesine rağmen o artık yalnızca tek bir 
esrarlı cephe sunmaktadır. Ve gücü artık eğitimden değil büyülemesinden 
kaynaklanmaktadır. Bosch, Bouts, Grünwald gibi ressamların yarattığı 
delilik imgeleri dolayısıyla,  hayvanlık evcilleşmekten kurtulmuş, 
insanlığın kalbindeki karanlık kudurganlık ortaya  çıkmıştır... Bu saçma
 figürler gerçekte zor, Şeytan’a kapalı, içe dönük bir bilginin 
unsurlarıdır. Bu, yasak bir bilgidir. Hem Şeytan'ın saltanatını hem de 
dünyanın sonunu, sonuncu mutluluğu ve nihai cezalandırmayı, yeryüzündeki
 kadiri mutlaklığı ve cehenneme düşüşü bildirmektedir. Bunun için 
Dürer'in çılgın intikamın dizginlenemeyen savaşçısı mahşer süvarilerine 
bakmak yeterlidir. Dünya'da zafer, deliliğindir. 
Delilik
 insanı herbir yandan cezbetmektedir. Çünkü kabuslarına tebelleş olan 
hayvan bizzat kendi doğasıdır. Delilik Rönesans'ta insanın bütün 
zayıflıklarının meydana getirdiği koroyu yönetmektedir. Delilikte 
Bosch'un gördüğü haliyle varolan karanlık kozmik dışavuruma ilişkin 
herşey Erasmus'ta ortadan silinmiştir. Delilik artık dünyanın dört bir 
yanında insanı eline geçirmek için pusuya yatmaktan çıkmıştır, insanın 
içine sinsice süzülmektedir. Veya daha doğrusu insanın kendi kendiyle 
sürdürdüğü hassas bir ilişkidir. Deliliğin mitolojik olarak 
kişiselleştirilmesi Erasmus'ta edebi bir yapmacıktır. Fiili durumlarda 
yalnızca delilikler-deliliğin insani biçimleri vardır.  
Erasmus'un
 tasarımında, deliliğin kendi dansının içine sürüklediği figürlerin ilki
 Philantia / benbenlik-özsaygıdır. Kendine  bağlılık deliliğin ilk 
işaretidir. Fakat insan kendi kendine bağlı olduğu için hatayı doğru 
olarak, yalanı gerçek olarak, şiddet ve çirkinliği güzellik ve adalet 
olarak kabul etmektedir. Deliliğin XV. yüzyıldaki deneyi, edebiyatın ve 
felsefesinin ifade alanında öncelikle ahlaki bir taşlama edasına 
bürünmüştür. Bosch, Bruegel ve Dürer'in tamamen dünyalı seyirciler 
olmalarına ve etraflarında kanadığını gördükleri şu deliliğin içine 
kaymış olmalarına karşılık, onu tehlikeden korunacak kadar uzaktan 
algılamaktadırlar. Bosch, Bruegel, Thierry Bouts ve imgelerin tüm 
sessizliği delilik güçlerini saf bakış evreninde seferber etmektedir. 
Öte yandan Brant ve Erasmus'la, tüm hümanist gelenekle birlikte delilik,
 söylemin evriminin içine alınmıştır. Burada damıtılmakta, incelmekte, 
aynı zamanda silahlarını kaybetmektedir. Her kişi ona boyun eğmiş hale 
gelebilir ama onun saltanatı her zaman küçük çaplı ve nisbî olacaktır; 
çünkü bilgenin bakışları karşısında kendini vasat gerçekliği içinde ifşa
 edecektir, onun gülüşünün nesnesi haline gelecektir. Bundan ötürü onun 
için örülen defne taçlar onu zincire vurmaktadırlar. İsterse bütün 
bilimlerden daha bilgili olsun gene de onu delilik sayan bilgeliğin 
karşısında eğilmesi gerekecektir. 
Son söze sahip 
olabilir ama hiçbir zaman dünyanın gerçeğinin son sözü değildir. Kendini
 meşrulaştırdığı söylev sadece insanın eleştirel bilincine dahildir. 
