‘Başarısızlık şairin en büyük korkusu ve 
karşısında hayal gibi duran sürekli arkadaşıdır.. 
               Dave Smith 
 Raşel Rakella Asal 
           
 1932 de Boston’da doğdu.  Doğuştan yetenekli, çok disiplinli ve 
çalışkan bir öğrenciydi.  Smith College’indeyken başarı üstüne başarı 
elde ediyordu.  Katılıp da kazanmadığı şiir yarışması neredeyse yoktu. 
Edebiyat dalında çok üretken bir yazar olmaya çalıştı.  Olaylar herkesi 
etkilediğinden daha fazla etkiledi onu. Cambridge Üniversitesine 
 romancı Olive Higgins Prouty tarafından sağlanan burs sayesinde girdi. 
Burada İngiliz edebiyatı üzerinde yüksek lisansını aldı. Prouty onun 
sürekli dostu ve gözetmeni oldu.  1953’de ‘Mademoiselle’ dergisinin 
açtığı şiir yarışmasında birincilik ödülü aldı.  Ödül olarak bu dergide 
bir ay konuk yazı işleri müdürlüğünde çalıştı.  Akademik kusursuzluğu 
rahatsız edici boyutlara vardı.  Daha iyi yazma hırsı onu yetenekleri 
konusunda kuşkularının artmasına neden oldu.  Çalıştığı bu ortam onu 
zamanının ünlü yazarları ile tanıştırdı, onlarla yakınlaştı.  Kendine 
güveni sarsıldı.  İyi bir yazar olma hırsını taşıyordu.  Dev isimler 
arasında bulunmak onlarla yarışmak gereğini duymak dehşete kapılmasına 
ve tüm yaşamını etkileyen çelişkilerini geliştirmesine neden oldu. 
Harvard üniversitesi yaz okuluna yazarlık kursuna kabul edilmemesi onu 
ruhsal bunalıma itti.  Çeşitli elektro şok tedavilerinden sonra intihara
 kalkıştı.   14 Temmuz l953 yazında geçirdiği ruhsal çöküntüden önceki 
 son günce girişi şöyle:   
           ‘Bir
 öykü oku:  Düşün.  Yapabilirsin.  Dahası, yapmalısın, uyku sırasında 
sürekli kaçmamalısın – ayrıntıları unutmamalısın – sorunları 
umursamazlık etmemelisin – kendinle dünya arasında ve bütün parlak 
zekalı neşeli kızlar arasında duvar çekmemelisin - : lütfen düşün – 
kurtul bundan.  İnan, sınırlı benliğinden daha yüce yararlı bir güce:  
Tanrım, tanrım, tanrım:  Neredesin?  Seni istiyorum, ihtiyacım var:  
Sana ve sevgiye ve insanlığa inanmaya.  Böyle kaçmamalısın.  
Düşünmelisin.’  
           
 Ruhsal çöküntüsüne ilişkin elektrik şokları içeren tedavisi bittikten 
sonra 1954’te Smith College’e geri dönüp, daha önce kendisinden başka 
kimseye verilmemiş özel bir başarı belgesiyle mezun oldu. Daha yürekli 
ve daha sevecendi. Birkaç şiir ödülü aldı.  1955’te mezuniyetinden sonra
 Fullbright bursu kazanarak Cambridge’deki Newriham College’e geçti.  
Orada genç İngiliz şair Ted Hughes ile tanıştı. 1956’da Dostoyevski’nin 
yapıtlarındaki ‘çift kişilik’ üzerine hazırladığı tezle mezun oldu.   Bu
 tezdeki başarısı ile okulun bütün ilgisini üzerine toplamıştı.  
Edebiyat eleştirmenlerince tezinin konusu olan ‘gerçek’ ve ‘sahte’ 
sorunuyla ne denli boğuştuğunun göstergesi olarak yorumlandı.    
           