Ancak deliliği dil alanında bir deney haline getiren Rönesans esprisi  
zamanla yok olmuştur. Ama bunun bir yok olma değil gizlenme olduğuna 
Sade ve Goya tarafından tanıklık edilmektedir. Deliliğin trajik ve 
kozmik deneyi, deliliğin eleştirel bilincinin ve onun felsefi veya 
bilimsel, ahlaki veya tıbbi biçimlerinin altında, sağır bir trajik 
bilinç uyanık kalmayı sürdürmüştür. Nietzsche'nin son sözlerini, Van 
Gogh'un son görüşlerini uyandıran odur. Freud'un yolunun en uç 
noktasında hissetmeye başladığı herhalde o olmuştur (2). 
Deliliğe Methiye:
Benim
 için ne derlerse desinler (çünkü deliliğin zırdeliler tarafından bile, 
her allahın günü nasıl hırpalandığını bilmez değilim) tanrısal 
etkilerimle tanrılara, insanlara sevinç saçan ben, yalnız benim. Bakın 
ben de bir övgü yapacağım ama bu ne Herakles'in ne Solon'un övgüsü, 
benim övgüm yani “Deliliğin Övgüsü” olacak. İşte ben, gördüğünüz gibi 
nimetlerin gerçek dağıtıcısı, Latinlerin Stultitia, Yunanlıların da 
Moria dedikleri deliliğim. Her yerde o kadar kendime benzerim ki, hiç 
kimse beni saklayamaz... Pek deli dinleyicilerim niçin olmasın? 
Deliliğin mesleğini tanıyanlara verebileceği en şerefli ad. Ama aslımı 
neslimi bilmeyen bir çok kimseler bulunduğundan bunu da Musa'ların 
yardımı ile tanıtmaya çalışayım. Ben ne Khaos'dan, ne de cehennemlerden 
çıktım; hayatımı ne Saturn'a, ne Yafes'e, ne de o eski püskü tanrılardan
 herhangi birine borçluyum. Babam Plutus'tur (Zenginlik). O bana 
Neotete'yi, gençliği, ana olarak verdi. Aşkın en tadına doyulmaz 
vecitleri içinde doğdum. Saadet Adaları'nda dünyaya geldim. Dünyanın en 
zarif iki perisi, Bakkhos'un kızı Metne, sarhoşluk ile Pan'ın kızı 
Apodie, cahillik sütninem olmuşlardı. Onları burada arkadaşlarım, 
cariyelerim (nedimeler) arasında görüyorsunuz. Cariyelerimden söz 
açılmışken onları da size tanıtayım. Şurada size küstah bir eda ile 
bakanı Benbenlik / Philantia'dır. Öteki güleryüzlü, elleri alkışlamaya 
hazır olanı Yüzegülücülük / Colacia'dır. Burada uyuklayan, şimdiden 
dalmış görünen Unutma / Lethea tanrıçasıdır.  Daha ötede Tembellik / 
Misoponia kollarını kavuşturmuş, dirseklerine dayanmaktadır. 
Çelenklerinden, güllerle örülmüş taçlarından, süründüğü latif kokulardan
 Şehvet / Hedonea'yı tanımadınız mı? Hayasız, kararsız bakışlarla 
etrafına fıldır fıldır bakan cariyeyi görmüyor musunuz? Bu Bunaklık / 
Anoia'dır. Teni o kadar parlak, vücudu pek temiz, tombul olan Zevkü Sefa
 / Trypea tanrıçasıdır. Ama bütün bu tanrıçalar arasında iki de tanrı 
görüyorsunuz: Comus / İyi Hayat ile Morpheus / Derin Uyku. 
Evrende
 var olan herşeyi bu sadık hizmetkarların yardımı ile hükmüm altında 
tutar, yeryüzünü yönetenleri  onların aracılığı ile ben yönetirim (3). 
Roland Barthes'a göre  Delilik ve Fotoğraf:
Deli
 mi, uysal mı? Fotoğraf ya biridir, ya da öteki: eğer onun gerçekçiliği 
bağıl, estetik ve deneye dayanan alışkanlıklarla yumuşatılmış olarak 
kalırsa (kuaförde, dişçide bir magazini karıştırmak) uysaldır; eğer bu 
gerçekçilik mutlaksa ve sözgelişi özgünse, seven ve korkmuş bilinci 
Zaman'a geri dönmeye zorunlu kılıyorsa, delidir: nesnenin gidişini 
tersine çeviren ve burada sözümü bitirirken fotografik esrime demem 
gereken duyguları kesinlikle altüst eden bir harekettir. Fotoğrafın iki 
yolu işte bunlardır. Seçim artık bana ait: görünümünü kusursuz 
yanılsamaların uygar koduna sunmak ya da onun içinde yola gelmez 
gerçeklikle yüzyüze gelmek. (4)
Fotoğraf ve Delilik:
Fotoğrafçılar,
 insanlık durumunu kaydeder, belgeler, iletir ve yorumlarlar. 
Dolayısıyla delilik, fotoğrafın bir temasıdır. 1839'dan bu yana, 
delilik, tıbbi ve bilimsel bağlamda sistematik olarak belgelenmektedir. 
Fotoğraf Tarihini /Tarih'in fotoğraflarını (5) ütopik bir görsel harita 
olarak düşündüğümüzde Erasmus'un Deliliğe Methiyesi'nin mükemmel bir 
illüstrasyonu olduğunu görebiliriz. 
Amatör 
fotoğrafçılar, primitif bir tecessüs seyrinin tatmini, filantropist bir 
şov, politik riskten uzak bir öteki tanımlama fırsatı, iyi fotoğraf 
çekmenin boş gururu gibi nedenlerle delilik konusuna heyecanla 
yaklaşırlar.  Profesyoneller ise deliliğin en otantik ötekilik anlamına 
geldiğini ve fotoğrafik kalitenin ölçütünün her zaman olduğu gibi bunu 
da kişisel bir tecrübe gibi özdeşleşerek tanımlamak olduğunu bilirler. 
Mükemmel
 de olsa deliliğin fotoğraflarının, deliliği saf/sonsuz temsili mümkün 
müdür? Çünkü insanların/seyircilerin bu tür görüntülerle bağlantısı, 
genellikle rastgele empatiye dayalıdır. Yanısıra doktor, polis, hukukçu,
 gazeteci, psikolog vb. gibi değilsek böyle fotoğraflar, 
mesleki/işlevsel  bağlamının dışında akademik ve entellektüel bağlamda 
hep bir metafor olmaya mahkumdur. Erasmus aşkına! 
Entellektüellerin
 dünyanın kaç bucak olduğundan bihaber monologlarında, sosyal 
bilimcilerin yöntembilimsel stresle perişan, soluk psikanaliz kuramı 
uyarlamalarında, fotoğraflardaki vehameti profesyonel seyircilik adına 
görmezden gelip yalnızca sözkonusu fotoğrafın, fotoğrafik dil 
yetisindeki bir evrim halkası olup olmadığını tartışan estetlerin 
yabancılaşmış tavırlarında, deliliği kampanyalarına malzeme eden 
reklamcıların sloganlarında, kaligarist küratörlerin, bienalimizin 
esprisi formüllerinde, deliliğin görüntüleri, sık sık bir metafor olarak
 kullanılır. Delilik, en dolaysız şekilde, akıl hastaları ve akıl 
hastaneleri kategorisinde tanımlanabilir. Sözkonusu kategori, 
fotoğrafçılar için paradoksal olarak serbest alanlardır. 
Çünkü
 nasılsa fotoğraflar genelde görsel kültür, özelde de fotoğraf kültürünü
 temsil eden, editör, küratör, akademisyen, kuramcı gibi oligarşik 
unsurların nesnesi haline gelecektir. Tematik öneminin ötesinde zaman 
zaman nadiren de olsa ''deliliğin trajik ve kozmik deneyi ''nin (6) 
mevcudiyeti fotoğrafçı tarafından saptanır. Ama bu, kimse için bir tanım
 ya da açıklama değildir. İfade edilen gizli bir bilginin gizliliğidir. 
 Böylesi durumlar, fotoğrafın şanlı anlarıdır. 
Örnekler:
David Seymour,
 1948'de Polonya'da ''Teresa'' adlı küçük bir kızın portresini çeker. 
Teresa, toplama kampında büyümüştür ve ev resmi yap dendiğinde, tahtayı 
karalamaktadır ( 7); Kaos!
Eugene Smith  | |
Eugene Smith,
 1958/1959'da Haiti'de ünlü çalışmalarından birini gerçekleştirir. 