 Sylvia ailesinin ilk çocuğudur.  Babası Otto Plath, Boston 
üniversitesinde hayvan bilimcisi (zoology) ve Almanca öğretmenidir.  
Sylvia’nın doğumundan iki yıl sonra oğlan kardeşi Warren doğar.  Alman 
göçmen Otto Plath aynı zamanda örümcek ve akrep gibi hayvanlar üzerinde 
makaleler ele almış, arılar hakkında da bir kitap yazmıştır.  Avusturya 
göçmeni anne Aurelia Plath’in  geniş entelektüel çevre içinde bulunması 
onu  çocuklarının eğitimi üzerinde iddialı ve hırslı olmaya iter.  
Sylvia Plath’ın (Sylvia Plath: Bir biografi) hayatını kaleme alan Linda 
Wagner-Martın’e göre baba Otto Plath çocuklarına karşı son derece 
katıdır.  Onlara pek zaman ayırmaz ve onlara mesafelidir.  Çocuklarının 
tek sevgi kaynağı anneleridir.  Sylvia Plath’ın kısa yaşamında annesine 
yazmış olduğu üç yüze yakın mektup bunun en belirgin örneğidir. 
           
 1940 yılında, Sylvia sekiz yaşındayken babasını kaybeder. Babası ihmal 
ettiği ve tedavi olmadığı şeker hastalığının kangrene çevirmesinden 
dolayı vefat etmiştir.  Baba kötüye giden sağlık  durumunu ailesinden 
saklamıştır.  Bu ani ölüm karşısında anne Aurelia Plath eşinin çalıştığı
 Boston üniversitesinde steno ve sekreterlik dersleri vermeye başlar.  
Bu tarihten itibaren ailenin maddi sıkıntıları hiç bitmez. Fedakar, 
mükemmeliyetçi bir kadın olan  annesi  kızından da ‘en iyisi’ni ister.  
Kızından esirgediği anlayış ve empati Sylvia Plath’in  ruh sağlığını 
 gittikçe kötüleştirir. Annesinin desteğiyle okulun önde gelen 
öğrencilerinden olsa da, okuldaki başarısı bile  altüst olan ruhsal 
dengesini onarmaya yetmez. 1953’te yirmi bir yaşındayken fazla dozda 
uyku hapı alarak ilk intihar girişiminde bulunur.   
           
   Baba imgesi en belirgin imgelerindendir.  Babası ile hep sorunlar 
yaşamıştır.  Plath, baba ile yaşadığı  iletişimsizliğin izlerini  l963 
yılındaki intiharına dek hep içinde taşır.  Bu çekişme Plath’ı manik 
depresif, şizofren, içine kapanık, öfkeli, bezgin ve intihara yatkın bir
 duruma getirir.  Sylvia Plath babası ile olan bu olumsuz ilişkisini 
henüz o yıllarda sıcak olan Nasyonal Sosyalizm ve lll. Reich rejimi ile 
özdeşleştirir.  ‘Babacığım’ şiirinde babasını acımasız, kan dökücü, 
insanlıktan uzak SS subaylarıyla özdeşleştiren şair, kendisini de 
masumiyeti sembolize eden toplama kampına kapatılmış Yahudi bir kıza 
benzetir.  Bu konuda diğer bir yorum, Sylvia’nın babasına beslediği 
öfkenin kaynağının, babasının erken yaşta ölerek onu yalnız bırakmasına 
karşı babasına duyduğu sitemoldoğudur. Baba kendisi öldüğü için  o da 
şiirinde  babayı öldürecek, böylece ondan bağımsızlaşacaktır.   
         
 ‘Dikenli tellere takıldı kaldı/ich, ich, ich, ich/Güçlükle 
konuşurdum/Her Alman’ı sen sanırdım/Hele o yüz kızartıcı dilin’  
         
 Plath’ın babasına duyduğu öfkenin boyutları oldukça korkutucudur.  Bu 
öfke yer yer karşılanılması zor bir intikam duygusuna dönüşür.  Bu 
duygunun baskınlığı Plath’in şiirlerinde cinayet işleme isteği formunda 
açığa çıkar:  
          ‘Babacığım öldürmek zorundayım seni.../Ben zaman bulamadan ölüverdin...’  
           