Burada cüzzamlıların ve delilerin de fotoğrafları yer alır. Michel 
Foucault 'nun Deliliğin Tarihi'ni yayınlamasından (1961) önce Haiti'de 
Deliliğin Tarihi'ni  yazmıştır (!)
.
Raymond Depardon, 1979/1980'de Torino, Trieste, Venedik gibi Kuzey İtalya şehirlerindeki akıl hastanelerinde kapsamlı röportajlar gerçekleştirmiştir. Bu süblim yorum, deliliği intakt bir şekilde muhafaza etmektedir.
Raymond Depardon  | 
Raymond Depardon  | 
|
Joseph Koudelka,  | |
Joseph Koudelka,
 1988 ve 1995'de Palermo'da genellikle yaptığı gibi panoramik 
çalışmıştır. Ama O, mitolojik bir üsluba sahiptir. Dolayısıyla bizim 
zihinlerimiz onun geniş peysaj panoramiklerine alışkındır. Oysa birden, 
bir akıl hastanesinin zeminine yapışır kalırız; diğer hastalarla 
birlikte!
Steve Mc Curry,
 1994'de Afganistan'da çalışırken Kabil'de akıl hastanelerinin durumunu 
ve akıl hastalarını da çekmiştir. Savaş yüzünden herkes gibi onlar da 
terkedilmiştir. Bu elejik manzaranın dışında ilgili hiçbir kavram, koşul
 ya da nedenin bir anlamı yoktur. Delilik, anlamı yok etmiştir. 
Chien-Chi Chang  | |
.
.
.
.Chien-Chi Chang, 1998'de Taiwan'daki Lung-Fu Tang Tapınağı'nda tedavi edilen akıl hastalarının fotoğraflarını çeker. Ancak görüntüler boyunca işler karışır: Bu fotojurnalistik bir röportaj mıdır, yoksa bir moda çekimi seansı mıdır? Olağanüstü bir zarafete sahip bu figürler, Chien-Chi Chang'ın tapınaktaki eğlenceli stüdyosunda, cazibelerinden emin, tatlı ve masum bir tavırla kamerayla gönül eğlendirmektedirler.
.
.
.Chien-Chi Chang, 1998'de Taiwan'daki Lung-Fu Tang Tapınağı'nda tedavi edilen akıl hastalarının fotoğraflarını çeker. Ancak görüntüler boyunca işler karışır: Bu fotojurnalistik bir röportaj mıdır, yoksa bir moda çekimi seansı mıdır? Olağanüstü bir zarafete sahip bu figürler, Chien-Chi Chang'ın tapınaktaki eğlenceli stüdyosunda, cazibelerinden emin, tatlı ve masum bir tavırla kamerayla gönül eğlendirmektedirler.
Lise Sarfati  | |
.
Lise Sarfati, 2000 yılında Nikolsko, Rusya'da bir akıl hastanesinde fotoğraflar çekmiştir. Bu görüntüler hatıra fotoğrafı saydamlığında saptamalardır. Hatta bir görüntüde birkaç akıl hastası/birkaç kafadar, Sarfati'ye samimi bir grup pozu vermiştir.
Lise Sarfati, 2000 yılında Nikolsko, Rusya'da bir akıl hastanesinde fotoğraflar çekmiştir. Bu görüntüler hatıra fotoğrafı saydamlığında saptamalardır. Hatta bir görüntüde birkaç akıl hastası/birkaç kafadar, Sarfati'ye samimi bir grup pozu vermiştir.
David Nebreda  | |
David Nebreda,
 1990'lı yıllardan beri hep otoportre çalışmaktadır. Şizofreni 
hastasıdır. Fotoğraflarında, primitif bir kurban ritüelinin ya da hem 
inanan kişi, hem de adak olarak çift taraflı bir kefaret agonisinin 
ikonografik çağrışımlarıyla kendini teşhir eder. Şizofreni gerçektir; 
Nebreda'nın şizofrenisi gerçektir. Fotoğrafları, albümleri, sergileri 
gerçektir. Ama Madrit'in içinde böyle bir soyutlanma nasıl mümkün 
olabilir? Çünkü delilik bu bağlamda artık antropolojik bir sorundur. 
Erdal Kınacı,
 2006' da gerçekleştirdiği, “Engelsiz Yaşam İçin Fotoğraflar” projesinin
 geniş skalasında zihinsel özürlü insanlara da yer vermiştir. Burada 
fotoğraf, hümanist bir belgelemenin ötesinde, mazlum, mağdur, muhtaç 
durumdaki bir varlıkla kayıtsız şartsız özdeşleşme anlamına gelir. Buna 
bağlı olarak fotoğraf çektirenler ve fotoğrafı çeken, delilik temalı bir
 koreografinin ortak figürleri olmuşlardır. “Gir-Geç Pansiyonlar” (2008)
 projesindeki fotoğraflardan biri olan, dazlak kafasında ‘tuvalet 50 
krş’ yazan adamın fotoğrafı, delilik kavramının kristalize temsilidir 
(8). Hem belgesel fotoğraf hem de sanat fotoğrafı alanında faaliyet 
gösteren Kınacı, deliliği, bazı fantastik kurgulamalarında da 
işlemektedir. Örneğin, boşlukta asılı, antika bir dikiş makinasını 
seyreden ahtapot-adam! ''Hayvan ile nesnenin ortasında, bir anlamın 
kesinliğinden çok, imgeye özgü prestijlere daha yakın olan meczup 
varlık! (not); Geç Gotik-Erken Rönesans ikonografisinin Boschvari, 
ayrıcalıklı iğva figürü (9); Maldoror Şarkıları'ndaki enigmatik güzellik
 tanımlaması! Postmodern yaratıcılığın anakronik haritasının bir 
noktasında birdenbire beliriveren neo-sürrealist bir illüstrasyon!
Erdal Kınacı  | 
Erdal Kınacı  | 
|
Dipnotlar:
1-
 Stefan Zweig, Erasmus The Right of Heresy, Translated by Eden and Cedar
 Paul, Cassell, London, 1951, s. 1, 3, 5, 10, 12, 13, 34, 38, 54, 56, 
77. 
2- Michel Foucault, Deliliğin Tarihi I, Fransızca aslından çeviren Mehmet Ali Kılıçbay, İmge, Ankara, 1992, s. 32, 33, 34, 35, 38, 39, 41, 44, 46, 47, 48, 51, 52, 53.
3- Desiderius Erasmus, Deliliğe Methiye, Çeviri ve notlar Şerif Hulusi, Remzi, İstanbul, 1956, s. 6, 10, 12, 13, 14.
4- Roland Barthes, Camera Lucida. Türkçesi:Reha Akçakaya, Altıkırkbeş, İstanbul, s123, 124.
5- Andrew E. Hershberger, ''The Past, Present and Future of the History of Photography'', History of Photography, Vol. 30, No. 3, Autumn 2006, Taylor and Francis, London, s. 203.
6- Michel Foucault, a. g. e. , s. 52
7- magnumphotos. com
8- Simber Atay-Eskier, ''12 Eylül, Küreselleşme ve Fotoğraf'', fotoritim. com, Eylül 2009 sayısı.
9- Michel Foucault, a. g. e. s. 40.
2- Michel Foucault, Deliliğin Tarihi I, Fransızca aslından çeviren Mehmet Ali Kılıçbay, İmge, Ankara, 1992, s. 32, 33, 34, 35, 38, 39, 41, 44, 46, 47, 48, 51, 52, 53.
3- Desiderius Erasmus, Deliliğe Methiye, Çeviri ve notlar Şerif Hulusi, Remzi, İstanbul, 1956, s. 6, 10, 12, 13, 14.
4- Roland Barthes, Camera Lucida. Türkçesi:Reha Akçakaya, Altıkırkbeş, İstanbul, s123, 124.
5- Andrew E. Hershberger, ''The Past, Present and Future of the History of Photography'', History of Photography, Vol. 30, No. 3, Autumn 2006, Taylor and Francis, London, s. 203.
6- Michel Foucault, a. g. e. , s. 52
7- magnumphotos. com
8- Simber Atay-Eskier, ''12 Eylül, Küreselleşme ve Fotoğraf'', fotoritim. com, Eylül 2009 sayısı.
9- Michel Foucault, a. g. e. s. 40.