 Yaşamı boyunca babasına karşı beslediği öfke, Sylvia’nin intiharından 
önce yazdığı ve geniş yankılar uyandıran ‘Babacığım’ şiirinin son 
dizelerinde artık önü alınamaz bir hale gelir:  
            ‘Baba, baba, seni piç/Artık seninle işim tamamen bitti’  
            
 Hayatına girmiş ya da hayatını belirlemiş erkekleri tehdit eder bir 
bakıma bu şiirinde.  Öldürmek istediği eril ideoloji ve faşist 
patriyarkadır.  Yaşamındaki tüm haksızlıkların sorumlusu olarak gördüğü 
babasına Yahudi tutsaklar üzerinde biyolojik deneyler yapan Alman 
doktorların kimliğini yakıştırır bu şiirinde.   Babayla buluşma onu 
ölüme çağırır, ancak yeniden doğuşa da bir davetiyedir.  Bu yeniden 
doğuş sayesinde, erkekleri yiyen yamyam bir cadıya dönüşecektir.  
              ‘Ben diriliyorum, kalkıyorum işte/Küllerin arasından, kızıl saçlarımla/Ve insan yiyorum hava solurcasına’       
           
 1956’da Ted Hughes’la evlendi.  Karı koca şairler dünya görüşlerini,  
yazımsal kaynaklarını paylaşırlar,  birbirlerini eleştirdiler.  O güne 
değin Plath teknik üstünlüğe ermiş, şiirlerini zekice yapılandırmıştı.  
Kullandığı sözcükleri özenle seçmeliydi, hatta sürekli  yeni sözcük 
türetiyor, şiir içinde ölçüye dikkat ediyordu.  Tek sıkıntısı yavaş 
üretmesiydi.  Daha üretken olmak için üzerinden baskıları atmalıydı.  
Şair kocası ona çeşitli yazma alıştırmaları gösterdi,  yeni konular 
bulabilmek için bilinç dışına ulaşmanın yöntemlerini denemesini önerdi. 
 Plath kocası Ted Hughes’e tıpkı  babası gibi putlaştırıp onun 
beğenisini, onayını bekliyor ve şiirlerini on sunarken çok 
heyecanlanıyordu.  Kocası YMHA Şiir Merkezi İlk Basım ödülü aldığı zaman
 annesine yazdığı bir mektupta şöyle diyordu. 
            ‘yayımlanan
 kendi kitabım olsa daha mutlu olmazdım... aramızda rekabet diye bir şey
 yok, yalnızca karşılıklı sevinç ve ödül kazanan yapıtlarımızı ikiye 
katlama duygumuz’ 
           
 ‘...hiçbir zaman olmadığım gibi şiir yazıyorum;  en iyilerini,  kendi 
içimde güçlüyüm ve dünyada benim dengim olabilecek bir adama aşığım...’ 
          
 Oysa aralarında büyük bir rekabet olduğu kesindi.  Plath ve Hughes’ın 
şiir anlayışları tamamen birbirlerinden farklıydı.  Hughes akıllcı 
şiirler yazmak peşindeydi, Plath daha tutkulu ve duygusal şiirler 
yazmaktan yanaydı.  Hughes edebiyat alanında alkışlanırken, Plath’in 
öfkesi kınanıyordu.  Plath iki çocuk annesi biri gibi hanım hanımcık 
yazmıyordu, oysa Hughes tam cinsel kimliğine uygun, yani ‘adam gibi’ 
yazıyordu. Ayrıca, Hughes Sylvia Plath’in eşi olarak karısının tüm yayın
 haklarını elinde tutuyordu.  Hatta onun toplu şiirlerinin kapağına ‘Ted Hughes tarafından yayına hazırlanmış ve sunulmuştur’ diye yazılmasına Sylvia Plath’in engel olmaması, Plath’ın Hughes’ı gözünde  ne derece  büyüttüğünün  göstergesidir. 
           
 1957 yılında Cambridge’deki çalışmalarını tamamladıktan sonra kocası 
ile Amerika’ya döndü. Boston’da Robert Lowell’in verdiği şiir yazımı 
seminerine katıldı.  Lowell’dan etkilendi.  Daha az kontrollü, biçimde 
daha bireysel ve son derece kişisel yaşantılarının özgürce yansıtıldığı 
şiiri tanıdı, benimsedi.  
            1957 – 
1959 yılları arası ‘The Red Book’ (çocuk şiiri) ve ‘Johnny Panic’ ve  
‘In the Bible of Dreams’ adı altında öyküler yazdı. 
           
 1960’da ilk şiir kitabı ‘The Colossus’ yayımlandı, çok olumlu 
eleştiriler aldı. Uygarlık sembollerinden biridir Colossus.  Bu heykel 
Rodos limanının girişinde bulunan  Yunan mitolojisinden Güneş Tanrısının
 heykelidir.  Antik dünyanın yedi harikasından biri olarak kabul 
edilir.  Bu heykel  M:Ö 224 yılında bir deprem sırasında yıkılmıştır.  
Gösterişli biçimde büyük, ezici, ve insanları küçümseyen bakışlar 
fırlatan  bu heykeli,  Sylvia Plath ‘The Colossus’ şiirinde babasıyla 
özdeşleştirirken, bir yandan da varlığını ‘anıtlar’ dikerek süsleyen 
uygarlığı eleştirir. Bazıları da şiirde verilen ‘parçalanmışlık’ 
duygusunu dünya savaşlarının ardından insanlığın uğradığı kişilik 
bölünmesi olarak da yorumlamışlardır.  Babasını bu heykel gibi 
paramparça görür; tıpkı onun gibi  ‘taş gibi soğuk’ ve ‘yıkık’.   Şöyle 
ifade eder:  
          ‘Seni hiçbir zaman bütünüyle birleştiremem artık,/Kırık parçalarını ucuca getirip, yapıştırıp'. 
          
 Yarı otobiyografik olan tek romanı Sırça Fanus’ta, 1950’lerin  
Amerika’sında kadın olmanın ne anlama geldiğini de sorguladı.  Sırça 
Fanus imgesi kadını çevreleyen toplumu ifade ettiği kadar, kadının 
toplumun onu koyduğu yerden çıkışsızlığını da dile getirir.  Fanusta 
yaşamaktan kurtulmak için ölmek, bu rüyadan uyanmak gerekir.  Ama orada 
ölmek de yaşamak kadar zordur, çünkü ölmek ‘bir sanattır, her şey gibi.’
 Bu romanında 1953’deki ruhsal bunalımından yola çıkarak ‘ben’ini 
bütünlemeye çalışan ve kendine özgü yeni bir benlik arayışı içinde olan 
yazarlık yeteneğine sahip genç bir kadının öyküsünü anlatır.  Bu kitapta
 bir çıkış yapacağını ve adının tanınmış yazarlar arasında anılacağını 
ummuştu.  Bu başarısızlık onu roman yazmaktan ürkütür.  Tekrar dergilere
 kısa öyküler yazmayı sürdürür.  
      
      ‘Bir gün bir yerde, okulda, Avrupa’da, herhangi bir yerde, o 
boğucu çarpıtmalarıyla sırça fanusun yeniden üzerime inmeyeceğini nasıl 
bilebilirdim?  O sırça fanus ki, içinde ölü bir kelebek gibi tıkanıp 
kalmış biri için dünyanın kendisi kötü bir düştür’.      
           
 Evliliğinden iki çocuğu olur.  Ancak aradığı dinginliği bir türlü 
kocasından bulamaz.  Evlilikten beklediği koruyucu erkek imgesi yerini 
ev işleri ve  mutfak alır. Hatta intiharını da mutfakta gerçekleştirir. 
 Evlilikten aradığını bulamaz.  Bu beraberliği yapay, dayanılması zor, 
karşılıksız ve sadakatsiz bir süreç olarak niteler ‘Aday’ şiirinde.  
Evlenmeyi düşünenlere ya da evlenmiş olanlara bir öğüt niteliği taşır 
şiir: 
           ‘Çay getirecek/Baş ağrılarını geçirecek ve ne dersen yapacak/Bir el/Evlenir misin/Garantisi var’  
    
       Yaşamına eklenen bu yeni ve boyutları oldukça büyük düş kırıklığı
 Plath’ın ruhsal durumunu içinden çıkılmaz bir hale getirir.  Plath’in 
dikkat çekecek kadar güzel bir kadın olmaması, güzellik konusundaki 
komplekslerinin kocası Ted Hughes üzerinde bir baskı oluşturmasına neden
 olmuş ve Plath, kocasının yanındaki bütün kadınları potansiyel birer 
rakip olarak algılamıştır.  Bu korkunun izinden giden Sylvıa, ev sahibi 
ile kocasının ilişkisini öğrenir ve bu bilgi Plath’ın ruhsal 
bunalımlarının artmasına yol açar.  Kendisini  hapis hayatında yaşıyor 
olarak betimlediği ‘Sırça Fanus’ta kocasının bu sadakatsizliğine 
değindiği bölümler kocası tarafından sansüre uğrar ve kitaptan 
çıkarılır.  Bu noktadan sonra Plath yalnız bir kadındır ve ölüm arzusunu
 şiirlerinde yoğun olarak işler.  Böylece şiddet Plath şiirinin ana 
imgesi olmuştur.  Plath kocasının da bulunduğu evini canlı canlı 
gömüldüğü bir mezara benzetir: 
            ‘Pek yakında, evet pek yakında/Mezar inimin yediği etim/Gene üstümde olacak eve gittiğimde’  
            
 Başka bir şiirinde ise Ted Hughes’ı korumasız bir gemiye ya da koruması
 gereken bir gemiye saldırıda bulunan  II. Dünya Savaşı Japon intihar 
uçaklarına benzetir: 
            ‘O ince/Kağıtsı duygu/Sabotajcı/Kamikaze adam’  
          
 Sylvia aldatılan her kadın gibi Ted Hughes’e boşanma davası açar.  
Mahkeme sürecinde edebiyat çevresindeki arkadaşları iki tarafı da bu 
kararlarından vazgeçirmek için arabuluculuk yaparlar.  Ted Hughes 
çocuklarının annesinden defalarca özür diler, ancak her bağışlama yeni 
bir aldatma ile sonuçlanır.  Hughes Sylvia’dan vazgeçemediği kadar, 
Londra edebiyat çevrelerinde kendine hayranlık besleyen kadınlardan da 
vazgeçemez.  Bir süre sonra karı-koca ayrı evlerde yaşamaya başlarlar.  
Bu arada Slyvia Plath’in şiirlerini okuyan bir basım evi sahibi bu 
şiirleri basar.  Bu şiirleri İngiltere’de olumlu karşılanır.  Ancak bu 
başarı bile Sylvia’yı intihardan kurtaramaz. 1963 yılında iki çocuğunu 
yataklarına yatırır, gazdan etkilenmesinler diye pencerelerini açar, 
üzerlerini açık bir nokta kalmayacak şekilde örter, kızı Freida’nin 
başucuna bir bardak süt bırakır ve kafasını mutfaktaki gaz fırınına 
sokarak intihar eder. Yanı başında üstünde doktor çağrılmasını isteyen 
bir not duruyordu’.  Takip eden yıllar boyunca mezar taşındaki Hughes 
soyadı Plath hayranlarınca defalarca tahrip edilir. 
           
 1962’de bir kadınlar koğuşunda geçen manzum kısa oyunu ‘Three Women’ 
(Üç Kadın)’ı  küçük oğlu Nicholas’ın doğumundan hemen sonra radyo 
tiyatrosu için yazdı. Ted Hughes evi terk etmişti. Eleştirmenler bu 
şiirsel tiyatro metnini şiir açısından onun en kusursuz ve en dokunaklı 
şiiri olarak değerlendirmişlerdir.  Metin üç ayrı kadının  
konuşmalarından kurgulanmıştır.  İlk kadın normal bir doğum yapmıştır.  
İkinci kadın ise düşük yapmıştır.  Üçüncü kadın çocuğunu evlatlık 
vermeye karar vermiştir.  Bu üç kadın aracılığıyla kadın duyarlılığının 
yansıtıldığı bu kadın deneyimleri bize bir söylev gibi ulaşır.  Evlilik 
erkekle kadın ruhları tarafından lanetlenmiş bir evde birlikte yaşamak 
olarak resmedilir: 
           (...)ellerim/Bu
 malzemenin üstüne güzel işlemeler yapar. Kocam/Bir kitabın sayfalarını 
çevirir de çevirir./İşte şimdi evde birlikteyiz, akşam saatleri. 
           
 Bu aile tablosu mutsuzluğun resmidir adeta.  Aile kurumuna olan tepkisi
 çok sert ve katıdır.  Gene aynı şiirde kadının içine kapatıldığı erkek 
dünyasına tepkiyle yaklaşır: 
            ‘Ben birinin karısıyım’ 
  
  Kocasının kendisini terk etmesinden sonraki sekiz ay boyunca ‘öfke ve 
yoğun kararlılıkla’ yazdı. Son aylarında ‘Hayatımın en güzel şiirlerini 
yazıyorum’ demişti ve gerçekten de yazmıştı.  Öfkesiyle yapacak bir şey 
bulmuştu:  şiire sarıldı ve şiir yazdı.  Kendi dünyasına başı dik olarak
 gitmenin bir aracıydı öfke.  Son şiirleri tamamen onu travmaya iten 
olayların bir dökümü, bir itirafıdır. Öfkesinden kendini doğuran bir 
şair oldu. Travmasıyla yüzleşme alanı olarak sanatını kullandı. Gücünü 
çok iyi şiir yazdığının bilincinde olmasından aldı.  Şiirleri ile adını 
yaratacağından (‘yeniden doğuş’ ) emindi.  Özgeçmişini ele alan yeni bir
 romana başlamıştı.  Bu romanda yeniden doğuşun coşkusu ile bitecekti.   
           1963 de en güçlü on şiiri Encounter dergisinde yayımlandı ve çok büyük ilgi gördü. 
           
 1965 de son şiirlerinden oluşan ‘Ariel’  İngiltere’de yayımlandı.  1966
 da Robert Lowell’in desteği ile ‘Ariel’ ve 1971 de ‘Sırça Fanus’un 
Amerika’da yayınlanması ile kadın özgürlük hareketlerinin sembolü oldu. 
           
 M. L. Rosenthal, onun şiirini ‘giz dökümcü’ (confessional) olarak 
niteleyince ‘tanımlara, etiketlere sığmak istemeyen Plath da sonunda bir
 gruba ait oldu.  Ona yakıştırılan ‘giz dökümcü’ etiketi birçok 
eleştirmen tarafından benimsenmiştir. 
           1981 de Toplu Şiirler (The Collected Poems) yayımlandı. 
          
 Bu kısa yazın hayatına sığdırmayı başardı onca şiir, mektup, günce, 
öykü, oyun ve romanlardan Crossing the Water 1971 Winter Trees l972, 
Letters Home 1975 Toplu Şiirler 1975 te yayımlanmıştır. 
            1982 de ‘Journals’ (Günceler) yayımlandı ve kısa bir süre sonra Pulitzer ödülüne layik görüldü.             
            Henüz ortaya çıkmamış yapıtları da olduğu söylenir. 
           
 1962 ile ölümü arasındaki döneme (kocasından ayrıldıktan sonra) ait 
günceleri kayıptır.  Bu günce defteri kocası tarafından ‘çocuklarım 
okumamalı’ gerekçesi ile imha edilmiştir. 
           
 Şiirlerinde şiddet içerikli imgeler kullanan şair Sylvia Plath, son 
yüzyılın gerek eserleri ve gerekse de yaşamı ele alındığında en çarpıcı 
isimlerinden birisidir.  Kısacık hayatında bize kadın yaşamından 
sahneleri dizelerinde aktardı.  Bunu hem şiirlerinde, hem de yazdığı iki
 romanında ve günlüğünde yansıtarak kendi feminist uyanışının da 
habercisi oldu.  Plath’in belleğimizden silinemeyen şiirleri kadının 
köleleştirilmesi, kadının öfkesi, kadının isyanına dairdir.  Kendi 
bastırılmış kadın sesinden bir söyleşidir bu. O bir kadın, bir anne ve 
bir şairdi.  Kendini ‘hiç’in içine atarak var olmaya çalıştı.  
Varlığının anlamını sorgularken kendini ‘hiç’likte buldu.  Psişik sesini
 bu hiçlikten fırlattı ortaya.  Şiiri giderek şiddetlendi; kan, jilet, 
parmak kesilmesi, yaralar, ateş ve hastalık gibi imgelerle sarmalandı.  
 Hiç kuşkusuz Sıgmund Freud’u ve James Frazer’i okumuş olması, ona 
psiko-analitik ve mitolojik boyutlu şiirler yazmasına katkı 
sağlamıştır.  Feminist bakış açısıyla yazarak, o güne değin şiirde bir 
ilke de imza atmıştı.  Onun  şiir dünyası  öyle tahrip edici bir hüzünle
 yüklüdür ki, yalnız bu şiirleri yazanı değil, okuyucuyu da  sarsar. 
Öyle ki, bu şiirlere katlanmak çok acıtıcı olur.            
           
 Bu şiirlerin can yakıcı yanı, onları kendi yaşamında yaşayıp 
yaşamadığına dair belirgin bir yanı olmamasıdır.  Sylvia Plath şiirleri 
yaşamla sanat arasındaki o çok ince sınırda gezinir.  Bir taraftan 
deneyimlerini sergilemekten çekinmez gibi bir  görüntü verirken, bir 
yandan da bu sergiledikleri okuyucunun gözünde  hiçbir zaman saydamlık 
kazanmaz.  Tecrübelerine sadece ima yoluyla değinmesi ve imgelerle 
kendini ifade etmesi , bu tecrübelerini çok zengin bir boyuta taşır.  
Kaynakça: 
1)      Tanrı’yla Bir Daha hiç Konuşmayacağım, Enis Akın, Dünya yy,2004 
2)      Steven Axelrod, University of California Riverside pres, sept 2003 
3)      Tasha Whitton, Sylvia Plath: A search for Self (Internet) 
4)      Aurelia Schober, Plath,  Letters Home. New York:Harper & Row, 1975 (Internet) 
5)      Hüseyin Cahid Doğan, Plath şiirinde eril etki, dergibi.com (Internet)      
 | 
BAYAN LAZARUS 
İşte yine yaptım 
Her on yılda bir 
Böyle bir tane beceririm 
Bir tür ayaklı mucize, tenim 
Bir Nazi lamba siperliği kadar parlak, 
Sağ ayağım 
Tüy kadar hafif 
Yüzüm ifadesiz, incecik 
Yahudi kumaşından. 
Çözün kundağı 
Ah, sevgili düşmanım. 
Korkutuyor muyum? - 
Burnu, göz bebekleri, 32 dişi yerli yerinde mi? 
Acı nefesi 
Ertesi gün yok olacak. 
Yakında, çok yakında 
Vahim bir öldür gücü 
Evimde, etimde olacak 
Ve ben işte gülümseyen bir kadın. 
Daha sadece otuzunda. 
Ve kedi gibi dokuz canlıyım. 
Bu Üçüncü Sefer. 
Ne lüzumsuzluk 
On yılda bir imha. 
  
Bu ne çok iplik. 
Çekirdek yiyen kalabalık 
İtişir içeri görmek için 
Ellerimi ayaklarımı çözmelerini - 
Muhteşem soyunmalar. 
Baylar, bayanlar 
Bunlar ellerim benim, 
Bunlar dizlerim. 
Bir deri bir kemik olabilirim, farketmez, 
Ben de onlardandım, tek tip kadın işte 
İlk seferinde on yaşındaydım. 
Kazaydı. 
İkinci seferinde istedim 
Bitirip gitmeyi ve hiç daha dönmemeyi. 
Üstüstüme kapaklandım. 
Tıpkı bir midye gibi. 
Tekrar tekrar bağırmaları gerekti çağırmaları 
Ve üstümden ayıklamaları inci gibi parlak yapışkan 
Solucanları 
Ölmek 
Bir sanattır, herşey gibi. 
Özellikle iyi yaparım. 
Bir ölürüm ki, cehennemden gelir gibi olurum. 
Bir ölürüm ki, adeta hakikaten olurum. 
Sanki gider gibi bir davete. 
Bunu yapmak çok kolay bir hücrede 
Ölmek ve kımıldamamak 
Ölüyü oynadığım tiyatroda sıranın gelmesi gibi 
Güneşli bir günde geri gel 
Aynı yere, aynı yüze, zalim 
Eğlenen çığrışlara: 
'Mucize!' 
İşte bu yere yıkar beni. 
Ama bir bedeli var. 
Yara izlerime bakmanın, bir bedeli var. 
Kalbimi dinlemenin ---- 
Hakikaten çalışıyor. 
Bir bedeli var, çok büyük bir bedeli var. 
Bir sözün, veya bir dokunuşun. 
Ya da biraz kanımı akıtmanın. 
Bir tutam saçımın veya elbisemden bir parçanın. 
Eee, Herr Doktor. 
Eee, Herr Düşman.
 
Sizin eserinizim ben, 
Paha biçilmez, 
Altın topu bebeğinizim 
Bir çığlığa eriyen 
Dönüyorum ve yanıyorum. 
Gösterdiğiniz alakaya aldırmadığımı sanmayın. 
Kül, kül - 
Külü eşele bak. 
Etten kemikten eser yok---- 
Bir kalıp sabun 
Bir nişan yüzüğü 
Altın bir diş. 
  
Herr Tanrı, Herr Şeytan 
Savulun 
Savulun. 
Küllerin arasından 
Doğrulurum kızıl saçlarımla 
Ve çıtır çıtır adam yerim.
 
Sylvia PLATH Çeviren : Enis AKIN  | 
